31.03.2016

uzun lafın kısası

harper lee: her zaman daha küçük bir ev istemişimdir, daha büyük bir bahçem olsun diye.

erich fromm: bizim yaşamımız kardeşçe, mutlu, erinçli bir yaşam değil; çılgınlık durumuna tehlikeli bir biçimde yaklaşan manevi karmaşanın ve aymazlığın damgasını taşıyan bir yaşamdır.

jaroslav hasek: insanoğlu en korkunç yıkımların bile üstesinden gelebilir; yeter ki doğruluk ve erdem yüreğinden eksik olmasın.

william faulkner: dört gündür bir tabutun içinde yatan ölü bir kadına saygı göstermenin tek yolu, tez elden toprağa vermektir onu.

andersen: dedikodu küçük bir tüyü beş tavuk yapabilir.

william m. thackeray: bir kadın için en büyük kompliman kendi cinsi tarafından hor görülmesidir.

kierkegaard: kendimizi kandırmaktan ancak hayatlarımızı seçme yeteneğimiz üzerine inşa etmekle kurtulabiliriz.

alexandre dumas: ilkel halkların yasası, kısasa kısas yasasıdır.

choderlos de laclos: bir gönülde uyandırılan mutluluk, bağların en güçlüsüdür; gerçekten bağlayabilen bir o vardır.

orson welles: aklınız fikriniz çok para kazanmakta olduktan sonra çok para kazanmak marifet değildir.

sabahattin ali: dünyada en tahammül edilemeyecek şey, artık aşık olmadığımız birisiyle beraber yaşamak mecburiyetidir. şu halde aşık olduğumuz birisiyle hayatımızı birleştirmek, en hafif tabiriyle, düşüncesizliktir.

şevket rado: her şey geçer, her şey gider. insan her şeyi unutur. bu dünya öyle çatık kaşla dolaşmaya, şunun bunun kalbini kırmaya değer bir dünya değildir.

27.03.2016

gene aşk

doris lessing

bir saatlik doludizgin bir aşk, ömür boyu yavan bir yaşam sürdürmekten kat kat iyidir.

cinsel albeni yalnızca meme ve kıç değildir.

fiziksel çekicilikle atbaşı giden korkunç bir küstahlık vardır; eleştirmek bir yana, hayran bile oluruz o küstahlığa.

"bir erkek, gerçekten aşık oldu mu, inanılmaz derecede salak görünür."

aşkta, iki kişinin birbirlerine bakakaldıkları bir an gelir: nasıl şu oldukça sıradan insan bana bu kadar acı çektirebilir?

insanların ilginçlikleri, hayatın onlara sunduklarında yatmaz.

şu ya da bu gruba -birleştirici güç ister din, ister siyaset, ister tiyatro, ister entelektüel etkinlik olsun- yamanmaya ne kadar can atarız. cadı kazanlarında kaynayan çorbaların en güçlü iksiri iyiye de yarar kötüye de; yine de biz gözümüz bağlı, hayallere dalarız.

"bin tasa, bir tek borcu ödemez."

aşk yalnızca deliliktir; tıpkı deliler gibi karanlık bir tımarhaneye, kırbaçlı gardiyanlara gereksinim duyar. delilerin şimdilerde bu yoldan cezalandırılmamalarının ve sağaltılmamalarının tek nedeniyse, deliliğin çok yaygınlaşması, kırbaçlıların da deliler gibi aşık olmasıdır.

kişisel onur, çoğu zaman başarının meyvesidir.

hiçbir canlı, ailesiz ve koruyucusuz kalmış bir genç kadından daha bahtsız, daha çaresiz olamaz.

goethe: eski tutku daha tam geçmemişken içimizde yenisinin uyanabilmesi ne hoş bir duygu!

aşık olmak, kişinin sürgünde olduğunu anımsamasıdır.

belki de aşıkken düştüğümüz cennet, başta kovulduğumuz cennettir; orada bütün kucaklaşmalar masumdur çünkü.

26.03.2016

birtakım sözler

cevdet kudret

bir cuma günü bekçi kapıyı çaldı; mahalle imamının bir iş görüşmek için hamza bey'i çağırdığını bildirdi. adam giyinip çıktı.

imamın yanında muhtar ve mahalle yönetim kurulundan birkaç kişi daha vardı. oturdu. şuradan buradan konuşulduktan sonra imam asıl konuya girdi:

"hamza bey" dedi, "mahallede sizin aleyhinizde birtakım sözler dönüyor."

"sizin aleyhinizde de birtakım sözler dönüyor, imam efendi."

"ben evimde nikahsız kadın beslemiyorum."

"ben de yoksullara yardım için mahalleden toplanan paraların yarısını cebime atmıyorum. hem bunu kim haber verdi size?"

"gayri orasını bilmiyorum. mahalleli 'istemeyiz!' diyor. baskın yapmaktan filan söz ediyorlar. anladınız ya, buradan çıkıp gitmeniz gerek."

hamza bey, bu oyunu boşadığı karısının oynadığını anlamakta gecikmedi. herhalde bir gün gelmiş, imamı görmüş, muhtara yalvarmış, mahalleliye dert yanmış, ağlamış, bayılmış, aleyhindeki bu havayı yaratmıştı.

adam güldü:

"bense" dedi, "yakında bir nikah töreni yapmayı, fakirhanede mahalle komşularıma mütevazı bir ziyafet çekmeyi, imam efendiye de bolca bahşiş sunmayı düşünüyordum."

