31.05.2011

uzun lafın kısası

sigmund freud: varoluş bir hastalıktır.

george sand: zina, bir kadının sevgilisiyle geçireceği bir saat değil, ondan sonra geceyi kocasının kollarında geçirecek olmasıdır.

arundhati roy: düşlerini yitirirsen aklını da yitirirsin.

ece temelkuran: kadınlar avcılarla birlikte olmak ister. kabul edin ya da etmeyin bu böyledir. hiçbir kadın bir çiftçiye aşık olmaz.

franz kafka: nasıl yaşanırsa öyle ölünür.

ingeborg bachmann: insanın gerçek ölümü hastalıklardan değildir, insanın insana yaptıklarındandır.

adam fawer: insanın her zaman seçenekleri vardır.

herta müller: bir kadınla erkeğin birbirlerine verecek bir şeyleri olduğunda aynı yatağa girerler. insanlığın en iyi icadıdır yatak.

maggie gee: erkekler güçlüymüş gibi davranırlar ama aslında bebekten farkları yoktur.

vasili grossman: dünya üzerinde sadece ve sadece dar kafalı, kendi haklılığını sarsılmaz bir duygu haline getirmiş olan insanlar hüküm sürerler.

peter weiss: demokratik yönetimin anlamı, herkesin fikrinin geçerli olmasıdır.

julian barnes: ben kendi payıma, tohuma kaçmış bir bekar ya da cinsel açıdan soğuk bir eş yerine, zina yapan bir koca ya da aklı hep orasında olan biri tarafından yönetilmeyi yeğlerim.

29.05.2011

özeleştiri

vedat türkali

peki, halk niye bizimle değil? niye olsun? işsizlik, sağlık, eğitim, hiçbir sorunu doğru dürüst çözememişsin. bir "toprak reformu" yapmamışsın. köylü topraksız. fesi atıp şapka giyeceksin diyorsun, kadınlar umacı gibi kapanmayacak. hacı hoca tayfasının peşine takılmayacaksın. sanki keyfinden takılıyor. halifelik, şeyhülislamlık, fetva, fıkıh, mecelle, tekke, zaviye, medrese, mahalle mektebi, kabe yolunda hacılık hocalık, çürümeye yüz tutmuş ne varsa yıktın, attın tümünü. bunlar yasak; bu ülke laik olacak. kötü mü ettik? iyi ettin de, kime dayandırdın bunu? çerden çöpten, bürokrat aydın sürüsüne. milleti tırtıklamakta usta kesilmiş, gün günden büyüttüğün yarı aç bürokratlara. tümünün tepesinde de jandarma, polis. kışlayla karakol. camiyi de denetime aldın. umarsızlıkla sinmiş yarı aç halkın örgütlenmesinden ödün kopuyor. ileri düşünceye en ağır yasakları koymuşsun. aman o yönde açılmasın gözü. sosyalist dünya tepemizde; ne olur ne olmaz. en iyisini tek sen düşünüyorsun, ülke için. yoksulluk yazgıya dönmüş. işsiz, aç, yarı aç halk ağızsız dilsiz. kemalist "laik" afur tafurların altında, sinsice yayılıp bütün ülkeyi parsellemiş gizli tarikatlar, cemaatler. öteki dünya tellallarını, aymazlığınla dolaylı biçimde göreve buyur etmişsin. zincire vurdum sandığın asıl ejderhalar sinsice yiyip bitirmişler seni. ülke gün günden soyguna bağımlı kılınmış. yolsuzlukla yoksulluk dizboyu. yaşam acılarıyla dünyadan umudunu kesmiş bir sürü zavallıyı uyutmuşlar, uyuşturmuşlar. iyi kötü kazanılmış güzel şeylere karşı da, kışkırtıp örgütlemişler gizliden. bakın, bu çağdışı karanlık; esnafın, küçük vurguncu tüccarların, tefecilerin toplandığı yerel bölgelerde, küçük kasabalarda, kapalı kentlerde yoğunlaşmıştır. köydeki çarıklıyı da onlar soyar, aklı da onlar verir. çarık köydedir, sarık onlardadır. büyük finans soygununun ülkeye yayılmış karakolları. sen halkının desteğini yitirmiş, ortada kalmışsın. "laiklik elden gitti, şeriat geliyor" yaygarası şimdi. sen bu trene binmişsin, başka nereye gidecektin? o yaygara da ülkeyi soyanlara yarıyor. demokrasi oyunu başlamış. laiktin, şeriatçıydın toz dumanında yüzü gülenler kırk yılın vampirleri. dışsatımı, dışalımı, bankası, bankeri, tefecisi, rant lobileri, sigortacısı, büyük toprak ağaları, kentlerde mafyalı arsa, toprak varsılları.. bileğinin hakkı girişimcilikle kazanmış sanayici kapitalist var mı? yok. bugün sanayiciliğe kalkışanlar da kan kusturuyorlar. göbekten dışarıya bağımlı en asalak sınıfların tekeli. tam oligarşi. hepsi de atatürkçü. bunu mu istedi atatürk? toprağa eliyle attığı iş bankası tohumunun ürünü bunlar. halkın ensesine tahterevalli kurmuşlar, inen de onlar, binen de. daha baştan kim besleyip büyüttü bu dinli dinsiz "ulusal" kargaları? kemalist devlet. halkın sırtından kurulmuş devletçi sanayinin ensesinde bit gibi türeyip üremişler; girişimci atılımların doğasında değil serada kanlanmışlar. rastlantı değil bu. avrupa'da, emperyalist aşamaya geçilirken, on dokuzuncu yüzyıl sonlarında, mali sermaye dışsatıma geçtiği dönemde ilk yatırım yeri osmanlı türkiyesi. yani bizdeki kapitalist oluşumun tohumu piç, mayası bozuk. aydın da tek başına kalmış, ne yapacak? yalancı tanıklar kahvesinde açmış avcunu, bir şeyler koyacakları bekliyor. bak "özgür" basına! aslında canciğer olanların her biri, bir gazete patronuna kapılanmış yalancı tanık! ilkesine bağlı yazar yok mu? var, olmaz olur mu? söz süreleri sınırlıdır onların. "uyumsuzluğa" kalkıştı mı kapının önünde bulur kendini. "ne olacak benim halim?" diye düşünmeye başlar. uyanıklar gazeteyi değiştirdi mi ağzını da değiştirir. kimi incelikle yapar bunu, kimi aptalca. diyelim dürüst, bilinçli aydın birileri dayatıp dadandı. kime dayanacak bu adamlar? emekçilere mi? dayan bakalım, nasıl dayanacaksın. baştan kopmuşsun. öyle yabancılaşmışsın ki, herif açlıktan ölüyor, gelmiyor peşinden. yalnızsın. batılılaşma -gerçek adıyla kapitalizme geçiş- serüvenimiz bu! 24 ocak kararları çıktı beş altı ay önce. imf'nin kucağına oturduk. dolar "yetmiş" oldu. lira'nın ayağı iyice kaydı. orda da durmayacak. zam üstüne zamlar geldi, fiyatlar tavan yaptı. tam bir finans kapital darbesi! soygun temelinde var da, islam'ın ebu süfyancıları necmettin bezirganla yılların sinsi birikimine konup yeşil sarıklarını dolanarak çıktılar ortaya. bir gün, islamla kandırılmışların yığınsal desteğini alacak asıl sinsi hırsız tayfası başa geçerse şaşmayın. böyle demokrasiye böyle müslümanlık. bağımsızlık çoktan sözde kalmış. emekçi yığınları sandıkta dolandıran yalancı demokrasi oyunu başımıza daha neler getirecek bakalım! incirlik üssünde amerikan atom silahları dolu diyorlar. tanrı acısın bize! başka ne diyeceksin?

fetişizm

sigmund freud

fetiş, oğlan çocuğun annesinde olduğuna inandığı ve vazgeçmek istemediği penisin bir ikamesidir.

fetişin ortaya çıkışına ilişkin ilk anının arkasında dibe itilen ve unutulan bir cinsel gelişme evresi vardır. "perde anı" gibi fetiş de bu evreyi temsil eder ve dolayısıyla bu evrenin bir kalıntısı ve tortusudur. 

bir dizi ayak fetişizmi olayında nesnesine -başlangıçta cinsel organlara- alttan ulaşmayı hedefleyen seyretme içgüdüsünün yasak ve bastırmayla ketlendiğini göstermek mümkün olmuştur. bu nedenle bu içgüdü, çocukluğun beklentilerine uygun bir şekilde erkek organları olarak hayal edilen ve kadının cinsel organlarına karşılık gelen bir ayak veya ayakkabı şeklindeki bir fetişe bağlanır.

psikanaliz, fetişizme ilişkin bilgilerimizdeki boşluklardan birisini daha doldurmuştur: fetiş seçimi bağlamında bastırma nedeniyle ortadan kalkan kokudan koprofilik haz almanın -dışkıdan cinsel haz almanın- önemi ortaya çıkmıştır. hem ayaklar hem de kıllar, koku duyumu haz verici olmaktan çıkıp terk edildikten sonra yüceltilen ağır kokulu nesnelerdir. buna uygun olarak ayak fetişizmine karşılık gelen sapmada sadece pis ve kötü kokulu ayaklar cinsel nesne olur. ayak fetişinin seçilmesini açıklamada yardımcı bir başka etken de çocukların cinsel teorilerinde bulunabilir: ayak, kadının yokluğu derinden hissedilen penisini temsil eder.

