27.02.2010

uzun lafın kısası

cervantes: her şey satılır ve her şey satın alınır.

remarque: tam zamanında içilecek bir sigara, dünyanın bütün ideallerinden daha iyidir.

ivan illich: en iyi öğretmenler bile öğrencilerini okullaşmanın seremoni ve ritüelinin oluşturduğu gizli müfredattan koruyamazlar.

juli zeh: insan, oturduğu yerde değil, anlaşıldığı yerde evinde hisseder kendini.

polly toynbee: din iyi değildir, öldürür. insanların gerçekten ona inandığı yerde zehirleyici bir etkisi vardır. tanrı vergisi mutlak küstahlık ortaya çıktığında kan akar ve kadınlar zincire vurulur.

saint-exupery: sevmek birbirine bakmak değil, birlikte aynı yöne bakmaktır.

peter atkins: hem entelektüel yönden dürüst davranıp hem de tanrılara inanabilmek mümkün değildir. tanrılara inanan birinin gerçek bir bilim adamı olması imkansızdır.

robert l. stevenson: şarap ve tütünün olmadığı bir yaşamda yapılabilecek tek şey ulumak, tepinmek ve kaçıp gitmektir.

gabriel garcia marquez: londra kilise meclisinin yirmi yedi yasasının yirmi yedisinin de içine sıçayım.

pythagoras: en iyiyi seç; alışkanlıkla hem kolay hem de sevimli duruma gelecektir.

ahmet hamdi tanpınar: insan neyi anlatabilir? insan insana, insanlara hangi derdini anlatabilir? yıldızlar birbiriyle konuşabilir; insan insanla konuşamaz.

rana dasgupta: kendimizi kandırmayalım; iğrenç bir dünyada yaşıyoruz, her şey yalan.

26.02.2010

yok yere yaygara

william shakespeare


mutluluğun en güzel ifadesi susmaktır. ne kadar mutlu olduğunu anlatıp duran insan çok da mutlu olamaz.

ırmaktan daha geniş köprüye ne gerek var
ödülün iyisi ihtiyacı karşılayandır

kendi mükemmelliğini kabul etmemek
her zaman üstünlük göstergesi olmuştur

kötü bir sözün sevgiyi ne kadar zehirleyeceğini
hiç bilemez insan

kendini övüp de akıllı olan kişi yirmide bir çıkmaz.

insanoğlu böyledir
elinde olanın gerçek değerini bilmez
ama o şey elden gidip yok olunca
birden kıymetleniverir ve işte o zaman
sahip olduğu sürece görmediği niteliklerini de
görmeye başlar

acayip derdin çaresi de acayip olur

ne harika şey şu insanoğlu; dışarı çıkarken cepkeniyle pantolonunu giyiyor; ama aklını evde bırakıyor. o zaman da maymun azmanından farkı olmuyor; ama maymun bile böyle birinin yanında bilgin kalır.

25.02.2010

savaş

jacques prevert

..ve sonra savaş ülkemizi sardı. ben iki dünya savaşı gördüm ama ikisine de katılmadım. kimseyi öldürmedim. belki de, bundan dolayı, kimse beni öldürmedi. bunları kendisine söylediğim biri beni küçümseyerek yüzünü buruşturmuştu:

- ya herkes sizin gibi yapmış olsaydı!

- evet ya herkes benim gibi yapmış olsaydı!

bir prévert bir daha kolay kolay gelmez yeryüzüne: iyi dinleyin onu, dar kalıplar, miskin düşünceler, katı kurallar, ikiyüzlülükler içinde tüketmeyin kendinizi. hayır demeyi bilin, dünyamızı güzel kılmayı öğrenin. kabullenmeyin size her verileni, her söyleneni.

zenginlik

alain de botton

adam smith "milletlerin zenginliği" adlı kitabında, modern toplumların büyüleyici üretkenliğiyle ilkel toplayıcı ve avlayıcı toplumların kısır kaynaklarını karşılaştırır. smith'e göre ilkel toplumlar fakirlik içinde yaşamaktaydı. hasattan yeterince ürün alınmıyor, temel besin maddelerinde hep bir kıtlık yaşanıyor, kriz zamanlarında çocuklar, yaşlılar ve fakir insanlar "vahşi canavarların" ellerine terk ediliyordu.

oysa modern toplumlarda yenilikçi üretim modelleri ve smith'in deyişiyle "işgücünün eşit pay edilmesi" sayesinde ürünler bütün toplum üyeleri tarafından paylaşılabiliyordu. öyleyse tutup da başka yaşamlar peşinde koşanlar yalnızca romantikler ve cahillerdi: "modern toplumlarda bir işçinin, en fakir kesimden bile olsa tutumlu olduğu ve verimli çalıştığı takdirde yaşamın olanaklarından ve gereklerinden aldığı pay, ilkel toplumlarda yaşayan yabanıl bir işçiye göre çok daha büyük olacaktır."