"bakın, böyle konuştuğunuz vakit sizi ne iyi anlıyorum! ben zaten söylemiştim, 'komşular' demiştim, 'bu aklı başında, sözü sohbeti yerinde bir adama benziyor; durun hele acele etmeyin, ben kendisiyle bir görüşeyim.' evet, öyle demiştim. çok şükür yanılmamışım."

hamza bey gerçi bir hafta sonra melahat'le nikahlandı; fakat ne imama ne de mahalleliye olan vaatlerini yerine getirdi; onlardan böylece öç almış oldu.

25.03.2016

edebiyat nedir?

orhan pamuk

kendi hikayemizden başkalarının hikayeleri gibi ve başkalarının hikayelerinden kendi hikayemizmiş gibi bahsedebilme hüneridir edebiyat. bunu yapabilmek için yola başkalarının hikayelerinden ve kitaplarından çıkarız.

kitap okuyarak, düşünerek, tek başımıza yaratıcı bir şekilde ve özgürce kafamızı kullanarak dünyayı kavrayabileceğimize ilişkin iyimser inanç, modern edebiyatın ve bireysel özgürlük duygusunun da başlangıcıdır.

iyi edebiyatın seslendiği şey yargılama gücümüz değil, kendimizi bir başkasının yerine koyabilme yeteneğimizdir.

bugün edebiyatın asıl anlatması ve araştırması gereken şey, insanoğlunun temel derdi ise, dışarıda kalmak ve kendini önemsiz hissetme korkuları, bunlara bağlı değersizlik duyguları, bir cemaat olarak yaşanan gurur kırıklıkları, kırılganlıklar, küçümsenme endişeleri, çeşit çeşit öfkeler, alınganlıklar, bitip tükenmeyen aşağılanma hayalleri ve bunların kardeşi milli övünmeler, şişinmelerdir.

kitaplar insanın mutsuzluğuna teselli sandığımız bir derinlik katar yalnızca.

okumak aynanın içine bakmaktır; aynanın arkasındaki 'sırrı' bilenler öteki tarafa geçerler, harflerin sırrından haberdar olmayanlar ise bu dünya içinde kendi yüzlerinin yavanlığından başka bir şey bulamazlar. 

en büyük mutluluk kaynağı, her gün iyi bir yarım sayfa yazmaktır. asıl ihtiyaç belki de edebiyat değil, bir odada tek başına kalıp hayal kurmaktır.

24.03.2016

dünyevi zamanlar

roger norman

dünyevi zamanlarda yaşıyoruz. ayinlere ve tabii ki sihre gittikçe daha az önem veriyoruz. pek çoğumuzun sihrin ne olduğu konusunda net bir fikri yok. çocuklar için yapılan numaralar, ölülerle bağlantı kurmak için yapılan tekinsiz toplantılar, batıl inançlardan başka bir şeye hizmet etmeyen büyülü sözler. sözde aydınlanma yüzünden sihir geri çekilmeye mahkum edildi, bilinmeyenin karanlığına itildi. "aydınlanmış" batının dışındaki her yerde sihrin yaşadığı şüphe götürmez bir gerçek ve bilimin açıklayamadığı kanunlarla işleyen bu sihirli dünya, ölüm dahil bazı insani meseleleri şüphe götürmez biçimde kapsıyor. kim bir cesedi çalılara atar? sadece çaresiz bir kanun kaçağı. kim bile isteye yeni ölmüş birinin cesediyle aynı odada uyur? o çaresiz kanun kaçağı bile bunu yapmaz.

ama bu sihirden arındırılmış dünyada bile bazı eski sezgilerimiz yerinde duruyor. bir köpeğin görünmeyen bir akarsuyun üstüne yatmayı seçmesi gibi, biz de hala görünmeyen güçlerin etkisi altındayız. nadiren -ne yazık ki çok nadiren- aydınlanma yaşarız. unutulmuş kehanet güçleri içimizde bir an için uyanır; bu süre amaçlarını hissedebilmemiz için yeterli olmasa da ruhani dünyanın cismani dünyada varlığını sürdürdüğünü anlamamıza yeter. bu anda fizik kanunları askıya alınır. kadim taşlar insanı çağırır, çok eski yollar belli belirsiz ışıldar. suyun kaynağı büyüler, rüzgar ağaçların arasında haber taşır, çullukların ötüşü başka bir dünyadan duyulur.

yuvarlak höyükler, dikkatli ve yalnız yürüyenlerin algılayabildiği psişik güçlerin yolunda bulunur. höyükleri yapanlar, dolmenleri, taş halkalarını dikenlerin bildikleri şeyleri biliyorlardı. bu nedenle, küçük höyüklerin ve yuvadaki höyüklerin, kutsanmış koruların ve su kaynaklarının, muazzam ağaçların (işaretlenmiş, her biri kendine özgü bir tarihe sahip ağaçların) olduğu yerde kilise çanları çınlayan ilk hristiyanlar da bunları biliyorlardı.

eğer bu kutsal yollar enerji kanallarıysa, insanların bu güçten faydalanmanın bir yolunu bulup bulmadığını sorabiliriz. mezar alanları, yuvarlak höyükler, megalitler gücü artırmak için mi yoksa onu kullanmak için mi yapılıyordu? evet. hristiyan kiliseleri büyük ihtimalle bahsedilen enerjiye ya da güce karşı çıkmak veya onu yok etmek için bu hatlar üzerine kurulmuştur. hristiyan din adamları bu gücü paganlıkla özdeşleştiriyordu ve bu yüzden tehlikeli olduğunu düşünüyorlardı. ama tunç çağı mezarlarının amacı çok farklıydı. psişik enerjinin varlığının, ölümden sonra yapılacak yolculuğa yardımcı olacağına inanılıyordu. yolculuğa yardımcıydı. ama bunu nasıl biliyorlardı? sezgileriyle mi yoksa tecrübeleriyle mi?