25.05.2011

entelektüel

edward said

entelektüele yönelik asıl tehdit ne akademiden ne varoşlardan ne de basının ve yayınevlerinin insanın kanını donduracak ölçüde ticarileşmiş olmasından gelir; asıl tehdit profesyonelizmdir. profesyonelizm; bir entelektüel olarak yaptığınız işi geçim kaygısıyla, sabah saat dokuz ila akşam saat beş arasında (bir gözünüzü saatten ayırmadan, öbür gözünüz devamlı profesyonel davranış standartlarına uygun davranıp davranmadığınız üzerinde) yaptığınız bir şey diye düşünmenizdir -denizi bulandırmamanız, kabul edilmiş paradigmaların ya da sınırların dışına çıkmamanız, pazarlanabilir ve öncelikle de "prezentabl" olmak uğruna kendinizi "aman bir tatsızlık çıkmasın da" diye düşünen, apolitik ve "nesnel" biri haline getirmenizdir.

amatörizm; kar ya da ödül beklentisiyle değil, tabloyu daha geniş çizmeye, belli çizgiler ve engeller arasında bağlantılar kurmaya duyulan aşk ve dinmek bilmez merakla, bir uzmanlık alanına kapatılmayı reddederek, belli bir meslekten olmanın insana getirdiği her türlü kısıtlamaya rağmen düşüncelere ve değerlere özen göstererek hareket etme isteğidir.

bu baskıların ilki uzmanlaşmadır. günümüzde insan eğitim sistemi içinde ne kadar yukarılara çıkarsa o kadar dar bir bilgi alanıyla sınırlanmaktadır. yeterliliğe kimsenin bir diyeceği olmaz olmasına da, yeterlilik kişinin kendi dolaysız alanı -mesela viktorya dönemi başı aşk şiirleri- dışındaki her şeyle ilişiğini kesmesi ve kendi genel kültürünü bir dizi otoriteye ve kural haline gelmiş fikirlere feda etmesi anlamına geldiği zaman uğruna ödenen bilgiye değmeyeceği açıktır.

edebiyat eleştirisinde uzmanlaşma, teknik bir biçimciliğin giderek artması ve bir edebiyat eserinin oluşumuna fiilen hangi gerçek deneyimlerin dahil olduğuna ilişkin tarihsel anlayışın giderek yitirilmesi anlamına geldi. uzmanlaşma, sanat yapılırken ya da bilgi üretilirken harcanan katıksız çabayı gözden kaçırmak demektir. bunun sonucunda bilgiye ve sanata seçimler ve kararlar, bağlılıklar ve ittifaklar düzeyinde bakamaz, bunları salt gayrı şahsi teoriler ya da metodolojiler düzeyinde görürsünüz. edebiyat alanında uzman olmak çoğu zaman tarihi, müziği ya da siyaseti devre dışı bırakmak anlamına gelir. en sonunda edebiyat alanında tamamen uzmanlaşmış bir entelektüel olarak alanınızda sözde liderlerin her dediğini kabul eden, ehlileştirilmiş biri olur çıkarsınız. uzmanlaşma heyecan duyma ve bir şeyler keşfetme duygusunu da öldürür ki, bunların her ikisi de bir entelektüelde mutlaka bulunması gereken duygulardır. uzmanlaşmaya teslim olmak tembelliktir; çünkü uzmanlık alanınızın gereklerine uyarak başkalarının sizden yapmanızı istediği şeyleri yaparsınız.

uzmanlaşma her yerdeki bütün eğitim sistemlerinde bulunan genel ve etkili bir tür baskı iken, bilirkişilik ve diplomalı bilirkişi kültü daha çok savaş sonrası dünyaya özgü bir baskıdır. bilirkişi olabilmek için uygun otoritelerden tasdikname almak zorundasınızdır; bunlar size doğru dili konuşmayı, doğru otoriteleri zikretmeyi, doğru sahada bulunmayı öğretirler. hassas ve/veya karlı bilgi alanları söz konusu olduğunda bu daha da geçerlidir. yakın tarihlerde "siyaseten doğruculuk" (political correctness) adı verilen bir tutum hakkında pek çok tartışma yapıldı. akademideki hümanistler için kullanılan sinsi bir tamlamaydı bu; bu hümanistler, deniyordu sık sık, kendi başlarına bağımsız bir biçimde değil, solcu bir kumpas komitesinin belirlediği normlara göre düşünüyorlar; bu normların da insanların güya "açık" bir biçimde tartışmasını sağlamaktansa, ırkçılık, cinsiyetçilik gibi konularda aşırı hassas davranmalarına yol açtığı söyleniyordu.

bütün şiirleri

ziya osman saba



çiçeğin rengi soldu, bitti şarkısı kuşun
yol tenha, dal mecalsiz, su durgun
tabut yapılan tahta, ev ev taşınan odun
bahar, ümit yerine; ey kış, içimde korkun

bir ümit dünyasında hepimiz
nereden gelir, nereye gideriz

gün gelir, hatırlamak bile bir acı olur
gençlik aşkı, sevinci, daha dünkü ümidi
yumruklasan göğsünü bir boş yankı duyulur
gün gelir, en gür çeşmeler damla damla kurur
bakarsın, bir yazın ağaçlarında şimdi
üç beş kuru yaprak çırpınır durur

buzdolabının üstündeki kız

etgar keret

bütün kadın muhabirler fahişedir. kadınlar böyledir. hep yarak isterler ve yarak bumerang gibidir. kadınlar fahişedir. doğalarında var. benim annem bile öyle.

bir insanı alacak büyüklükte bir çukur kazmak kolay değildir.

bir astımlının, "seni seviyorum." demesiyle "seni çılgınca seviyorum." demesi arasında fark vardır.

hayatınızın kadını öldüğü gün ne yaparsınız? ben kudüs'e gidip geldim. trafik berbattı, bir film festivalinin açılışı vardı. kent merkezinden otoyola çıkmak bir saatten fazla sürdü. dövüş sanatlarının birinde uzman olan genç bir avukat sürüyordu arabayı. "herkese teşekkür ediyorum." diye homurdandı yol boyunca. "beni seçen herkese teşekkür ediyorum, özellikle anneme. onsuz.. onsuz.." böyle bozuk plak gibi takılıp kalıyordu "onsuz" kısmına her geldiğinde, üç yüz kez.

dünyanın bütün teröristleri ve özgürlük savaşçıları gizlenmenin bir yararı olmadığını idrak ettiler. bazıları, çaresizlikten, kendi kendilerini neşeli renklere boyadılar. sonunda, insanların çoğu kaderlerine karşı çıkma güçlerine olan inançlarını yitirdiler. dünya hayli kasvetli bir hal aldı. renklerin dışında hiçbir şey neşeli değildi.

onu köpek gibi vurdular, beni tokatladılar. hep öyle olur zaten: erkekleri köpek gibi vururlar ve kadınlar tokatlanır. erkeksen seni gecenin bir yarısı yatağından kaldırırlar, dışarı sürüklerler ve pat diye biter. fakat kadınsan asla bitmez.

askerden terhis olduktan iki ay sonra tayland'a gittim. bütün o gizli yerleri aramaya. her yerde benim gibi yeni bir kıta keşfetmek üzere olduğundan emin yürüyüşçülerle karşılaştım. bütün öğrenci yurtları, bütün şelaleler, bütün palmiye ağaçları turist kaynıyordu: isveçliler, almanlar, israilliler. özellikle israilliler. hepsi bakir toprakların peşindeydi ve sonunda bir el iskambil ile birkaç kadeh portakallı cine fit oluyorlardı. uzak doğu devasa bir kampingden farksız.

ben usandım. her şeyden. hiçbir şeyin anlamı yok, hiçbir şeyin. bilirsin, bazen bir yere gidersin ve kendine, neden buradayım, diye sorarsın. ben sürekli böyle hissediyorum. bir an önce gitmek istiyorum. bulunduğum yerden başka bir yere. hiç bitmiyor. yemin ediyorum, ödleğin teki olmasaydım kendimi çoktan öldürmüştüm.