ancak smith'ten yirmi iki yıl önce, topluma karşı atılan çığlığa benzer bir ses tam tersi yönde üretmişti savını. bu ses, yabanıl işçiden yanaydı. j.j. rousseau, "insanlar arasındaki eşitsizliğin kaynağı" adlı eserinde, acaba, diye soruyordu, herkesin düşünmeye alıştığının tam tersi olmasın? ilkel ve yabani işçiyle modern işçiyi karşılaştıracak olursak yabanıl işçi daha zengin olmasın sakın?

rousseau'nun savı zenginlikle ilgili bir teze dayanıyordu: zenginlik, illaki çok şeye sahip olmak anlamına gelmiyordu aslında. zenginlik, sahip olmak istediğimiz şeylere sahip olmak demekti. varlıklı olmak mutlak bir kavram değildi, arzuya bağlıydı ve göreceliydi. paramızın yetmediği bir şeyi arzuladığımızda fakirleşiyorduk, kaynaklarımız her ne olursa olsun. ve elimizdekilerle yetinebiliyorsak eğer zengindik aslında, sahip olduklarımız ne kadar az olursa olsun.

rousseau'ya göre insanları zengin etmenin iki yolu vardı: onlara daha çok para vermek ya da arzularını sınırlandırmak. modern toplumlar ilk bakışta ilk seçeneği gerçekleştirmiş gibi görünüyordu; ancak bireylerin iştahını sürekli tetikleyerek başarılarını yetersiz kılmışlardı. kendini zengin ve varlıklı hissetmenin en etkili yolu daha çok para kazanmaya çalışmak değildi belki. bizimle eşit şartlarda yaşıyormuş gibi görünen ama zaman içinde bize göre daha zengin olan insanlarla aramıza -pratik ve duygusal olarak- mesafe koyabilmekti. enerjimizi, daha büyük balıklar haline gelmeye çalışmak yerine, etrafımıza daha küçük yoldaşlar toplamaya yoğunlaştırabilirdik. yan yana geldiğimizde kendi boyumuzun bize iç sıkıntısı yaratmayacağı arkadaşlar edinmeliydik.

modern dünyada, geçmişe göre gelirimiz daha fazlaymış gibi görünebilir; ancak modernitenin getirdiği zenginlik yalnızca görünüştedir. aslında artık daha fakiriz; çünkü beklentilerimiz fena halde tetiklenmiş, paramızın yettiğiyle elde edebildiklerimiz arasında derin bir uçurum oluşmuştur. olduğumuzla "aslında olabileceğimiz" kişi arasında dağlar kadar fark vardır artık.

modern toplumlar, yabanıl bir insana göre çok daha güçlü bir mahrumiyet hissiyle baş başa bırakır bizi. rousseau'nun savı da şöyle devam eder: "ilkel ve yabanıl işçi en azından başını sokacak bir yuvası varsa, yiyecek birkaç elma ya da fındık bulabiliyorsa, akşamlarını ilkel bir enstrümanla müzik yaparak ya da keskin taşlarla bir balıkçı kanosu yontarak geçirebiliyorsa bu dünyada hiçbir şeyinin eksik olmadığını düşünebilirdi pekala."

beklentilerimiz azla yetinmek yönündeyse eğer, azla yetinebiliriz. ve eğer beklentilerimizin yüksek olması gerektiği öğretiliyorsa bize, çok kazandığımızda bile kendimizi fakir ve sefil hissederiz.

atalarımızın sahip olduğundan çok daha fazlasına sahip olabileceğimiz beklentisinin ağır bir bedeli olmuştur: olabileceğimizle o anda olduğumuz arasındaki aşılamaz mesafenin doğurduğu sonu gelmez bir endişe yakamızı bırakmaz olmuştur artık.

23.02.2010

oz

aşk etikten daha önemlidir.

"intikam soğuk yenen bir yemektir." intikam planları yapan birisi eğer öfkeli ve hızlı davranırsa eve aç gitmiş gibi olur. ama hedefine sakin ve emin adımlarla ilerlerse kendisine bir ziyafet çeker.

belki biz insanların özü kötüdür. belki kötülük tamamen yerleşmiş, ruhumuza gömülmüştür.

"intikamı seçen kişi iki mezar kazmalıdır."

birisinden intikam aldığınızda, aslında ona olabilecek en büyük iltifatı yapıyorsunuzdur. sanki şey demek gibi: "hayatımı öylesine etkiledin ki karşılık vermem gerekiyor. senin hayatın da benimki kadar derinden etkilenmeli." intikam en büyük tebrik kartı olsa gerek.