spiritüalistler, sözümona astral düzlemde yapılan seyahatten çok söz ederler. ayrıca cadılar, sihirbazlar ve doğunun cinleri de bundan bahsetmiştir. süpürgeler ve kanatlı atlar. uçan halılar. bu yolculuğun beş duyuyla algılanabilecek bir düzlemde yapılabileceğini tahayyül edemiyorum. yo, bizim sarah'nın ya da betty'nin bir süpürgeye binip açık pencereden uçtuğunu düşünemiyorum. bu yüzden ya, bu yolculuğun zihinsel yolculuk için kullanılan bir mecaz olduğunu kabul etmem ya da paralel bir dünyada -ancak belirli ve olağandışı koşullar altında kavranabilecek bir dünyada- yolculuk yapılabildiği ihtimalini değerlendirmem gerekir. eski büyü ve sihir geleneğinden gelen cadıların tam da bu koşullarla ilgilendiğini sanıyorum. kazanlar, iksirler, muskalar, kostümler, eski yazılar ve ayinler ruh hallerinin dışavurumudur. bunlar bir taraftan sembolik değer taşır, bir taraftan da meraklıları ve ilgilenenleri uzak tutar.

geçmişteki cadı avları cehaletten, korkudan ve ruhani boyuta dair farkındalık yitirildiğinden gerçekleşmişti. bunları başka bir yerde olmuş gibi algılamak isteriz: eğer güneybatıda yaşıyorsak yorkshire'da, iskoçya'da yaşıyorsak ingiltere'de, sussex'te yaşıyorsak essex'te yaşandıklarını düşünürüz. işin aslı, cadı avları adanın her yerinde, ingiltere'nin bunu yazıyor olduğum güzel köşesinde bile yaygındı.

cerne'de "ruh avı" denen ve her yıl azizler yortusu arifesi'nde düzenlenen bir ayin vardı. davullara vurulur, tuhaf kostümler giyilir, flüt ve keman çalınırdı. avcıların yolu derelerden tepelerden, kavşaklardan, kilise kulelerinden, uzun ve yuvarlak höyüklerden geçerdi. bu geçit, ölülerin ruhlarını korkutmak ve onlarla konuşanların kökünü kazımak için yapılırdı. bir seferinde kurban, bataklık bölgede otları, kökleri, kedileri ve bütün yıl yumurtlayan tavuklarıyla yalnız yaşayan peg adında bir kadındı. kadını bağlayıp omuzlarında taşımışlardı. sahte bir mahkeme kurulmuş, bu mahkemede kadının evinde bulunan bir çift garip zar kanıt olarak sunulmuştu. dev'in yakınlarında birbirine bağlanmış dişbudak dallarından derme çatma bir kafes yapıldı. büyük bir ateş yakıldı ve kafese koydukları kadını yaktılar.

22.03.2016

tango

heinz pollack

tango bir dans olmaktan çok, ruhun rengarenk parıldayan bir macerası. kol ve bacaklar birbirlerine düğümlenerek oynadıkları oyunla, bu macerayı dış dünyaya iletmekte. çizgileri çok yumuşak, rahat ve gizemli. bedenler zaman zaman tehlikeli ve karmakarışık olan çok değişik bir oyun oynuyorlar. dehşetli bir arzuyla birbirlerini yakalıyorlar, tutuyorlar, birlikte ileriye doğru kayıyorlar, gülümseyerek zarif kıvrılmalarla usulca birbirlerinden kaçıyorlar. hiçbir tango bir diğerine benzemiyor; çünkü o her zaman bedenin kalpten gelen ateşli bir tapınmasıdır.

21.03.2016

marquis de sade

tomris uyar

"kızgın, karşı konmaz, öfkeyle dolu, her şeyde aşırı, töreler konusunda görülmedik bir hayalleme sapışı taşıyan, bağnazlığa dek tanrısız.. bir iki lafla ben böyleyim işte. ya olduğum gibi alın ya da bir kez daha vurup öldürün beni. çünkü değişmeyeceğim."

milton'ın ünlü "kaybolmuş cennet" şiirinde şeytan, "cennette köle olacağıma" der, "cehennemde efendi olurum." işte simone de beauvoir, "sade'ı yakmalı mı?" adlı incelemesinde cehennemde; ama yeryüzü denilen o geçici ve sıkışık cehennemde tek başına bir imparatorluk kurmayı deneyen bir yazara eğiliyor. albert camus'nün deyimiyle "hayır" diyen, başkaldıran bir bireye.

"bir yerde, bir yönden haklı olduğumuza ilişkin bir görüşümüz olmadan başkaldırma söz konusu değildir." diyor camus. sade'ın asıl önemi, "zekanın soğukkanlılıkla tasarladığı sonsuz özgürlük tutkusunda" beliriyor. (camus) sade, "insanı bir deney aracı haline getirerek egemenlik istemiyle nesneleşen insan arasındaki ilişkinin yasasını buluyor." (camus) "insanın insanla ilişkilerine eğilmemizi" istiyor. (beauvoir)

sade'dan bir edebiyatçı çıkaran, onun hapiste geçirdiği hayattır kuşkusuz. "bir adamın kafası kapalı bir hücrede boyun eğmeye dayanan töresel bir felsefe yaratmayacak kadar güçlüyse genellikle bir egemenlik felsefesi yaratır." diyor camus.