24.05.2011

son şiirleri

nazım hikmet


yoruldun ağırlığımı taşımaktan
ellerimden yoruldun
gözlerimden gölgemden
sözlerim yangınlardı
kuyulardı sözlerim
bir gün gelecek ansızın gelecek bir gün
ayak izlerimin ağırlığını duyacaksın içinde
uzaklaşan ayak izlerimin
ve hepsinden dayanılmazı bu ağırlık olacak

en sevdiğim memleket yeryüzüdür
sıram gelince yeryüzüyle örtün üzerimi

berlin günlük güneşlik
8 mart 1963
bayramın kutlu olsun kadınım
unuttum telefonda söylemeyi bu sabah
sesini duydum mu dünyayı unutuyorum
nice nice bayramlara, güzelim

hint okyanusu'nu seyrettim bu sabah
okyanuslar üstüne bir çift sözüm var sana
kıyısından seyredilen okyanus
farksızdır marmara açıklarından
yani demek istediğim
okyanuslar büyük sevdalar gibidir tulyakova
seyredilmeye gelmez
okyanuslar yaşanılır

iki şey var ancak ölümle unutulur
anamızın yüzüyle şehrimizin yüzü

hoş geldin bebek
yaşama sırası sende
senin yolunu gözlüyor kuşpalazı boğmaca kara çiçek
sıtma ince hastalık yürek enfarktı kanser filan
işsizlik açlık filan
tren kazası otobüs kazası uçak kazası iş kazası
yer depremi sel baskını kuraklık falan
karasevda ayyaşlık filan
polis copu hapisane kapısı falan
senin yolunu gözlüyor atom bombası falan
hoş geldin bebek
yaşama sırası sende
senin yolunu gözlüyor sosyalizm komünizm filan

dünyayı verelim çocuklara hiç değilse bir günlüğüne
allı pullu bir balon gibi verelim oynasınlar
oynasınlar türküler söyleyerek yıldızların arasında
dünyayı çocuklara verelim
kocaman bir elma gibi verelim sıcacık bir ekmek somunu gibi
hiç değilse bir günlüğüne doysunlar
dünyayı çocuklara verelim
bir günlük de olsa öğrensin dünya arkadaşlığı
çocuklar dünyayı alacak elimizden
ölümsüz ağaçlar dikecekler

***

sen benim sarhoşluğumsun
ne ayıldım
ne ayılabilirim
ne ayılmak isterim

başım ağır
dizlerim parçalanmış
üstüm başım çamur içinde
yanıp sönen ışığına düşe kalka giderim

***

bitkiler ipeklisinden dallı budaklısına
hayvanlar tüylüsünden pullusuna
evler kıl çadırından betonarmesine
aletler uçağından tıraş makinesine kadar

bir de denizler bir de bardaktaki su
bir de yıldızlar
bir de dağların uykusu
bir de her şeyle her yerde karmakarışık insan

yani alınteri
yani kitaplardaki yalan
yani doğru yalan
yani dost düşman
yani hasret sevinç keder

gelip geçtim kalabalığın içinden
gelip geçen kalabalıkla beraber

***

kadınlarımızın yüzü acılarımızın kitabıdır
acılarımız, ayıplarımız ve döktüğümüz kan
karasabanlar gibi çizer kadınların yüzünü

ve sevinçlerimiz vurur gözlerine kadınların
göllerde ışıyan seher vakitleri gibi

hayallerimiz yüzlerindedir sevdiğimiz kadınların
görelim görmeyelim karşımızda dururlar
gerçeğimize en yakın ve en uzak

***

aya gidilecek
daha da ötelere
teleskopların bile görmediği yere
ama bizim dünyada ne zaman kimse aç
kalmayacak
korkmayacak kimse kimseden
emretmeyecek kimse kimseye
yermeyecek kimse kimseyi
umudunu çalmayacak kimse kimsenin
işte ben komünistim bu soruya karşılık verdiğim için

23.05.2011

ruhun yeri

şebnem şenyener

ruhun vücudun neresinde ikamet ettiği hep aklımı kurcalamıştır. ilk filozoflar ruhun karaciğerde ikamet ettiği görüşündeydiler. sonradan aristo, empedokles, demokritos gibileri ruhun yerinin kalp olduğunu iddia ettiler. pisagor, eflatun, galen gibileriyse ruha beyni daha uygun gördüler. iskenderiyeli fizikçi herofil daha ileri gitti ve ruhun, beynin içinde ve hatta beyin kökünün hemen üzerinde bulunan dördüncü karıncıkta ikamet ettiğini ifade etti. dekart ruh ile bedenin birbirinden ayrı iki bütün olduğunu ve bu iki bütünün beyinde birbiriyle temas ettiğini öne sürdü.

22.05.2011

rüzgarlı bayır

emily bronte

akıllı bir insan için en iyi arkadaş yine kendisidir.

iyi bir yüreğin varsa, kapkara bir zenci de olsan, yüzün yine sevimli olur. kötü bir yürek en sevimlileri bile çirkinden de kötü yapar.

ihanetle şiddet iki ucu sivri oklara benzer; kullananları düşmanlarından beter yaralarlar.

21.05.2011

çiçekli şiirler yazmak istiyorum bayım

didem madak



çiçekli şiirler yazmama kızıyorsunuz bayım
bilmiyorsunuz. darmadağın gövdemi
çiçekli perdelerin arkasında saklıyorum
karanlıkta oturuyorum. ışıkları yakmıyorum
çalar saat zembereği boşalana kadar çalıyor
acı veren bir sevişmeyi hatırlıyorum
bir bıçağın gereksiz yere parlaması bu
yıllardır kendini bulutlarda saklayan illegal bir yağmurum
bir yağsam pahalıya malolacağım
ben bir bodrum kat kızıyım bayım
yalnızlıktan başka imparator tanımaz bodrumum
bir süredir plastik vazolar gibi hiç kırılmıyorum
fakat korkuyorum. birazdan da
kırk üç numara ayakkabılarınızla
bahçede oynayan çocukların üstüne basacaksınız
bu iyi olmaz bayım!

"gün akşam oldu" diyorum
ekmek kırıntıları atıyorum kuşlara
cam kırıkları yiyorlar
rüyamda; bir kase dolusu suyun içinde
rengarenk yapboz parçacıkları
anlatmak istiyorum, dinlemiyorsunuz
hayır, sanırım sabahı bekleyemem
bilmiyorum
insanlar rüyalarını acilen anlatmalı

on dört yaşındaydı ruhum bayım
bir mermer masanın soğukluğunda yaşlandı
protez bacaklar taktılar ruhuma ince ve beyaz
gıcırdaya gıcırdaya dolaştım şehri
protez bacaklarıma bile ıslık çaldılar
o ara içimde çiçeklerden oluşmuş
bir silahsız kuvvet ablukaya alındı
sinemalarda da "orgazm gıcırtıları" oynuyordu.
kaçmaya çalıştım. olmadı
bu nedenle, çiçekli şiirler yazmayı
ruhum açısından faydalı buluyorum bayım
neyse işte
ben her filmi hatırlarım
sinemaların hiç bitmeyen gecesine sığındığım çok oldu
"sofi'nin tercihi'ni" seyrederken çok ağlamıştım
öpüşen guramilerle ilgili bir film yapsalar
onu da mutlaka hatırlardım
insan içinde çevrilen bir çıkrığın sesini unutur mu
hem sonra ben hatırlamaya alışkınım
bir "eşya toplayıcısıyım" bayım

büyük gemiler de yok artık bayım
büyük yelkenler de
büyük kağıtlar yakmak istiyor şimdi canım
işte az önce bir karabatak daldı suya
bir süredir kayıp
dünyayı yutmuş olarak çıksa da ortaya
ölüm çok iri bir sözcük değil bayım
kasımpatları kadar acı kokuyorum biliyorum
ama siz sobada sucuklu yumurta pişirip yiyen
yoksul bir aşkın güzelliğini bilir misiniz
bir gül, bir güle derdi ki görse
yalan söylüyorum
güller bu sıra hiç konuşmuyor bayım

californication

bir kız asla ilk seferini unutmaz.

hızlı yaşa, genç öl. güzel bir cesedin olsun. bil bakalım ne var? güzel ceset diye bir şey yok. birçok ceset gördüm ve hepsi de bok gibi çirkin. ayrıca bok gibi de kokuyorlar. neden olduğunu bilmek ister misin? çünkü, tam anlamıyla her deliklerinden dışarı bok çıkıyor.

bir tesisatçı borularla uğraşırken boruların kalitesini düşünmez. onları tamir eder ve siktir olup evine gider. ve unutmak için içki içer.

anı yaşamak gibisi yoktur.

bir kere dibe vuran ayağa kalkamaz. size söylemedikleri şey ise büyümenin, dünyadaki yerini bulmanın ve kaderini kabullenmenin zorluğu. ama şanslıysanız hayatınıza sizi anlayan biri giriyor. sizi siz olduğunuz için kabul eden, kaderinize karşı sizi nazikçe dürtükleyen biri.

bir şeyleri istemek zaman kaybıdır çünkü er ya da geç sizi kendine isteyen şey gelip omzunuza dokunuyor. o an hazır olmak isteyebilirsiniz.

insanlar giderek aptallaşıyor. muazzam bir teknolojiye sahibiz ve buna rağmen bilgisayarlar, basit birer mastürbasyon makinelerine dönüştü. internetin bizi daha özgür, daha demokratik yapması gerekirken; yaptığı tek şey, howard dean'in başkanlık adaylığını düşürmek ve 24 saat illegal pornografiye erişim imkanı sağlaması oldu. insanlar artık yazmıyorlar, blog tutuyorlar. konuşmak yerine sms gönderiyorlar; ki ne noktalama ne de gramer kuralları var, lol ve lmfao gibi kısaltmalar.. gördüğüm kadarıyla bir grup salak insanın, kendileri gibi salaklarla sözde iletişim kurmak için kullandıkları ilkel bir dil; tıpkı mağara devri insanının konuşmasına benziyor.