"kibir en büyük günahtır."

en kötü bıçak yarası kalpte olandır. çoğu insan bunu atlatır ama kalp asla eskisi gibi olmaz. daima bir yara vardır; bir süre için bile olsa, birisinin kalbinizin daha hızlı atmasını sağladığını size anımsatır. ve bu yara izini ömrünüzün sonuna kadar gururla taşırsınız.

belli bir yaştan sonra insanlar değişmemeli.

her şey evimiz için değil midir? nerede olduğun fark etmeden, kim olduğun fark etmeden bir ev. günün sonunda herkes dinlenmek ister, bacaklarını uzatabileceği bir yer; hatta evin ismi oz olsa bile. "evim gibi yer yok." evim gibi kahrolası bir yer yok.

veda

stefan zweig

özgür iradem ve açık bilincimle yaşama veda etmeden önce, son bir görevi mutlaka yerine getirmek istiyorum. bana ve çalışmalarıma oldukça iyi ve konuksever bir dinlenme ortamı sunan bu harika ülke brezilya’ya içten teşekkürler. her geçen gün bu ülkeyi sevmeyi daha çok öğrendim, dilini konuştuğum ülkenin dünyası çöktükten, manevi yurdum avrupa kendini yok ettikten sonra, yaşamımı yeniden başka hiçbir yerde kuramazdım. ama altmış yaşından sonra, yeni bir hayata başlamak için, özel güçlere gereksinim duyuluyor. bendeki güçlerse yıllardır yersiz yurtsuz dolaşmaktan dolayı tükendi. tam zamanında ve elim ayağım tutarken, zihinsel faaliyetleri, her zaman için yeryüzünün en hissedilir sevinci, kişisel özgürlüğü ve en değerli serveti olarak gören bir yaşama son vermeyi, daha doğru buluyorum. bütün dostlara selam gönderiyorum! uzun bir geceden sonra, yeni bir günün doğduğunu da görecekler! fazlasıyla sabırsız olan ben, onlardan önce gidiyorum. (22 şubat 1942)

22.02.2010

solmayan

leyla şahin


dünyanın en hızlı/çarpıntılı akan iki nehrinden biri çoruh
desem, doğrudur; ikincisi kalbim, desem: 'şair sözü' olur

kuzey rüzgarlarına bindim, yeşil saçlarına ormanın gür saçlarına
bir geyik adımı söyledi; öyle karanlıktı ki gözleri sonsuz inandım ona

birdenbire açılıp birdenbire kapanan gökyüzü ve kalbim
küçük, ıslak bir gece

ezberledim kuşların tamamını ıssızlıkta ve unutmadım
turnalar! (siyah kuğuya gözyaşı dökmüştüm oysa)
(siyah bir kuğuya dönüşünce akşam)

bahçe sustu, balkon ve odalar gecikmiş bir mektup gibi
yağdı kar. "tolstoy'un istasyon"undaydım
o istasyonda kaldım sonra. hep!

anladım, çocukluk gökyüzüdür, kaybolmuyor
anladım, şiir çocukluk gibidir
solmuyor zamanla

dünyanın en hızlı/çarpıntılı akan iki nehrinden biri çoruh
desem, doğrudur; ikincisi kalbim, desem: 'şair sözü' olur

kuzey rüzgarlarına bindim, yeşil saçlarına ormanın gür saçlarına
bir geyik adımı söyledi; öyle karanlıktı ki gözleri sonsuz inandım ona

birdenbire açılıp birdenbire kapanan gökyüzü ve kalbim
küçük, ıslak bir gece

ezberledim kuşların tamamını ıssızlıkta ve unutmadım
turnalar! (siyah kuğuya gözyaşı dökmüştüm oysa)
(siyah bir kuğuya dönüşünce akşam)

bahçe sustu, balkon ve odalar gecikmiş bir mektup gibi
yağdı kar. "tolstoy'un istasyon"undaydım
o istasyonda kaldım sonra. hep!

anladım, çocukluk gökyüzüdür, kaybolmuyor
anladım, şiir çocukluk gibidir
solmuyor zamanla

güneş ülkesi

tommaso campanella

her şey kendi benzerini arar ve bulur.

sana yapılmasını istemediğin bir şeyi başkalarına yapma; sana yapılmasını istediğin bir şeyi başkalarına da yap!

yıldız haritasında ya da doğum haritasında burçlar kuşağının altıncı yıldızı olan virgo'nun (başak) ufkun doğusunda yükselmeye başladığı an uğurlu sayılır.

tertullianus, kadınlar dışında her şeyimiz ortaktır, der.

cehalet ve güçsüzlükten doğan hiçbir eylem günah sayılmaz; güç ve aklın önünde olan irade günah işleyebilir.

dişil yönleri (annelik, verimlilik) en ağır basan burçlar terazi, boğa ve yengeç'tir. venüs ve ay'ın etkisi altındadırlar. eril özellikleri ağır basan burçlar ise koç, akrep ve aslan'dır. mars ve güneş'in etkisindedirler.

dünyanın düzenini altüst edecek kadar etkin olan gök cisimleri, insan iradesi karşısında pek etkili değildir.