beauvoir'a göre sade'ın tutuklanması, yani o dönemde aynı rezilce hayatı sürdüren yaşıtları gibi adaletten paçayı kurtaramaması kaçınılmaz bir olaydır. çünkü sade, gizliliği yok edecek bir aşırılığa kayarak zaferini doğrulamaya kalkmıştır. suç ortaklarını bile kendisine düşman eden davranış budur işte. "kısa bir süre önce somut bir iktidarı ellerinde tutup da artık dünyada gerçek hiçbir şeye sahip olmayan gerici bir sınıfın çocuklarıdır bunlar." feodal zorbalıklarını ancak yatak odalarında uygulayabilmektedirler. sade da onlar gibi düzensiz yaşar, borçlanır; çok şey umduğu, şımartıldığı bir dünyada aradığını bulamayınca da sıkıntıya düşer. yalnız çıkış noktasında büsbütün ayrılır onlardan. o güne kadar eşi görülmemiş bir yadsımayla, göklere çıkarılan değerleri yerle bir eder; bayağıyı soyluya, çirkini güzele, yaşlıyı gence, kirli ve pis kokuyu temizliğe yeğ tutar. çünkü doğa kötüdür, zalimdir, kan dökücüdür. yaşamımızdaki çelişki de bundan doğmaktadır. toplum, zevklerinde suç bulmak için doğaya başvururken doğa suçtan zevkler yaratmakta, bu defa doğaya öykünen birey toplumun tepkisiyle karşılaşmaktadır.

insanları güçlüler ve güçsüzler diye ikiye ayırdığı toplumda sade o kötü doğaya canla başla öykünür. "hiçbir duyuş yoktur ki acıdan daha girişken, daha keskin olsun." toplumdan aldığı korkunç öcün parıltısında bulur mutluluğu; şehveti, zevki artıran her şeyi kutsar ve suçta orgazmın kaynağına iner. homoseksüelliği övmesini de bu şekilde yorumlayabiliriz: "kendi cinsinizden biriyle işlediğiniz suç, karşı cinsten biriyle olana göre daha büyükmüş gibi gelecektir size."

kadınlar doğuştan gözü yaşlı kurbanlardır onun gözünde; ama suç işleyen kadın kıyıcı, egemen olma hakkını, yani güçlüler arasına katılma olanağını elde etmiş olur. coşku, ortaklaşa tat küçük adamlara özgü şeylerdir ona göre. güçlü kişi egemen olmak ister, zorba zorbalığının bilincine varınca, can yakınca zevklenir; öte yandan kurbanın da kurban olmanın bilincine varması, yani sızlanıp yakınması, haykırması şarttır. bu bilinçlenmeyi kolaylaştırmak için tanıkların varlığından yararlanılır.

tanıklar arttıkça zevk düzenleri de sayıca artacaktır, özneyle nesne kendi varlıklarını belirleyen bir durum yaşayacaklardır; özne, başkalarının gözünde bir nesne olurken acı çektirdiği gövdenin karşısında bir özne olacaktır aynı zamanda: sadomazoşizm diyoruz buna. gelgelelim sade'ın gerçekte uygulayamadığı bu düşsel törenler eninde sonunda bir yere gelip takılıyor. kurban ya cayıyor ya da ölüyor. oysa ölüm tıpkı camus'nün ileri sürdüğü gibi saçmanın yani dünyaya ilişkin geçicilikten güç alan yürekli bir seçmenin, bir sürdürmenin dışına sarkmak demek.

"değil mi ki yalnız doğa gerçektir, doğada yalnız istek ve yıkıma izin varsa, bu kan içiciliği doyurmaya insanlığın gücü yetmez; yıkım yolu evrensel silinmeye götürür." diyor camus. hem sade bununla da yetinemez; çünkü öldürenler, kıyanlar doğaya dönerler yine, öldürme eylemi bile tamamına eremez. sade doğadan tiksinir gerçekten: "tiksiniyorum doğadan. onun tasarılarını altüst etmek.. ona yardımcı olan her şeyi yok etmek.. güneşe saldırmak.. gerçek suç bu olurdu işte, asıl suç."

zaten sade da girdiği çıkmazın bilincindedir; bu yüzden düşleriyle, edebiyatçılığıyla yıkmıştır doğayı, kendisinin tanrı olduğu başka bir evren yaratarak toplumdan öcünü almıştır. onu okurken buruk, çarpık bir kuşku belirir yüzümüzde. tutarlı bir düşünür ya da büyük bir edebiyatçı olmasından değil bu, "suçlarını yükleniş tarzından" (beauvoir), çağına karşı gelerek "ilkelerin özgürlüğünü değil, içgüdülerin özgürlüğünü savunmasından." (camus) belki de nietzsche'nin etkisiyle öldürülmeyi bekleyen bir tanrı'ya doludizgin koşuşundan.

camus, "sade'ın tanrıtanımazları temelde tanrı'nın var olmadığını kabul ederler; çünkü var olsaydı kayıtsız, kötü ya da zalim demek olurdu." diyor, şatolardaki tanıkları "tuhaf bir gize erdiklerinden ötürü kendilerini tutsak yığınlarının üstünde tutan küçük bir aristokrat kümesi" olarak nitelendiriyor; öyle ki sade'ın cinsel zevklenme sırasında boyuna sayıklayan, anlatan, açıklayan soğukkanlı kişiler tanıkların önünde bir çeşit günah çıkarmış oluyorlar; suçsuzsalar aforoz ediliyorlar yani.