18.05.2011

tepedeki ev

cesare pavese

bir kadın sana koşarsa, o çoktan hesaplarını yapmış demektir.

bir adam ne kadar başarılı olursa olsun bir köprü gibidir, belli bir taşıma gücü vardır; ama ötesini kaldıramaz.

bu dünyada tesadüfen bulunuyoruz. baba, anne, çocuklar, herkes bir rastlantı sonucu burada. insan yalnız doğar, yalnız ölür.

tepeyi köpekle dolaşmak hoştur: sen yürürken o koklar, senin için kökler, yuvalar, dehlizler, gizli bağlar bulur ve keşiflerin tadını artırır. çocukluğumdan beri, bana öyle gelirdi ki, bir ormanda köpeksiz dolaşmakla yaşamın büyük bir dilimini, toprağın gizini elden kaçırmak aynı şeydi.

adam olmak için şans ister, cesaret, istek ister. her şeyden önce de cesaret. sanki başka hiç kimse yokmuş gibi yalnız kalabilme ve yalnızca işini düşünebilme cesareti. insanlar senin yaptıklarını önemsemeseler de korkmamak gerekir. bunun için yılları verebilmek; hatta ölebilmek gereklidir. öldükten sonra, şansın varsa adam olursun, adın anılır.

artık hiç kuşku yoktu. yıllardır bütün avrupa'da yaşananlar şimdi bizde yaşanıyordu. göğün altında, ordularca ve korkunç seslerce işgal edilen kentler ve köyler acıyla kıvranıyorlardı. o günlerde ölen yalnızca sonbahar değildi. torino'da bir yıkıntı yığını üzerinde kocaman bir fare görmüştüm, güneşin altında sakin, huzurluydu. o kadar sakindi ki ben yaklaşınca bile ne kımıldadı, ne kaçtı. bacaklarının üzerinde dimdik duruyor, bana bakıyordu. artık insanlardan korkmuyordu.

bu savaş evlerimizi yakıyor. yollarımıza, alanlarımıza kurşunlanmış cesetler bırakıyor. bizi tavşan gibi o sığınaktan bu sığınağa koşturuyor. sonunda etkin bir onayımızı almak için bizi de savaşmaya zorunlu kılacak. ve öyle bir gün gelecek ki hiç kimse savaşın dışında kalmayacak -ne ödlekler, ne kederliler, ne yalnızlar. ailemin yanında yaşadığımdan beri bunu çok sık düşünür oldum. hepimiz savaşmayı kabulleneceğiz. ve belki o zaman huzura kavuşacağız.

insan utanç duyuyor; çünkü birbirini çok iyi anlıyor -gözler birbirine değsin yeter. o ölünün yerinde bizler de olabilirdik: hiç fark etmezdi ve eğer yaşıyorsak bunu o kana bulanmış cesede borçluyuz. bu yüzden her savaş sivil bir savaştır. her şehit olan ayakta kalana benzer ve ona bunun nedenini sorar.

ben bitebileceğine inanmıyorum. şimdi savaşın ne odluğunu, sivil savaşın ne olduğunu gördükten sonra, biliyorum ki, savaş günün birinde biterse herkes şöyle soracak: "peki, ya şehitleri ne yapacağız? neden öldüler?" ben ne yanıt vereceğimi bilemezdim. en azından şimdi bilmiyorum. başkalarının da bilebildiğini sanmıyorum. belki de bunun yanıtını bir tek ölüler biliyorlardır ve savaş yalnızca onlar için gerçekten bitti.

eski günlerde bile, hani deniz, orman der gibi, tepe denirdi. akşamları kararan kentten oraya dönerdim ve tepe benim için yalnızca bir yer değil, nesnelerin bir görünüm biçimi, bir yaşama tarzıydı. söz gelimi o tepelerle, çocukluğumda oynadığım, şimdi de yaşadığım bu tepeler arasında bir ayrım görmüyordum: her zaman nereye varacağı belli olmayan, yılankavi bir toprak parçasıydı, kimi yeri ekili, kimi yeriyse yabanıl; karşıma kimi yollar çıkardı, kimi mandıralar, kimi uçurumlar. sanki gece alarmlarının dehşetinden kaçarmışçasına, akşam oldu mu ben de tırmanıyordum; yollar karınca gibi insan kaynıyordu, zavallı insancıklar şiltelerini bisikletlerine ya da sırtlarına yükleyip kırlarda uyumak için toplaşırlardı: konuşurlar, tartışırlar, sevgi ve inançla kaynaşıp eğlenirlerdi.

yokuşa sardın mıydı herkes başlardı tutuklu kentten, geceden, yakındaki korkulardan söz etmeye. uzun zamandan beri yukarıda yaşayan ben, onların yavaş yavaş saptıklarını, seyreldiklerini görür, sonra da bir an gelir ve artık çalıların ve çitlerin arasından tek başıma tırmanmaya başlardım. işte o zaman yürürken dikerdim kulaklarımı, gözlerimi tanıdık ağaçlara çevirirdim, toprağı ve her şeyi derin derin koklardım. hüzünlerim yoktu, biliyordum ki gece bütün kent alev alev yanabilir, insanlar ölebilirdi. ne var ki uçurumlar, kırlar ve patikalar her zamanki gibi ve dingin bir sabaha uyanacaklardı. meyve bahçelerine açılan pencereden ben gene sabahı görecektim. bir yatağın içinde uyuyacaktım, bu kesindi. kırlarda ve ormanlarda geceleyen kalabalıklar benim gibi gene kente ineceklerdi, yalnızca onlar benden daha bitkin ve üşümüş olacaklardı. yazdı, kentte oturduğum, yaşadığım başka akşamları anımsıyordum, ben de gecenin ilerleyen saatlerinde şarkılar söyleyerek, gülerek kenti yaşardım, binlerce ışık tepeyi ve yolun sonundaki kenti ışıtırdı. kent sanki bir ışık gölüydü. o zamanlar geceler kentte geçirilirdi. zamanın bu kadar kısaldığı bilinmiyordu. dostluklar ve günler en önemsiz rastlantılarla tüketiliyordu. başkaları ile ve başkaları için yaşanıyordu ya da öyle sanılıyordu.

17.05.2011

kaçış *

nazım hikmet

nasıl kaçtığımı mı öğrenmek istiyorsun verusya? sizin akademisyen pavlov yoldaş yardım etti bana. evet, bu gerçekten de çok ilginçtir. hapisten çıktıktan sonra iki kere beni öldürme girişiminde bulundular. ilkinde otomobille ezmek istediler. çok bilinen polis olayı; belki de rastlantıdır diye düşündüm yine de. küçük bir kuşku kaldı sadece. fakat tanıdıklarım uyarmaya başladılar beni. bir gün, büyük bir tüccarın karısı, bizim partiden bir hanım, hapiste olduğum için askerlik yükümlülüğümü yerine getirmediğim gerekçesiyle askere çağrılacağımı öğrenmiş. böylece, beni bir sınır birliğine gönderir, orada da sınırı geçmeye kalkıştığım bahanesiyle öldürtebilirlerdi. ya da askere çağırıp anadolu'da hizmete göndererek orada ağır koşullardan, ayazdan ölmemi beklerlerdi. işin şakası yoktu artık. ciddi olarak bir çıkış yolu aramaya başladım.

parti, ülkeden ayrılmam gerektiğine karar verdi. ama nasıl? arkamda beni adım adım izleyen 7 polis vardı. 24 saat nöbet tutuyorlardı; ciple evimin önüne kadar geliyorlardı sık sık. başlangıçta hiçbir şey gelmiyordu aklıma. ve tam ümitsizliğe kapıldığım anda pavlov'u ve onun refleksler kuramını anımsadım. saati saatine yaşamaya başladım, hem de öylesine şaşmaz bir düzenle ki, hayal bile edemezsin. her gün aynı saatte kalkıyor, dakikası dakikasına aynı zamanda pencereyi açıyor, bunu yaptıktan tam 15 dakika sonra evden çıkıyor ve hep aynı tramvaya biniyordum. hapishaneden çıktıktan sonra hem yönetmenlik yaptığım hem de yabancı filmlerin türkçeye çevrilmesiyle uğraştığım sinema stüdyosunun kapısından tam tamına tasarladığım saatte giriyordum. ve yine tam tamına belirlediğim saatte öğlen yemeği için aynı lokantaya gidiyor, böylece tüm günümü sabahtan geceye kadar böylesine belirlenmiş saatlere göre yaşıyordum. 6 ay bu düzeni bozmadan yaşadım ve 'koruyucularım' da çok çabuk benimsediler bunu.