19.02.2010

sessizlik

~pulp fiction

"sen de bundan nefret eder misin?"

- neyden?

"rahatsız edici sessizlikten."

- neden hep saçma sapan da olsa konuşmak zorundayız? kendimizi iyi hissetmek için mi?

"bilmiyorum. iyi bir soru."

- özel biriyle birlikte olduğunu çenesini kapatıp karşılıklı susabildiği zaman anlıyor insan.

2
oynadığım karakterin adı raven mccoy'du. sirkte büyümüştü. dizi içinde, elinde bıçakla çok tehlikeli oluyordu. ve bir sürü fıkra biliyordu. eski bir vodvil oyuncusu olan dedesi öğretmişti hepsini. dizi seçilseydi her dizide başka bir fıkra anlatacaktım.

"o fıkralardan bildiklerin var mı?"

- bir tane biliyorum. bir tek bölüm çekildi çünkü.

"anlat."

- saçma bir fıkra.

"yapma, anlat haydi."

- hoşuna gitmeyecek, ben de rezil olacağım.

-"rezil mi? 50 milyon insana anlattın o fıkrayı. bana neden anlatmıyorsun? gülmeyeceğim, söz."

- sorun da o ya vince.

"öyle demek istemedim. biliyorsun."

- artık hiç anlatamam, üzerinde fazla konuştuk.

"saçma."

kestim kara saçlarımı

gülten akın



uzaktı dön yakındı dön çevreyi dön
yasaktı yasaydı töreydi dön
içinde dışında yanında değilim
içim ayıp dışım geçim sol yanım sevgi
bu nasıl yaşamaydı dön

onlarsız olmazdı taşımam gerekti kullanmam gerekti
tutsak ve kibirli -ne gülünç öfke be-
gözleri gittikçe iri gittikçe çekilmez
içimde gittikçe bunaltı gittikçe bunaltı
gittim geldim kara saçlarımı öyle buldum

kestim kara saçlarımı -n'olacak şimdi-
bir şeycik olmadı deneyin lütfen
aydınlığım deliyim rüzgarlıyım
günaydın kaysıyı sallayan yele
kurtulan dirilen kişiye günaydın

şimdi şaşıyorum bir toplu iğneyi
bir yaşantı ile karşılayanlara
gittim geldim kara saçlarımdan kurtuldum

18.02.2010

batı cephesinde yeni bir şey yok

erich maria remarque

dünyadaki felaketlerin çoğuna ufak tefek insanların neden olması tuhaftır. böyle insanlar, iri yarılardan çok daha enerjik ve geçimsizdirler. bölük komutanı ufak tefek olan bir yere düşmemeye hep dikkat etmişimdir. çünkü bu gibiler lanetlinin ve eziyetçinin biri oluyorlar.

insan aslında ve her şeyden önce canavar yaratılışlıdır; ancak bundan sonra, ekmek dilimine yağ sürülmesi gibi, üzerine azıcık bir iyilik boyası çekilmiştir. üniforma demek de birisinin ötekine hükmetmesi demektir hep. kötülük, her birinde fazlasıyla hüküm ve kudret bulunmasında. onbaşı ere, teğmen onbaşıya, yüzbaşı da teğmene, çileden çıkarıncaya kadar eziyet eder. bunu bildikleri için de kendilerini hemen bir şeye alıştırırlar.

asker için midesi ve sindirim işi, öteki insanlar için olduğundan daha önemlidir. sözlüğündeki kelimelerin dörtte üçü elinden alınmıştır. gerek aşırı sevinç gerekse derin öfke anlatımı da onda en kuvvetli şeklini alır. bu derece az söz ile ve bu derece açık açık derdini başka bir tarzda anlatmak olanaksızdır.

benim için cephe, korkunç bir kargaşalık, merkezinden daha epeyce uzakta ve sessiz bir yerde bulunulduğu zaman bile insanı ağır ağır fakat fazla karşı koymaya ve kaçmaya olanak bırakmadan kendisine çeken kuvveti duyulan bir yerdir.