camus, "sade insanlığın dostu değildir, insanseverlerden nefret eder. ara sıra sözünü ettiği eşitlikse matematiksel bir kavramdır." der. yalnız bu yargı üstüne düşünürken sade'ın cinselliği toplumda mülkiyetin yerine koyma çabasını gözden kaçırmamak gerek: "boş yasalarla değil, tam bir servet eşitliğiyle ve en güçlünün gücünü silecek yeni koşullarla." gelenekleri, toplumu hiçe sayan bir adamın içinde bulunduğu durum tam bir uyumsuzluktur. camus,"onun kurmak istediği, bir suç cumhuriyetidir; uzun bir süre devletini evrenselleştiremeyeceği için yasalara uyar görünmek zorundadır." diyor.

fransız devrimi'nin zindandan kurtardığı cumhuriyetçi markinin siyasal görüşü oldukça belirsiz; aristokrasiye karşı ama halkla da bir alışverişi yok. tek başınalığın acıları içinde. ihtilalin ortasında ölüm cezasına da karşı üstelik. "erdem adına işlenen her türlü suça" karşı olduğu için, yargılamayı gülünç bulduğu için. çok geçmeden cumhuriyetçiler de atıyorlar onu hapse. "öldürmeyi bir kere kabul edince, tek bir defa bile olsa, ona evrensellik tanımanız gerekir." diyor onlara.

20.03.2016

dilek

william shakespeare


ey kader, ağır elini çekme üstünden.
ey ölüm, ayıbını ört, sakla gözlerden.

18.03.2016

düğün

federico garcia lorca



uyansın gelin, düğün günüdür bugün
delikanlılar çalıp söylesin
balkonlar çelenklerle bezensin
uyansın gelin; çiçekli sevgiden, taze bir demetle
uyansın; gövdesiyle, dalıyla ulu defnelerin
uyansın; uzun saçları, kar beyazı gömleğiyle
gümüşlü rugan pabuçları, alnında yaseminlerle

aç; çoban kızı, ay göründü bak
ah; yakışıklı, şapkanı zeytinliğe bırak

uyansın gelin; geliyor kırlardan, şarkılarla düğün alayı
tepsilerde yıldızçiçekleri, badem çörekleri
uyansın gelin; gelin, takmış beyaz çiçekten tacını
damat, bağlıyor sırma fiyonklarını
oğulotu kokusu, uyutmuyor gelini
portakal bahçesinde; kaşıkla örtü, damadın hediyesi
uyan güvercin, şafak aydınlattı karanlık çanları

gelin, gelin, beyaz gelin
bugün genç kızsın, yarınsa kadın

esmerim; aşağı insen, ipek eteğini sürüsen
esmer güzelim; aşağı insen, sabahın çiyli serinliğine gelsen

uyansa hanımcığım, uyansa; gelse dışarı, çiçek yağmuruna
bir gömlek işleyeceğim ona, nar çiçeği kurdeleli
her kurdelede bir aşıkmerdiveni, etrafı biyelerle çevrili

uyansın gelin, düğün günüdür bugün

evinden çıkarken, ey beyaz genç kız
unutma ki bir yıldız gibi parlamaktasın
tertemiz hem bedenin, hem giysilerin
çıkıyorsun kapısından evinin
evinden çıktın işte, gidiyorsun kiliseye
rüzgar çiçek yağdırıyor, kumların üzerine
ah; beyaz genç kız, başörtüsünün danteli
karanlık bir rüzgar sanki

yakışıklı bir atlıydı, şimdi bir kar yığını
dolaştı panayırları, dağları, kadınların kucaklarını
şimdi gece yosunları, taçlandırıyor alnını

annesinin günebakan çiçeği, yeryüzünün aynası
acı zakkumlardan bir haç yerleştirsinler göğsüne
parıltılı ipekten çarşaflarla örtsünler
su inleyip ağlasın, kıpırtısız ellerinde

ah, geliyor dört delikanlı, yorulmuş geniş omuzları
ah, doldurdu dört yakışıklı, ölüm kokusuyla havayı

hacker etiği

pekka himanen

hayat yalnızca, hafta sonu için uzun bir bekleyiştir.

zaman ile kurdukları serbest ilişki her zaman bireysel bir hayat ritminden zevk alan hackerlara özgü bir özellik olmuştur. hackerlar, her zaman bireye saygı duymuştur. her zaman otoriteye karşı olmuşlardır.

belki de, hakim olan ilerlemeyi, hayatlarımızı kolaylaştırmanın tarihi değil de, ekmek parası kazanmayı sürekli daha da zorlaştırmanın tarihi olarak görmeliyiz.

17. yüzyıldaki bilimsel devrimin anlamı, güya skolastik öğretinin geride bırakılması ve yerine sürekli yeni bilgiler için çabalayan bir bilimin gelmesi olacaktı. oysa üniversite, skolastik eğitim modelini ve hiyerarşisini, kullandığı terimlere kadar muhafaza etti (örneğin, dekan esasında manastırda bir görevliydi). skolastik öğretim yöntemlerinin, bağımsız düşünce ve yeni bilgi üretme yeteneğine sahip modern bireyler yaratabilmesini beklememiz oldukça garip görünüyor.

insanlar sadece çalışmak tüm enerjilerini tükettiğinde ve tutkularının peşinden gitmenin zevki için bile fazlaca yorgun olduklarında, televizyon için uygun olan edilgen alıcı durumuna düşerler.

sorulması gereken soru sadece şu: en yüksek hedefime göre şu anda doğru bir biçimde mi yaşıyorum? arzuladığım ve hak ettiğim talihe (paraya) ulaşmak için değerlerim neler olmalı? gerçekten istediğiniz hayat kalitesini yaratmak için hangi değerlerden kurtulup, hangilerini eklemek istersiniz bir bakın.

kişisel gelişimde bir kişi hayatına "vizyonum nedir? gerçekleştirmek için stratejim nedir?" diye soran bir network girişimiymiş gibi muamele eder. hayat üç aylık gelişme raporlarıyla, bir proje haline gelir.

network toplumuna ve protestan etiğine hakim olan yedi değerin para, iş, optimumu sağlama, esneklik, istikrar, belirleyicilik ve neticenin muhasebesini yapma olduğunu gördük. hackerın hayatındaki ilk esas değer tutkudur; diğerleri: özgürlük, toplumsal değer, açıklık, etkinlik ve duyarlılık, yaratıcılık.