iki yoldaşım kaçacağım günü belirlediğinde her zamanki gibi yedide değil de dörtte kalktım. rahatça geçtim uyuyan polislerin yanıbaşından. öylesine rahat uyuyorlardı ki ruhları bile duymadı. yolumu önceden belirlemiştim. beyoğlu'ndan geçip boğaz kıyısına vardım. tarabya oteli'nin önüne geldim. onun önündeki iskeleye çıktım. genç akrabam refik [erduran] motorlu sandalıyla gelmiş, dikkati çekmemek için açıkta tur atıyordu. varna'ya kadar yetecek benzini, hızımızı, her şeyi hesap etmişti. hatta sandalın oturulacak yeri, alabora olursak cankurtaran simidi olarak kullanabilelim diye mantardandı. göze çarpmadan aralarından geçip gidebilmek için boğaz'dan karadeniz'e gemilerinin hareketlerinin başlamasını bekledik. sonra, büyük gemilerin arkasına takılarak karadeniz'e çıkmayı başardık. doğal olarak korkunç bir gerginlik içindeydik. türk savaş gemilerine görünmekten ya da öngörmediğimiz bir şeyle karşılaşmaktan korkuyorduk. fakat bu arada bir gemi gördük. önce ürktüm, bizim bir gemimiz ya da bir amerikan gemisi olabilir! yaklaştık ve 'plehanov' adını okudum geminin üstünde. latin harfleriyle yazılmıştı. plehanov'u pek sevmem; ama yine de, herhalde burjuva olamaz diye düşündüm. yönümüzü ona çevirdik. çok geçmeden onlar da gördüler bizi. neredeyse, bordo bordoya gelmiştik. yavaşlamalarını işaret ediyorduk; ama onlar tam yol ilerlemeye devam ediyorlardı. bir süre sonra geride kalacaktık. adımı haykırıyordum onlara: 'komünist, türk! şair! nazım hikmet'im ben!' önce, bağırarak uzaklaşmamızı istediler, sonra anladılar; beni selamlıyorlar, el sallıyorlar; ama bir türlü gemiye almıyorlardı. meğer romen gemisiymiş. 'ben nazım hikmet'im!' diye bağırıyordum, sonra da düşündüm; belki de beni tanımıyorlardı. ama gözlerinin önünde kırık dökük bir motorla her an denizin karanlık sularında kaybolup gidebilecek bir insanı almamalarına bir türlü anlam veremiyordum. bana: 'nazım hikmet yoldaş, bekleyin biraz, sizi alacağız, biraz sabredin!' diye bağırıp duruyorlardı. 'ilgililere sorduk, cevabı bekliyoruz! şimdi sizi alacağız; yani kısa bir süre sonra. biraz daha sabredin.' neredeyse aklımızı kaçıracaktık. neye karar vereceklerini bilmiyorduk. almazlarsa varna'ya gidemezdik artık; benzinimiz yetmezdi. zaman geçiyordu! geminin etrafında dolanıp duruyorduk. ne korkunçtu bu -ölüm gibi bir şeydi! refik: 'onlara para teklif edelim.' dedi. 'olmaz!' dedim. 'bunlar sosyalist gemiciler; rüşvet almazlar!' bir araya gelmişler, heyecanla bağırıyorlar; ama gemiye almıyorlardı işte! durumu hayal edebiliyor musun?

böyle iki saat sürdü. sonra büyük tören havası içinde aldılar beni gemiye, yemek salonuna götürdüler, orada duvarda benim için düzenlenmiş bir duvar gazetesi gördüm. 'nazım hikmet'e özgürlük' yazıyordu. fotoğraflarımla bezenmişti. içten bir sevinçle kutladılar beni, hepsi elimi sıkıyordu falan; dedim ki: 'iyi hoş da anlatın bakalım, ne diye bu kadar uzun süre eziyet ettiniz bana?' anlaşıldı ki, limanlarına, köstence'ye telefon etmişler, amirleri oradan bükreş'i aramış, oradan başka amirler moskova'yı aramışlar. stalin gemiye alınmamıza karar verince de almışlar beni yukarı. işte, bunlar için iki saat süre geçmiş. 'sizler' dedim, 'denizcisiniz! bir adamın yok olup gitmekte olduğunu görüyorsunuz. önce bir kurtarın bakalım. sonra alçağın biri olduğu ya da her nedense canlı kalmaması gerektiği anlaşılırsa yine atarsınız geri; ama böyle olmaz.' kem küm ettiler; ne diyebilirlerdi ki? böylece köstence'ye kadar gittim. oradan bükreş'e ve oradan da moskova'ya. benimle gemiye çıkan refik'le kucaklaşıp vedalaştık. o, istanbul'a döndü.

işte böyle kurtardı benim yaşamımı o cesur adam. hem kayıkla karadeniz'e açıldığımızda hem de daha sonrasında hayatını riske attı benim için. sürekli bana sorup yardım edenin kim olduğunu öğrenmek istiyorlardı. fakat bunu açıklamam olanaksızdı. 'otobiyografi'de bile açıkça yazamadım adını. 'genç bir yoldaşla ölüme birlikte yürümüştük.' yazmıştım sadece. ama eminim, onu andığım dizeleri okuduğunda onu unutmadığımı, yaşamımı kurtardığı için ne kadar şükran duyduğumu anlamıştır. ve lütfen sen de ne dosta ne düşmana, kimseye söyleme onun adını. bu sırrı kendisi açıklayıncaya dek adı sende saklı kalsın.

* nazım hikmet, istanbul'dan moskova'ya kaçışını eşi vera'ya anlatıyor.

haiku

jorge luis borges

evvel zaman içinde, sonbaharlardan bir sonbahar, şinto tanrıları kim bilir kaçıncı kez izumo kentinde buluşmuşlar. söylenenlere bakılırsa, 8 milyon tanrı varmış. üzgünmüşler; ama ne denli üzgün olduklarını belli etmiyorlarmış. tanrıların yüzleri, okunmaz işaretlerdir. bir dağın yeşil doruğunda, çepeçevre çevrelenmiş oturuyorlarmış. gökyüzünden ya da bir kayanın tepesinden ya da bir kar tanesinin üzerinden insancıkları gözlüyorlarmış. içlerinden biri demiş ki:

"günler, belki de yüzyıllar önce, burada toplanarak japonya'yı ve dünyayı yarattık. balıklar, denizler, gökkuşağının yedi rengi, bitki ve hayvan soyları boy atıp gelişti. insanların sırtına çok fazla yük binmesin diye, onlara döl döş verdik, çocuklar verdik, çoğul günü ve tekil geceyi verdik. sonra, çok değişik şeyleri deneyip yaşayabilme armağanını bağışladık onlara. arı durmadan bal yapar durur. oysa nasıl aygıtları, sabanı, anahtarı, çiçek dürbününü yarattıysa kılıcı ve savaş sanatını da öyle yaratmış olan insanoğlu, şimdi de tarihe son verebilecek görünmez bir silah yarattı. gelin, bu anlamsız eylem gerçekleşmeden, insanları yok edelim."

tanrılar kara düşüncelere dalmışlar. tam o sırada, başka bir tanrı, dinginliğini yitirmeden, demiş ki:

"haklısın, dediklerine bir sözüm yok. insanoğlu düşünüp taşınıp bu tüyler ürpertici silahı yarattı; ama bir şey daha yaptı, 17 hecenin kuşattığı bir boşluğu dolduran bambaşka bir şey daha yarattı."

tanrı, 17 heceyi tekdüze bir sesle okumuş. bilinmeyen, anlayamadığım bir dilde.

sonunda, tanrıların en yücesi, yargısını vermiş:

"insanlar yaşasın."

böylece, insan soyunu kurtaran, bir haiku olmuş.

15.05.2011

başkalaşımlar

apuleius

"kulağını bana ver, sevgili okuyucum! inan, keyif alacaksın!"