fakat topraktan ve havadan -özellikle topraktan- direnci kamçılayan kuvvetler fışkırır. toprak, herkesten daha çok asker için önemlidir. bir asker bedenini toprağa şöyle bastırdığı, ateş korkusu ile yüzü ve her yanı ile kendisini toprağa gömdüğü zaman toprağı tek dostu, kardeşi ve anası bilir; korkusunu ve çığlığını onun sükun ve güven dolu kucağına boşaltır. toprak da bütün bunları bağrına basar ve sonra bir on saniyelik ömrü, bir hayat için yine koyverip yeniden kavrar; hem de bir daha bırakmamak üzere kimi zaman.

bizler gençlik falan değiliz artık. dünyayı fethetmek istediğimiz de yok. kaçan kimseleriz. kendi kendimizden kaçıyoruz. kendi hayatımızdan kaçıyoruz. on sekiz yaşımızda dünyayı ve hayatı sevmeye başlamıştık. sonra da aynı şeylere ateş etmek zorunda kaldık. patlayan ilk öbüsler, kalbimize rastladı. eylemlerle, çabalarla ve ilerleyişlerle ilgimizi kestiler. böyle şeylere inanmıyoruz, savaştan başkasına inandığımız yok.

kafatasları olmadan da yaşayan insanlar ve her iki ayağı koptuğu halde koşan askerler görüyoruz. ayak kısmı kopmuş, bacakları üstünde sendeleye sendeleye ilk çukura kadar koşuyorlar. elleri üstünde iki kilometre yol alan bir onbaşı, parça parça olmuş dizini arkası sıra sürüklüyor. bir başkası bacaklarını elleriyle bastıra bastıra ilk sargı yerine kadar gidiyor. ağzı olmayan, çenesinin alt kısmı olmayan, suratı olmayan insanlar görüyoruz. kanı durdurmak için damarını dişleriyle tam iki saat sımsıkı ısıran birine rastlıyoruz. güneş doğuyor. gece oluyor. mermiler ıslık çalıyor. hayat sona eriyor.

askerin hayatta kalması bin bir rastlantıya bağlıdır; asker rastlantıya inanır ve ona güvenir.

sessizlik yayılıyor. konuşuyorum ve konuşmam gerekiyor. böylece konuşuyorum. hem de onunla: "arkadaş, seni öldürmek istememiştim. bu çukura bir daha atlarsan böyle bir şey yapmam; sen de doğru durursan elbette. ama sen bundan önce benim için bir fikir, bir bileşimdin sadece. beynimin içinde yaşayan ve beni bu karara yönelten bir fikirdin. ben bu fikri hançerledim. şimdi ise, senin de tıpkı benim gibi bir insan olduğunu görüyorum. el bombalarını, süngünü ve silahlarını düşünmüştüm. şimdi ise karını, yüzünü ve ortak yanımızı görüyorum; bağışla beni, arkadaş! bizler hep geç fark ederiz. sizlerin de tıpkı bizler gibi zavallı yaratıklar olduğunuzu, sizin analarınızın da tıpkı bizim analarımız gibi korku içinde titreştikleri, hepimizin ölüm karşısında aynı korkuyu duyduğumuz, aynı biçimde öldüğümüz ve aynı acıyı çektiğimiz, bizlere her zaman ve yine ve yine niçin söylenmez? bağışla beni arkadaş! sen benim düşmanım olabilir misin hiç? şu silahlarla üniformaları fırlatıp attık mı, sen benim için bir kardeşten farksız olabilirdin. arkadaşım, al benim yirmi yıllık ömrümü de kalk haydi! istersen daha fazlasını da al. bu ömrü bundan böyle ne yapacağım, ben de bilmiyorum."

geçmişin hiçbir şeyine değer verildiği yok. kültür ve yetişme düzeyini meydana getiren ayrımlar hemen hemen silindi ve sanki tanınmaz oldular. herhangi bir durumdan yararlanmak için bazı bazı işe yaramıyor değiller ama, tutukluklara neden olmak gibi sakıncalar da var. eskiden çeşitli memleketlerin madeni paralarıymış gibiyiz. sonra da bunlar eritilip hepsi aynı biçimde basılmışlar sanki. aralarındaki ayrımları seçmek için malzemeyi iyiden iyiye incelemek gerekiyor. çünkü bizler her şeyden önce askeriz ve ancak bundan sonradır ki, garip ve sıkılgan kişileriz. ortada büyük bir kardeşlik ve halk türkülerinin arkadaşlık havası esiyor. cezaya çarpılmışların karşılıklı bağlılık duygusu ile ölüme mahkumların umutsuzca dayanışması, garip bir surette, birleşik hayatın bir parçası oluyor.

geceleri bir rüyadan uyanıp da kabaran dalgalar halinde yaklaşan yüzlerin büyüsüne alet olarak kendimizi bırakınca bizleri karanlıktan ayıran sınırın ne kadar da ipince olduğunu dehşetle hissediyoruz. bizler küçük küçük alevleriz. titreye titreye yanan ve bazı bazı suya batıp hemen sönecekmiş gibi olan biz alevcikleri, içinde bulunduğumuz bu çözülüş ve anlamsızlık tufanına karşı şöylesine koruyan duvarlar ne de ince! sonra da, boğuşmanın boğuk uğultusu bizleri çembere alan bir halka oluyor ve içimize kapanıp gözlerimizi aça aça, durmadan geceye bakıyoruz.