17.03.2016

yüreklilik

jean jaures

bugün yüreklilik, diğerleri üzerine her zaman patlamasından övünülen korkunç ama uyutucu olan savaşın karanlık bulutunu dünya üzerinde tutmak değildir. yüreklilik, aklın çözebileceği çatışmaların çözümünü gücün ellerine bırakmak değildir; çünkü yüreklilik insanın yücelmesidir.

hepiniz için yüreklilik, her saatin yürekliliği, yaşamın saçıp savurduğu fiziksel ve ahlaksal her düzeydeki denemeleri eğilip bükülmeden yüklenmektir. yüreklilik, istenci duyguların ve güçlerin rastlantısallığına bırakmamaktır; kaçınılmaz bezginliklerde çalışma ve eylem alışkanlığını korumaktır. bizi her taraftan sarsan yaşamın sonsuz karışıklığında yüreklilik bir meslek seçmek ve ne olursa olsun onu iyi yapmaktır; titiz veya monoton ayrıntıdan yılmamaktır, olabildiği kadar eksiksiz bir teknisyen haline gelebilmektir; yararlı eylemin koşulu olan çalışmanın uzmanlaşması yasasını kabul etmek ve anlamaktır ve bununla birlikte bakışında ve zihninde geniş dünyaya doğru bazı kaçışlara ve daha geniş perspektiflere yer ayırmaktır.

yüreklilik, ister bir pratisyen, ister bir filozof, meslek ne olursa olsun, bir bütün olmaktır. yüreklilik, kendi öz yaşamını anlamaktır, onu belirlemektir, onu derinleştirmektir, onu kurmaktır ve bununla birlikte onu genel yaşamla uyumlu hale getirmektir. yüreklilik, hiçbir ipin kopmaması için iplik veya dokuma makinesini gözetmektir ve bununla birlikte, içinde makinenin özgür işçilerin ortak hizmetçisi olduğu daha engin ve daha kardeşçe bir sosyal düzeni hazırlamaktır. yaşamın bilime ve sanata dayattığı yeni koşulları kabul etmektir, olayların ve ayrıntıların hemen hemen sonsuz karmaşıklığını benimsemek ve keşfetmektir ve bununla birlikte bu korkunç ve karışık gerçeği genel fikirlerle aydınlatmaktır, düzenlemektir ve onu biçimlerin ve ritimlerin kutsal güzelliği ile yükseltmektir.

yüreklilik, kendi hatalarına egemen olmaktır; onlardan acı çekmek ama onların altında ezilmemek ve yoluna devam etmektir. yüreklilik yaşamı sevmektir ve ölüme dingin bir bakışla bakmaktır; ideale koşmak ve gerçeği anlamaktır; harekete geçmek ve evrenin çabamıza hangi ödülü ayırdığını veya bir ödül ayırıp ayırmadığını bilmeden büyük amaçlara kendini adamaktır. yüreklilik, gerçeği aramak ve onu söylemektir; geçici olarak muzaffer olan yalanın yasasına boyun eğmemektir ve ruhumuzu, dudağımızı ve ellerimizi, aptal alkışların ve fanatik yuhaların yansıması yapmamaktır.

16.03.2016

yirminci asra dair

nazım hikmet


- uyumak şimdi
uyanmak yüz yıl sonra, sevgilim
- hayır
kendi asrım beni korkutmuyor
ben kaçak değilim

asrım sefil
asrım yüz kızartıcı
asrım cesur
büyük
ve kahraman

dünyaya erken gelmişim diye kahretmedim hiçbir zaman
ben yirminci asırlıyım
ve bununla övünüyorum
bana yeter
yirminci asırda olduğum safta olmak
bizim tarafta olmak
ve dövüşmek yeni bir alem için

- yüz yıl sonra, sevgilim

- hayır, her şeye rağmen daha evvel
ve ölen ve doğan
ve son gülenleri güzel gülecek olan yirminci asır
(benim şafak çığlıklarıyla sabaha eren müthiş gecem)
senin gözlerin gibi, hatçem
güneşli olacaktır

15.03.2016

elde var hüzün

attila ilhan


dağıtır insanı
bu garip tutku
bu çılgın sevi

sabah uyanırsın karanlıktır
ezan yağmurda dağılır
kuş yağar bulutlardan

bizi tanıştırmadılar evet yalnızım
eş dost arasında büsbütün yalnız
aslında kararsızım dilim dolaşıyor
gözleriniz olmasa konuşamayacaktım
hep böyle cana yakın mı bakarsınız
hafif koyu kestane az yeşile çalıyor

yarın o pavyon kızı ölesiye sevdiğim
onu neden sevdiğimi bir türlü anlamıyor
ağzı temmuz sıcağı bakışları sonbahar
sanki saman ateşi için için yanıyor

mavi yıldız sürmüş gözkapaklarına
dokunduğu yer patlıcan moru
gözlerine muazzam kirpik indirmiş
bir yanardağ ağzıdır dudakları

sabahlar olur bir türlü uyuyamam
içimde sanki şilepler çarpışıyor
yağmurda sis düdükleri

kim ne derse desin içimde delice bir his

döne döne sonbahara ulaştı yorgunluğum
uzaktan ölümün çanlarını duyuyorum
geceler uzadı sabahlar olmak bilmiyor
sürekli alacakaranlıkta hanidir ruhum