ülkenin birinde bir kral ve bir kraliçe yaşıyordu. bunların, güzellikleri dillere destan üç kızları vardı. içlerinden yaşça büyük olan iki kız çok çekiciydi; ama onların güzelliğini insanın ağzına yakışan övgülerle dile getirmenin mümkün olduğu düşünülürdü. oysa en küçüğünün güzelliği öylesine soluk kesici, öylesine göz kamaştırıcıydı ki, bu güzelliği tanımlamada, hatta yeterine övmede insan dili düpedüz yetersiz kalıyordu. kendi yurttaşları kadar başka ülkelerden de binlerce insan onun dilden dile dolaşan eşsiz edasını işitince, büyük bir coşkuya kapılıp akın akın oraya toplanırdı; kızın erişilmez güzelliğinin karşısında duydukları hayranlıkla şaşkına döner ve sağ ellerini kendi dudaklarına götürerek işaret parmaklarını dikleştirdikleri başparmaklarına dayar ve kıza sanki tanrıça venusmuş gibi huşu içinde tapınıp saygısını sunardı.

çok geçmeden yakındaki kentler ve komşu yöreler şöyle bir dedikoduyla çalkalandı: denizin lacivert derinliklerinden doğmuş ve köpüklü dalgalardan sıçrayan damlalarla beslenmiş olan tanrıça (venus), artık lütfunu dağıtıp insan topluluklarının arasına karıştı ya da göksel damlalardan akan yeni tohumlarla denizler değil de yeryüzü, bakireliğin tüm diriliğiyle donanmış ikinci bir venus'u meydana getirdi.

bu inanç günden güne büyüdükçe büyüdü. kızın ünü yayıldıkça yayıldı ve komşu adaları, anakara topraklarını ve sayısız eyaleti dolandı. çoğu insan uzun yollar kat etti, derin denizler aştı ve yaşadıkları çağın bu ünlü harikasını görmek için paphos, cnidus, hatta cythera'nın yolunu tutmaz oldu. tanrıça adına yapılan törenler yapılmaz oldu, tapınakları harabeye döndü, kutsal sedirleri ayaklar altında çiğnendi, bayramları kutlanmaz oldu, heykelleri çiçeksiz kaldı, terk edilen sunakları soğuk küllere bulandı. insanlar o genç kıza tapınır oldu; yüce tanrıçanın gücünü bir insanın yüzüne bakarak sakinleştirmeye çalıştı. genç kız sabahları yürüyüşe çıktığında, kurbanlar keserek kutsal şölenler düzenleyerek aslında orada olmayan venus'un lütfunu ondan talep ettiler. o sokaklardan geçerken, insanlar dualarını sunmak üzere etrafını çelenklerle, çiçeklerle sardı.

tanrısal onurların ölçüsüzce bir ölümlüye yönelmesi, gerçek venus'un öfkesini ayyuka çıkardı. tanrıça hiddetini bastıramadı ve başını salladı, derinden inledi ve kendi kendine konuşmaya başladı:

"bakın hele, ben, evrenin en eski anası, ilk ögelerin türediği tek kaynak, bütün dünyanın cömert anası venus, haşmetinin onurunu ölümlü bir kızla paylaşmak zorunda bırakılıyorum, öyle mi? göklere yazılı adım toprağın kirli çamuruyla mı kirleniyor! ben tanrısal gücüme gösterilen saygıyı paylaşarak, vekalet yoluyla yapılan bulanık bir tapınmaya mı katlanacağım? ölüme yazgılı bir kızın benim kılığımda etrafta dolaşmasına izin mi vereceğim? dürüstlüğünü ve güvenilirliğini yüce ıuppiter'in bile onayladığı o çoban (paris), o yüce tanrıçaların güzelliğinin yanında benim güzelliğimin eşsiz olduğuna karar verirken boşa kürek çekti! ama bu kız, kim olursa olsun, bana ait olan onurları kendine yamamanın keyfine varamayacak. öyle bir şey yapacağım ki, haksız elde ettiği o güzelliğinden dolayı bin pişman olacak!"

hemen oğlunu çağırdı; şu kanatlı, şu sağgörüsüz oğlunu. yol yordam bilmeyen davranışlarıyla toplumun görgü kurallarını hiçe sayıp bir elinde meşalesi, bir elinde oklarıyla o ev senin bu ev benim koşuşturup dururdu geceleri; insanların evliliklerinin altını kazırdı. verdiği bunca zarara karşın hiç ceza görmez, zararı telafi edecek iyi bir şey de asla yapmazdı. doğuştan arsızdı; ama annesinin sözleriyle daha da arsız oldu. tuttu bu ülkeye getirdi onu ve psyche'yi -kızın adı buydu- şahsen gösterdi ona. üstüne üstlük bir de güzellikteki rekabetlerine ilişkin tüm hikayeyi anlattı; homurdana homurdana, hırlaya gürleye öfkeden kudurmuş halde şöyle dedi oğluna:

"yalvarırım sana, annenle arandaki sevgi bağı için, oklarının açtığı tatlı yaralar için, bu tatlı meşalenin bıraktığı bal tatlısı kabarcıklar için, annenin öcünü tam olarak almasına yardım et ve bu kızın haddini bilmez güzelliğine hak ettiği cezayı ver. bütün daha önceki görevlerinin yerine geçecek bu yegane görevini canla başla gerçekleştir: insanlığın görüp görebileceği en yoksul adama büyük bir aşkla bağla şu kızı. kader bu adamı işsiz koymuş olsun, babadan kalan malını mülkünü elinden almış, bir güvencesi olmadan ortalığa bırakmış olsun. bu adam öyle sefil biri olsun ki, bütün dünyada arasan sefillikte onun eşi benzeri bulunmasın."

bu sözleri söyledikten sonra dudaklarını aralayıp oğlunu uzun uzun ve hasretle öptü. sonra dalgalarla dövülen yakındaki sahilin yolunu tuttu, gül pembesi ayaklarıyla çırpınan suların en üstteki köpüğüne bastı; o da ne, derin denizin o berrak yüzeyine oturuverdi! tam da olmasını isteyeceği şey, sanki çok daha önce buyurmuş gibi derhal oluverdi ve deniz ona karşı beslediği saygıyı göstermede gecikmedi. koro halinde şarkılar söyleyerek bitiverdi nereus kızları, mavi yeşil sakalıyla kıllı portunus ve kucağı balık dolu salacia, yunus'unun üstüne binmiş küçük palaemon. neptunus'un bir alay oğlu da suyun üstünde hoplayıp zıplıyordu bir orada bir burada; kimi yankılar yapan deniz kabuğunu hafif hafif üflüyor, kimi ipek şemsiyesiyle düşman güneşin yakıcı ateşine siper oluyor, kimi tanrıçasının gözlerine ayna tutuyordu, kimileri de arabasına çifter çifter koşulmuş yüzüp duruyordu. oceanus'a yol alırken venus'e işte böyle bir ordu eşlik ediyordu.

bu arada psyche çarpıcı güzelliğine rağmen cazibesinin hiç hayrını görmüyordu. herkesin gözü üstündeydi, herkes onu övüyordu; ama hiç kimse, ne bir kral, ne bir prens, ne de sıradan bir yurttaş onunla evlenmek isteyip yanına yanaşıyordu. herkes tanrısal güzelliğine hayran oluyordu; ama zarif bir şekilde oyulmuş bir heykele hayran olur gibi hayran oluyordu. sıradan güzellikleri kardeşleri gibi dillere destan olmamış iki ablası da, uzun zaman önce kraliyet ailesinden gelen aşıklarıyla nişanlanmış ve iyi birer evlilik yapmıştı. oysa psyche bir koca bulamadan bakire olarak evde kaldı ve bedeni hasta, kalbi yaralı halde herkesten uzak yalnızlığına ağladı durdu; bütün dünyanın hayranlığını kazanmış olmasına karşın kendi güzelliğinin bu kadar büyülü olmasından nefret etti. bu yüzden bu talihsiz kızın zavallı babası tanrısal bir düşmanlıktan ve tanrıların öfkesinden korktuğu için miletuslu tanrının (apollo) en eski kehanet merkezine danıştı; dualar edip kurbanlar keserek yüce tanrıdan hakarete uğramış bakire kızı için bir evlilik ya da bir koca diledi. ama apollo, ıonialı bir yunanlı olmasına rağmen, bu miletus masalının yazarıyla (apuleius) uzlaşmak için kehaneti latince bir şiirle dile getirdi:

"yüksek bir dağın uçurumuna çıkar kızını, ey kral
korkunç düğünü için süsle de
hiç ümitlenme ölümlü soydan bir damadın olacak diye
çünkü kızın gaddar, vahşi, yılana benzer bir yaratıkla evlenecek
kanatlarıyla göğün doruğunda uçuşup her şeyin canını sıkan
ateşi ve kılıcıyla hareket eden ne varsa yakıp yıkan
iuppiter'i bile tir tir titreten, tanrıları dehşete düşüren
nehirleri, styx'in gölgelerini bile ürperten"

o ana kadar çok mutlu bir adam olan kral, bu kutsal kahinin açıklamasını işittiğinde ayaklarını sürüye sürüye, hüzünle evine döndü ve eşine bu uğursuz kehanetin uyarılarını bildirdi. günlerce yas tuttular, ağladılar, feryat ettiler. en sonunda bu korkunç kehanet, acımasızca gerçekleşti. zavallı kızın korkunç düğün korosu hazırlandı. düğün meşalesinin alevleri kara kurumun isiyle yavaş yavaş sönükleşti; düğün şarkıları çalan flütün ezgileri sızım sızım sızlayan bir lydia havasına dönüştü ve neşeli düğün türküsü hazin bir iniltiyle son buldu. gelin olacak genç kız gözyaşlarını kan kırmızısı duvağıyla silip kuruladı. herkes, kraliyet sarayını yerle bir eden bu felaket yüzünden derin bir acı hissetti, hemen o gün genel yas ilan edildi. kederlere uğramış evin hazin yazgısına bütün kent feryat figan ağladı. halkın bu ortak yasından dolayı, bir emirle toplumsal işler askıya alındı.

ama göksel uyarılara uyulması zorunluluğu, zavallı psyche'nin önceden belirlenen cezasını çekmesini gerektiriyordu. bu yüzden bu korkunç evlilik için yapılan tören hazırlıkları büyük bir üzüntü içinde sona erince, canlı bir cenaze olan psyche bütün kent halkının eşliğinde evinden alınıp götürüldü; genç kız hüngür hüngür ağlıyordu, düğün alayında değil de kendi cenaze alayında yürüyor gibiydi. bu korkunç yazgının mecalsiz bıraktığı kederli ana babası, işleyecekleri korkunç cinayeti yerine getirmede bir an için duraksadılar; ama kızları onları şu sözlerle uyardı:

"bunca süre ağlayıp vahlayarak neden bu mutsuz yaşlılığınıza acı çektiriyorsunuz? sürekli inleyerek neden benimkinden çok daha değerli olan nefesinizi kurutuyorsunuz? taptığım bu yüzleri boşuna gözyaşı dökerek niçin çirkinleştiriyorsunuz? gözlerinizi delerek niçin benim de gözlerimi deliyorsunuz? kır saçlarınızı neden yoluyorsunuz? benim için kutsal olan o göğüslerinize neden vurup duruyorsunuz? benim eşsiz güzelliğimin size sunduğu muhteşem ödüller bunlar işte! bu iğrenç kıskançlığın ölümcül darbesiyle yaralandığınızı yazık ki çok geç anladınız. ülkeler ve halklar bana tanrısal onurlar bahşettiğinde, hep bir ağızdan beni yeni venus olarak selamladıklarında, işte o zaman acı duymanız gerekirdi, işte o zaman ağlamanız gerekirdi, işte o zaman sanki o an ölmüşüm gibi bana yas tutmanız gerekirdi. artık anlıyorum ve artık görüyorum, beni yok eden tek neden venus'un adı oldu. beni götürün ve kehanetin önceden belirlediği o uçuruma koyun. bu mutlu evliliğe başlamak için sabırsızlanıyorum, soylu doğumlu kocamı görmek için sabırsızlanıyorum. bütün dünyayı yıkmak için doğmuş olsa bile, onun gelişini neden geciktireyim ya da bundan niçin çekineyim?"

bu sözleri söyledikten sonra kızcağız suskunlaştı ve artık daha kararlı adımlarla kendisine eşlik eden halka karıştı. kalabalık geçit vermez dağın önceden belirlenmiş olan uçurumuna geldi ve hepsi kızı oraya bıraktı. yolu aydınlatan düğün meşaleleri gözyaşlarından sönünce, onları da arkada bırakıp başlarını öne eğerek evlerinin yolunu tuttular. kızın zavallı ana babası bu büyük felaketten bitap düşüp evlerinin kasvetine hapsoldular; kendilerini sonsuz geceye teslim ettiler.

bu arada, psyche uçurumun tam tepesinde korkudan tir tir titrerken ve ağlayıp inlemekteyken, dostane esen batı rüzgarından (zephyrus) gelen hafif bir meltem elbisesinin kenarını yavaş yavaş bir o yana bir bu yana kımıldatmaya başladı ve elbisesini dalga dalga kabarttı. hafifçe kaldırıp kızı, dingin soluğunda taşıyıp yüksek uçurumun yamaçlarından yavaşça aşağıya kaydırdı ve dipteki vadinin çiçekli çimenlerinin koynuna şefkatle bıraktı.

14.05.2011

sorgulayan denemeler

bertrand russell

ateşli bir şekilde savunulan görüşler asla iyi bir temele dayanmayan görüşlerdir. gerçekten de şiddetli duygusallık, görüş sahibinin rasyonel kanıtlardan yoksun olduğunun bir göstergesidir. politika ve din konularındaki görüşler hemen hemen tümüyle aşırı duygusallık ile bağıntılı olan türdendir.

sıradan insanlar, felaketleri düşmanların entrikalarına atfetmeyi yeğlerler. sonuç olarak da konu ile ilgisi olmayan şeyler için veya o şeylere karşı savaşırlar.

günah, gerçek olmayan, yanıltıcı bir kavramdır ve onu cezalandırmak için uygulanagelen zulüm gereksiz bir şeydir.

milliyetçilik, kuşku götürür konularda ateşli inanç sahibi olmanın bir uç örneğidir.

insanların kendileri hakkındaki gerçekler normal zamanlarda sadece kabalık olarak, savaş halinde ise suç olarak algılanırlar.

inançlar, eylemlerin nedeni olarak, ne ölçüde etkindirler? inançlar, ne ölçüde mantıksal açıdan yeterli delillerden kaynaklanırlar ve kaynaklanabilirler? öyle olmaları ne ölçüde olanaklı veya arzu edilen bir şeydir?

insan, karısının sadakatsizliği hakkında bir bilgi edinmişse büyük olasılıkla salt içgüdüsel davranacaktır. ancak bu içgüdü sonradan olacakların temel nedenini de oluşturan bir inanç etkisiyle harekete geçmiştir.

siyasal ve dinsel eylemlerimiz özellikle inançlarımızla bağıntılıdır.

inançların kanıtlara dayanma oranı onlara inananların sandıklarından çok daha düşüktür.

politik görüşler, nadir olarak kanıtlara dayanır.

insanlar neyin kendi yararlarına olduğu konusunda yanılırlarsa, akla uygun olduğunu sandıkları tutum, başkaları için, gerçekten akla uygun olan tutumdan çok daha fazla kötülüğe yol açar. bu nedenle, insanları kendi çıkarlarını iyi değerlendirecek duruma getiren her şey yararlıdır.

bilinçdışımız göründüğünden daha kötü niyetlidir. bu nedenle, ahlaki gerekçelerle, kendi yararlarına ters düşen şeyleri bilerek yapan kişiler kendi yararlarına olanı tam olarak yapan kişilerdir.

insanların eylemleri ne ölçüde rasyonel olabilir veya olmalıdır?

insanlara rasyonel olmayı öğretmeyi bir ölçüde biliyoruz: eğitimden sorumlu olanların her konuda uyguladıklarının tam tersini yapmak bunun için yeterlidir.

rasyonalizmin uygulama alanını belirleyen kesin sınırlar vardır; yaşamın en önemli bölümlerinden bazıları mantığın işe karışmasıyla mahvolurlar.

hepimizin içinde mantıktan esinlenmeyen eylemlerle tüketilmesi gereken bir miktar enerji olduğuna inanıyorum; bu, çıkış yolunu, koşullara göre sanatta, tutkulu aşkta veya tutkulu nefrette bulur. saygınlık, düzen ve rutin, sanatsal dürtüyü köreltmiş ve aşkı verimli, özgür ve yaratıcı olmak yerine bunalıma veya gizliliğe mahkum etmiştir.

içgüdüsel yapımız iki bölümden oluşur; birisi kendimizin ve çocuklarımızın yaşamını geliştirmeye, diğeri ise rakip gördüğümüz kişilerin yaşamını engellemeye yönelir. birincisi yaşama aşkını, sevgiyi ve psikolojik olarak sevginin bir kolu olan sanatı içerir; ikincisi de rekabeti, milliyetçiliği ve savaşı. geleneksel ahlak birincisini bastırmak, ikincisini yüreklendirmek için her şeyi yapar.

sevdiklerimizle ilgili davranışlar içgüdüye güvenle bırakılabilir. akıl kapsamına alınması gerekli olan ise nefret duyduğumuz kişilere karşı olan davranışlardır. günümüz dünyasında etkin olarak nefret ettiklerimiz, bizden uzak olan gruplar, özellikle de yabancı uluslardır. onları soyut olarak algılarız ve gerçekte nefretin ta kendisi olan eylemleri, adalete olan aşkımız ve benzeri yüce amaçlar için yaptığımızı ileri sürerek kendimizi kandırırız. bu gerçeği bizden saklayan perdeyi ancak, büyük ölçüde kuşkuculukla kaldırabiliriz.