1918 yılının ekim ayında vurulup öldü. o gün bütün cephe öylesine sakin ve sessizdi ki, ordu tebliği: "batı cephesinde kayda değer bir şey yok" demekle yetindi. yüzüstü kapaklanmıştı ve yerde uyuyor gibi uzanmıştı. çevirdikleri zaman, fazla acı çekmemiş olduğunu gördüler. yüzünün öyle sakin bir anlatımı vardı ki, bu sonuçtan neredeyse memnun kaldığı sanılırdı.

17.02.2010

odaya kapatılan gökyüzü

şükrü erbaş

"aşk ile korku, cam ile taşa benzer." (sadi)

geceler bitti. yolculuklar bitti. yeni yerler, yeni sabahlar bitti. her yerde bin yıllık bir aşınma, solgun zaman kokusu. senden önceki haline döndü kalabalık. gamzeli sular yürürdü dünyaya, kirpiğin kaşına her değdiğinde. ben deniz derdim hazla, gökyüzü niyetine bakardı başkaları. kimsenin sesinde bulut yok, kanat yok, rüzgar yok; bir hızar sesiyle konuşuyor artık herkes. kalbinle donattın önce gövdemi, sonra aşkın nasıl bir yoksulluğa dönüştüğünü gösterdin. sevinçler bitti, kapı zilleri bitti. ne bir yere giden var, ne gelenlerin yüzünde bir iyilik. senden başka anısı yok döndüğün yerlerin. tükeniş kendini yokluğunla tanımlıyor. açık yarada bir ayaz şimdi anılar. incelikler bitti; o güzel telaşlar. ne bir yağmur sesi çatılarda, ne camlarda yüzünden bir balkıma ki düş kurabilsin odalar. sen oyunlarından çekildin, birbirine küstü çocuklar. yaşlılar aynaya bakmayı unuttu. ben durdum tüm bunların ortasında, boynumda ağır dilsiz bir çan, ölüme dek seni susmaya yargılı. özgürlük bitti. övünme bitti.

her şey sürekli olsun, dediğin yerlerdesin şimdi. yürek çarpıntısını gövdesine yük sayan, yüz yıl sonrası bugünde bilinenlerin paydasını seçtin. vakti belirsiz sevinçler taşıdım eşiklerine, alışkanlıklardan kurtarmak için seni. ayrılığı bile bir ayrıcalık diye sundum da, sen kapıların hep aynı saatlerde açılıp kapanmasını bekledin. bir lambadan alıyor ışığını artık gövden. gökyüzü bir odada kanat vurur mu? nerden alır rüzgarını bulutlar? bir akarsudan doğurmak istemiştim seni. az az yaşayarak uzatmak ömrünü. sen evcilliği kalıcı sandın. bir adres istedin aşka. komşular, bildik sokaklar, aynı saatlerde aynı konuşmalar, hiçbir şeyi gizlemeyen perdeler, başkalarıyla yağmalanmış düşler. güvenlik duygusunu dünyaya yeğleyen. senin yalnızlık dediğin yerde atıyor ayrıcalığın ve güzelliğin kalbi. gözbebeklerindeki ağrıya inan ne olur. ölümün eşiğindeki pişmanlığı söylüyorum sana.

dün akşam aldım seni yanıma; gücenikliğini aldım, vazgeçişini; ilk karşılaştığımız günkü sesini; benim dönüp dönüp gidişlerimi, senin gittikçe bir kuyuya benzeyen suskunluğunu. yolların kentten koptuğu bir uzaklığa varıp durdum. sonra bir ağacın yalnızlığına oturdum. üşüyen yerlerini aldım kirpiklerimin arasına, sana dünyayı gösterdim uzaktan. güneşin büyüsünü, taşların sesini, nasıl yer değiştirdiğini dağların. onca çokluğuna karşı yıldızların yalnızlığından söz ettim. hiçbir şeyin bize uzak olmadığından. insan sustuğu yerde yenilmez her zaman, dedim. gözleri içine göllenen hapislerin ufkunu anlattım. sanayi çıraklarını, hastaların yaşama gücünü. gözyaşını küçümseyenin acısı da olmaz sevinci de, dedim. oğlundan kalan tek parmağı törenle gömen dersimli annenin büyük suskunluğunu andım saygıyla. azalan bir bütün olmaktansa parçalanarak çoğalmanın ne anlama geldiğinden söz ettim.

kaküllerine düşen çiy tanelerini topladım sabaha karşı. doğan günden kırmızılar sürdüm yanağına. saçının telinden tırnağının ucuna dek öptüm incelikle. sonra alıp yalnızlığımı yanıma, biraz daha tutkun, biraz daha iyimser, döndüm yeniden bıraktığın boşluklara.