"ders-i aşkın müşkilin yahya nice halleylesin
söyleyenler kendini bilmez bilenler söylemez"
(şeyhülislâm yahya)

erkek güzeli kadın
kadın güzeli erkek
dibinde fosforlu bir karanlığın
sabahlara kadar boğuluyorlar
nefes nefese sevişerek

"azade ser olurdum âsib-i derd-ü-gamdan
ya dehre gelmeseydim ya aklım olmasaydı"
(ziya paşa)

koparıp göğsünden yüreğini
uzatsan kan içinde
çiçek yerine

"dilde gam var şimdilik lûtfeyle gelme ey sürûr
olamaz bir hânede mihmân mihmân üstüne"
(râsih)

kanlı hesapları vardır
kıyamete kadar sürecek
ölümle şairlerin
kim bilir nerden bilecek
ne çığlıklar geçer daha dünyadan
attilâ ilhan gibi

keman yanlış anlaşılmasından tedirgin
utlar vahim sorular soruyor

hayat zamanda iz bırakmaz
bir boşluğa düşersin bir boşluktan
birikip yeniden sıçramak için
elde var hüzün

yağmurlu kış günü tenha bahçede çırılçıplak
mevsim ona beyhudedir artık ne soğuk ne sıcak
bu çınar ömür boyu yalnızlığa hüküm giymiştir
her gün bir parça ölerek süresini dolduracak

sabah ezanları köyden köye yayılıyor
hey gidi hey
mülk sözde osmanlının ama
alamanın elinden
ingiliz alıyor

"bende sığar iki cihan ben bu cihana sığmazam"
(nesimi)

14.03.2016

şairin romanı

murathan mungan

öğrenmenin hazzı olmadan insan tamamlanmaz. çevremizdeki birçok insanın yarım kalması bu yüzdendir.

güven, kazanılan bir şey değil, inşa edilen bir şeydir.

sadece erdem sahibi olmak yetmez; erdeminde ustalaşmak gerekir.

neden herkes hayatta gerçeğin peşinde sanır kendini? hakikat her zaman yarayışlı bir şey değildir. aklınızda, ruhunuzda hakikati ağırlayabilecek yeriniz yoksa, onu davet etmemelisiniz.

bazı mevsimler bir günde gelir.

sıradanlık görülür olmaya başladığında acı verir.

katiller sıradan insanlardır. sıradanlık ürkütücüdür. büyük canavarlar orada saklanır.

kimse sandığı kadar dayanıklı değildir. herkes bir gün incitilir.

"mezarı dorukta olanların ziyaretçisi az olur."

en büyük çaresizlik varoluştur. niye var olduğunu anlamadan var olursun çünkü.

yerkürede iyilik ve kötülük, şiir ve cinayet hep bir arada olagelmiştir. onca yıl şiirle, erdemle, bilgelikle, güzellikle, emek ve zahmetle büyüttüğünüz birileri, günün birinde kötülüğün sinsi karanlığından çıkıveren başka birilerinin darbesiyle öldürülüverir. onca şiir, erdem, bilgelik, güzellik bir anda ölüverir.

din

samuel butler: inanç en kolay yolu izleyen herhangi bir olgudan farksızdır.

lincoln steffens: neden insanlar zeka seviyeleri ne kadar düşükse o kadar spiritüel bir hale geliyorlar?

robert burns: neden zihnin dini kabul etmesi, her zaman kalbin sınırlarının küçülmesine ve özgürlüğünü yitirmesine yol açar?

euripides: rastgele ve pervasız şans ve değişim faktörleri dünyayı kontrol ederken, tanrı'nın var olduğunu kabul ederek kendimizi gerçek dışı rüyalar ve yalanlarla kandırmıyor muyuz?

noam chomsky: dinin özünde mantıksız olduğu doğrudur. hiçbir tez ya da kanıt olmaksızın bir inanca bağlanıp bir diğerine sırt çevirmemizin sebebi nedir?

clarence darrow: herkes yaşamının ne zaman başladığını bilir. eğer geçmişte var olmamışsam, gelecekte -ölümden sonra- nasıl var olabilirim?

diderot: "o halde hiçbir şeye inanmıyor musun? buna rağmen ahlaki prensiplerin inançlı birininkiyle aynı. nasıl? çalmıyor musun? insanları öldürmüyor musun? onları soymuyor musun? o halde bir inançsız olmak sana ne kazandırıyor?" hiçbir şey, hanımefendi. inançlı kişiler bunu kar etmek amacıyla mı yapıyor?

12.03.2016

on bin adam

ilhan selçuk

ebu süfyan'ın oğlu muaviye, islam tarihinin en ilginç kişilerindendir. hz. muhammet'e uzun süre direnmiş, peygamber'in son yıllarında müslüman, 20 yıl geçmeden de halife olmuştur. öykünün geçtiği yıllarda muaviye şam'da, hz. ali de kufe'de idi.

muaviye ile ali iki can düşmanı.

bir gün ali'nin kufe'sinden bir arap, satacağı malları devesine yükleyip muaviye'nin buyruğundaki şam'a gelmiş. pazarda bir şamlı arap, deveye sahip çıkmış:

"bu dişi deve benimdir."

kufeli:

"nasıl olur" diye direnmiş, "bu deve benim elimde büyüdü; hem bu deve dişi değil, erkek."

tartışma muaviye'ye yansımış, herkes davayı izlemek için meydanda toplanmış, muaviye davacıya sormuş:

"bu dişi deve kimindir?"