eğer insanlar bir başkasının mutsuzluğu peşinde koşmak yerine kendi mutluluklarının peşine düşmeyi öğrenirlerse..

insan genellikle bir düş aleminde yaşar; dış dünyadan gelen aşırı zorlayıcı bir etkiyle bir an için uyanır; ancak çok geçmeden düş aleminin tatlı uykusuna yeniden dalar.

freud, geceleri gördüğümüz düşlerin, büyük ölçüde, arzularımızın görüntü şeklinde gerçekleşmesi olduğunu göstermiş; bunun, gündüz gördüğümüz düşler için de aynı ölçüde doğru olduğunu söylemiştir.

doğru olduğuna inandığımız şeylerin rasyonel olmayan kökenini göz önüne serecek üç yöntem vardır: deli ve isterik kişilerin incelenmesinden yola çıkıp, giderek bu hastaların temelde normal sağlıklı kişilerden pek az farklı olduğunu ortaya koyan psikanaliz yöntemi; ikincisi, en değerli görüşlerimizin rasyonel kanıtlarının ne kadar zayıf olduklarını gösteren kuşkucu filozofların yöntemi; son olarak da, insanları genel olarak gözlemleme yöntemi.

rasyonel olmayan inançlar insanların ilk dönemlerine özgü değildir. insan ırkının büyük bir bölümü bizimkilerden farklı olan, bu nedenle de doğal olarak, aslı astarı bulunmayan dinsel inançlara sahiptir.

nezaket, bir kişinin, kendisinin veya çevresindekilerin meziyetlerine ilişkin görüşlerine saygılı olma alışkanlığıdır.

herkes, her gittiği yerde, rahatlatıcı bir kanılar bulutu ile sarılmıştır; bu kanılar, yazın uçuşan sinekler gibi, kendisiyle beraber hareket eder. bunların bazıları kişiseldir; kişiye, kendi erdemlerinden ve üstünlüklerinden, arkadaşlarının sevgisinden ve tanıdıklarının saygısından, mesleğinin parlak geleceğinden, pek de iyi olmayan sağlığına karşın tükenmeyen enerjisinden söz ederler. onun ardından ailesinin olağanüstü yüceliği hakkındaki inançlar gelir. daha sonra, ait olduğu toplumsal sınıf hakkındaki inançları gelir. ulus konusunda da, hemen herkes kendi ulusu hakkında rahatlatıcı kuruntular besler.

insanın ruhu vardır ama hayvanın yoktur; insan "rasyonel bir hayvan"dır. aşırı acımasız veya anormal bir eylem "hayvan gibi" veya "vahşi" olarak nitelenir. halbuki böyle eylemler kesinlikle insanlara özgüdür. evrenin nihai amacı "insan"ın mutluluğudur. böylece, bizi rahatlatan aşamalı bir inançlar dizisine sahip oluyoruz.

bir aritmetik toplaması yaparken insanın kendi lehine yanlış yapması, aleyhine olanı yapmasından daha olasıdır. bunun gibi, bir kimsenin mantık yürütürken kendi özlemleri yönünde yanlışlar yapması, özlemlerine ters yönde yanlışlar yapmasından daha olasıdır.

düşünce dünyasında, kendi fiziksel güçsüzlükleriyle yüzleşmeye hazır olanların açılabilecekleri "engin denizler" vardır. dünyadaki konumunu olduğu gibi görme yürekliliği göstermeyen hiç kimse korkunun zulmünden kurtulamaz; kendisine, kendi küçüklüğünü görme olanağı vermeyen hiç kimse gücünün yettiği yüceliğe erişemez.

bütün rönesans dönemi boyunca hıristiyanlığa karşı, esas itibariyle pagan çağı uygarlığına duyulan hayranlıktan kaynaklanan bir tür düşmanlık var olmuştur.

bergson, geçmişin bellekte yaşamayı sürdürdüğü, hiçbir şeyin asla gerçekten unutulmadığı kanısındadır.

rasyonel tavır, bir kanaate varmadan önce konuyla ilgili bütün kanıtları dikkate almayı gerektirir.

çok kimse aklın tek işlevinin, kişinin kendi özlem ve gereksiniminin doyumunu kolaylaştırmak olduğunu söylemektedir.

zihin her şeyden çok bir taraf tutma aracıdır. işlevi kişiye ya da türe yararlı olacak eylemlerin gerçekleşmesini ve daha az yararlı olanların engellenmesini güven altına almaktır.

marksistlerin inancı ile dinsel inanç arasındaki fark pek derinlerdedir; dinsel inanç özlem ve gelenek temeline, diğer ise nesnel gerçeklerin bilimsel analizine dayanır.

faydacı filozoflara göre kanılar, yalnızca varolma savaşında kullandığımız silahlardır ve insanın yaşamını sürdürmesine yardımcı olanlarına "doğru" denilmelidir.

bu görüş m.s. altıncı yüzyılda, budizm japonya'ya ilk eriştiği zamanlar, japonya'da yaygın olan görüştü. yeni dinin doğruluğundan kuşku duyan iktidar, deneme olarak, saray mensuplarından birine bu dini kabul etmesini emretti; eğer bu kişi başkalarından daha başarılı olursa yeni din herkesçe kabul edilecekti. bu yöntem faydacıların bütün din tartışmalarında benimsedikleri yöntemdir; ancak ben, insanı zenginliğe, bütün öteki dinlerden daha çabuk götürdüğü anlaşılan museviliğe geçen bir kimse duymadım.

bir cinayet davasının jürisinde yer alan bir faydacı, kanıtları herhangi bir insan gibi değerlendirecektir; ancak eğer kendisine özgü ölçütü uygulayacak olsa, toplumda kimin idam edilmesinin daha karlı olacağını düşünmesi gerekir. tanım gereği o kişi cinayetin de suçlusudur; çünkü başka birisinin değil de onun suçlu olduğuna inanmak daha yararlı, bu nedenle daha doğrudur.

irrasyonalizm, yani nesnel gerçeği yadsımak, hemen her zaman, hiçbir kanıtı olmayan bir şeyde ısrar etmek; ya da çok sağlam kanıtları olan bir şeyi yadsımak arzusundan kaynaklanır.

kanılarımız çoğu zaman olgulara ters düşer; hatta belirli kanıtlara göre bir şeyin olası olduğunu söylediğimizde bile, aynı kanıtlara göre o şeyin olası olmadığı da söylenebilir. bu durumda rasyonelliğin kuramsal yanı, olgulara ilişkin kanılarımızı özlemlere, önyargılara, geleneklere değil, kanıtlara dayandırmaktan ibarettir.

savaş sırasında ortaya çıkan savaş nevrozunun [travma sonrası stres bozukluğu] en etkili tedavi yönteminin psikanaliz olduğu kanıtlanmıştır.

delilerdeki kuruntuların çoğunun içgüdüsel engellemenin bir sonucu olduğu ve tümüyle zihinsel yollarla -hastaya anısını baskı altında tuttuğu olguları anımsatmak yoluyla- tedavi edilebildikleri anlaşılmıştır. bu çeşit bir tedavi ve onu çağrıştıran durum, hastanın yitirmiş olduğu sağlıklı bir ruh halinin var olduğunu ve unutmayı en çok istedikleri de dahil olmak üzere, bütün işe yarar olguları bilinç yüzüne çıkarmakla bunun tekrar kazanılabileceğini varsayar.

belirli bir şeyi yapmak isteyen bir kimse, böyle yapmakla yararlı saydığı bir sonuca ulaşacağına kendini inandırır.

kumarbazlar, uzun dönemde kesinlikle kazandıracak sistemler konusunda irrasyonel inançlarla doludurlar. politikayla ilgilenenler kendi partilerinin başkanının, rakip politikacıların düzenbazlığına düşmeyeceğine kendilerini inandırırlar. yönetmeyi sevenler halk tabakasına koyun sürüsü gözüyle bakmanın onların yararına olduğunu düşünürler; sigaradan hoşlananlar sigaranın sinirleri yatıştırdığını, alkolden hoşlananlar da alkolün zihni uyardığını söylerler. bu tür gerekçelerin yol açtığı yargılar, olayların değerlendirilmesinde önlenmesi zor olan yanılgılara yol açarlar.

bir kimsenin arzuları başka bir kişininkiyle tam tamına uyum içinde olmaktan çok uzaktır.

düzenli bir toplumda, başkalarının zararına olan bir şeyin, onu yapan kişinin çıkarına olması pek enderdir.

bir kimse, aklının arzularını algıladığı ve onlara egemen olduğu ölçüde rasyoneldir.

yüz yıl kadar önce herkesin çok kötü bir insan olarak tanıdığı jeremy bentham adında bir filozof yaşadı.

kant'ın düşüncesine göre; bir iyilik, ondan yararlanan kişiye duyulan sevgiden kaynaklanıyorsa erdemli değildir; sadece ahlak kurallarından esinlenmişse erdemlidir.