15.02.2010

üniforma

ece temelkuran

yoksullar, zenginlerle karşılaşmadan önce kılık değiştirirler. zenginlere hizmet etmek üzere girdikleri mekanlarda yoksullara giydirilen üniformalar, insanlar arasındaki eşitsizliği estetize ederken yoksulluğun "kirini" örter.

zenginlerin böyle tuhaf bir yanı var. yoksulluğun üzerini üniformalarla örterler. sanırım birinin kendilerine kölelik etmesi fikri rahatsız ediyor onları. o yüzden bir insandan başka bir şeye benzetmeye çalışıyorlar hizmetkarları. üniformalar bu işe yarar. sakın unutma bunu ve asla bir üniforma giyme.

an officer and a gentleman

douglas kellner / michael ryan

insancıllaştırılmış ordu filmlerinin en bilineni an officer and a gentleman, 1940'lı yılların bakış ve üslubunu geri getiren bir filmdir. reklamlarında filme bir geçmiş zaman hikayesi havası verilmeye çalışılmıştır; ancak, geride kalmış ve çok daha masumca bir eril militer ethosun türsel biçim ve üslubuna geri dönme çabasının, içinde bulunulan anla bağlantısı apaçıktır. filmde, sapına kadar "sert erkek", serkeş ve motosikletli zack'in "centilmen bir subaya" dönüşmesi anlatılır. filmin "zor oyunu bozar" biçiminde özetlenebilecek bakışına göre, dinsizin hakkından imansız gelir. siyahi çavuş foley, bencilliğini bir kenara bırakıp takım ruhunu benimseyene kadar zack'e gaddarca eziyet eder. kadınlara kötü davranmaktan da vazgeçen zack, engelli koşuda yeni bir rekor kırmak üzereyken yarışı yarıda bırakıp bir kadın askerin yardımına koşar. insancıl ve hatta liberal (bütünleşmeci ve sözde feminist) duygular okşanırken, asıl amaç ordu kurumunu güçlendirmektir. zack'i yola sokup bir "centilmen" yapan şey aldığı askeri eğitimdir. zack, ordu benzeri geleneksel kurumlardan soğumuş bir genç kuşağı temsil eder. zack'in kimliğinde, bu kuşağın içine düştüğü yabancılaşmanın üstesinden gelişini, askerlik şerefi ve takım ruhu gibi değerleri kabullenişini izleriz. bu değişimin bedeli disipline, otoriteye ve gaddarlığa boyun eğmektir, ödülü ise özsaygı ve sevgidir. filmdeki aşk hikayesi gönül çelici ve rahatlatıcıdır; modern çağdan gerilere, bir zamanların hollywood filmlerindeki "ateşli aşklara" doğru geri çekilerek libidinal enerjiyi orduya yöneltir; filmden anlaşıldığına göre, "kızları" askerler kapmaktadır. aslında filmdeki aşk hikayesi, kadınların hayatta kalmasını genellikle bir erkeğe bağımlılığa endeksleyen, gerçek insani gereksinimleri karşılamaktan uzak bir toplumdaki pek çok işçi sınıfından kadının gerçek deneyimini resmeder.

oklukirpi

julian barnes

tarih, olurken çoğu kez sıkıcıdır; daha sonra ilginç olur.

insanlığın tümü emperyalizmin ve sömürgeciliğin zincirlerinden kurtulmadıkça bağımsızlığınız tam olmayacaktır.

kadınlarını mutfakta tutamayan bir hükümet mahvolmuş demektir.

bütün çözümler kusurludur; ama en kusurlusu hiçbir şey yapmamaktır.

"ağaç dikmek için önce bir çukur kazmalısın."

eğer birilerini bir sopayla döver ve onlara sizi sevdiklerini söylemelerini emrederseniz ve bu arada onları dövmeye devam ederseniz, er geç size işitmek istediğiniz şeyleri söyleyeceklerdir.

her zaman iki şey arasında bir seçim vardır.

duvarların yankılarının söylediği
ruhların değil taşın çürüdüğüdür

budala çok şey ister; ama ona bunları veren daha da budaladır.