şamlı:

"bu dişi deve benimdir."

muaviye kararını açıklamış:

"bu dişi deve şamlınındır."

sonra cemaate sormuş:

"ey cemaat, bu dişi deve kimindir?"

cemaat bir ağızdan:

"bu dişi deve şamlınındır."

deve şamlıya verilmiş. kufeli şaşkın şaşkın bakınırken muaviye adamı kenara çekip demiş ki:

"ey kufeli! sen de ben de biliyoruz ki bu deve erkektir. ama sen burada gördüklerini kufe'ye dönünce ali'ye anlat ve de ki: muaviye'nin, erkekle dişiyi birbirinden ayırt edemeyen on bin adamı var; ona göre ayağını denk alsın!"

11.03.2016

şiir ve bilim

melih cevdet anday

nobel ödülü sahibi fransız ozanı saint-john perse, washington'da bulunduğu sırada, bir gün einstein, princeton'dan telefon etmiş ona, görüşmek istediğini söylemiş ve karşılaştıklarında şunu sormuş:

"bir ozan nasıl çalışır? bir şiirin düşüncesi nasıl gelir ona? bu tasarı nasıl dönüşür şiire?"

saint-john perse "büyük ölçüde sezgi ve bilinç dışı ile" yanıtını verince de çok sevinmiş. "bilim adamı için de tıpkı öyle" demiş, "bir buluşun, bulgunun oluşumu mantıksal da değildir, anlıksal da. bir anlık bir aydınlanma, bir esinlenme, nerdeyse bir esrimedir bu. elbet bunun arkasından us çözümler sezgiyi, deneyleme ise doğrular. başlangıçta imgelem vardır."

masal

ömer hayyam


ev barkla, köşk sarayla boşa kaygılandın
yaşam denen masala ne diye inandın
yeller esen bir yerde mum yakılır mı hiç
sel yatağına evler kurulur mu sandın

10.03.2016

makine

friedrich engels

"iktisatta, maddi bir çıkar olmaksızın hiçbir şey olmaz."

modern devlet, biçimi ne olursa olsun, esas olarak kapitalist bir makinedir: kapitalistlerin devleti, düşüncedeki kolektif kapitalist. üretici güçleri ne kadar çok kendi mülkiyetine geçirirse o kadar çok gerçek kolektif kapitalist durumuna gelir, yurttaşları o kadar çok sömürür.

roma imparatoru vespasianus, tuvaletlere vergi koyduğu için onu suçlayan oğluna "paranın kokusu yoktur." karşılığını vermiştir.

üretimin doğal bir gelişme izlediği her toplumda, -ve bugünkü toplum bu durumdadır- üretim araçlarını egemenlikleri altına alanlar üreticiler değil; ama üreticileri egemenlikleri altına alanlar üretim araçlarıdır. böyle bir toplumda her yeni üretim kaldıracı, zorunlu olarak, üreticileri üretim araçlarına yeni bir köleleştirme aracı durumuna dönüşür.

modern savaş gemisi, büyük sanayinin yalnızca bir ürünü değil ama aynı zamanda onun bir örneği, ne var ki her şeyden önce para israfı yaratan yüzen bir fabrikadır.

hüsran filizleri

celal sılay



şu yaşayış dediğin bir ah etmeye değmez

her dönüş yaşayışın bir gününü yutuyor
bir gün ki, bir hayata, neler bahşeder neler

vardığı yer nokta olan her sonun manası haldir

kollarımın kavuştuğu mekanda değil
aklımın eriştiği alanda cirit atarım

ben yıldız topluyorum yalınayak
onlar izmarit topluyor otomobilli

bildiğin ve öğrendiğin kadar bilmek ve öğrenmek var

bahar geldiği için çiçekler açmaz
çiçekler açtığı için bahar gelir

hayret aklın en güzel çocuğu; onu kitaplar yedi
şüphe aklın en çirkin piçi; onu kitaplar besledi

sesten kesiliyor sesten, ses gibi için aydınlık
ses gibi aklın mutlu, kesiliyor ses gibi güzel
sıcak olan bir şeyden

değmemeli birbirine yaşamıyla anısı

konuşunca yaşam susuyor
susunca ölüm konuşuyor

önce etin usa dar gelmesindeki o sevinç
şimdi usun ete dar gelmesinden bu tasa

sözde sebeple ağlayanlar
gerçek sebeple gülemedi

kurcalanmadık kilit bırakmaz
anahtarı her kapıya uyanlar

duvar olur kent sokakları sevmeyenle dolaşınca
sokak olur ev duvarları sevenle oturunca

yaşamı algı algı açık
ömrü dönem dönem kapalı

gökte diziyle ışıldayan yıldızları
yerde tek tek söndürdüler

hiçbir şeyle denemez kendisini
kendisinde deneyenler her şeyi

bir kuş bir kanat tenimizde
bir rüzgar bir serinlik içimizde
bir gök bir deniz mavi mavi
şarkı bahçe düğün dernek

savru mu deniz mi
neresinden katlıyorsunuz sesi
siz ne yapıyorsunuz orda

"ağlamayan gözler göremez."

dışı durgun, içi oynak
yaşam yalancısı, aşk doğrucusu

savunmayla sataşmanın göründükçe kendisiydi
gizledikçe benimdi, ne benimdi ne kendinin