özgürlük yalnızca sosyal bir seçkinler tabakasının ayrıcalığıdır.

sosyalizm rejiminde insanın öğrendiği birkaç hünerden biri de budur: dilin bürokratik bozukluklarını süzüp dışarı atma yeteneği.

14.02.2010

simgeler kitabı

alciatus



bilge adamın ilk zaferi, insanın ne olduğunu bilmesidir

zor ya da hızlı, sen duraksama hiçbir işte

aşk besler, gerçeklik ise dünyaya salar

sustu mu, farkı yoktur akılsızın akıllıdan
dili ve sesidir onun budalalığını ele veren

iki başlı ianus, bilirsin geçmişte olanları
gelecekte olacakları, önündeymiş gibi görürsün
arkandaki yapmacıklı yüzleri
neden seni bu kadar çok gözlü, bu kadar çok yüzlü betimliyorlar
sakıngan bir insan olduğunu gösteriyor olmasın bu şeklin

ne fazla aceleci ol, ne de aşırı oyalan

üstün bir gücü var birinin, diğerinin pırıl pırıl keskin zekası
yine de yapamazlar birbirlerinin yardımı olmadan
bir araya geldi mi bu ikisi, zafer kesin
zeka ve güç kaldılar mı tek başına, sendeletir adamı

ah, güzel şeyler neden kolayca gelmez insanın başına

umutları kaysın, arkalarına düşsün istemez insanlar
önde olanın daha iyi olduğuna inanırlar

yüreği sağlam olan toplar değerli armağanları

hemen güvenme, kuralsızca hüküm sürene
hayallerine kapılıp doludizgin gidene

pek çok kral kaderin tekerleğiyle yükselir
yıldızlara, gençlik hırsına kapılıp gider
büyük belalar açtıktan sonra insan soyuna
bütün katliamlarının cezasını öderler en sonunda

kara gecenin gölgesini kimse ışığa çeviremez

11.02.2010

the curious case of benjamin button

david fincher

bizi neyin beklediğini asla bilemeyiz.

huzurevine insanlar gelir ve giderdi. birinin gittiğini her zaman anlardınız. evde bir sessizlik olurdu. büyümek için harika bir yerdi. hayatın tüm tutarsızlıklarını bir yana bırakmış insanlarla beraberdim. sadece hava durumunu, banyonun sıcaklığını ve gün batımını merak ederlerdi. her ölenin yerine bir başkası gelirdi.

bazen en az hatırladığımız insanların üzerimizde büyük etkisinin olması çok tuhaf bir şey.

piyanoyu ne kadar iyi çaldığın değil, çalarken nasıl hissettiğin önemlidir.

kimsenin başka bir şey söylemesine izin verme; ne yapman gerekiyorsa onu yap.

sevdiğimiz insanları kaybetmemiz gerekir. bizim için ne kadar değerli olduklarını başka nasıl anlayabiliriz ki?

sevdiğiniz insanların, kimsenin onlara zarar veremeyeceği yataklarında uyuduğunu bilmek, huzur verici; hatta rahatlatıcı bir şeydir.

olaylar karşısında son derece kızabilirsin. küfredebilir, kadere lanet okuyabilirsin ama yolun sonuna geldiğinde her şeyi bırakmak zorundasın.

eve dönmek çok tuhaf. aynı gözüküyor, aynı kokuyor, aynı hissettiriyor. değişenin kendiniz olduğunu fark ediyorsunuz.

hayatımızı fırsatlar belirler. hatta kaçırdığımız fırsatlar da.

tek gözüm görmüyor, ağır işitiyorum. birdenbire sallanmaya başlıyorum. ne düşündüğümü sürekli unutuyorum ama biliyor musun? tanrı, hayatta olduğum için ne kadar şanslı olduğumu hatırlatıp duruyor.

hayatımdaki en mutlu anlardan biriydi. çok fazla mobilya almadık. salonda piknikler yaptık. ne zaman istersek o zaman yemek yedik. istediğimiz zaman bütün gece uyumadık. asla rutin bir hayat yaşamayıp aynı saatte yatıp kalkmayacağımıza ant içmiştik. o yatağın üzerinde yaşadık.

bir daha asla kendime acımayacağıma söz veriyorum.

tatlım, eninde sonunda hepimizin altı bağlanır.

bazı insanlar, nehir kıyısında oturmak için doğar. bazılarına yıldırım çarpar. bazılarında müzik kulağı vardır. bazıları sanatçıdır. bazıları yüzer. bazıları düğmelerden anlar. bazıları shakespeare'i bilir. bazıları annedir. ve bazıları, dans eder.

hiçbir şey sonsuza dek sürmez. bazı şeyler asla unutulmaz. bazı şeyleri unutmak iyidir.

"doğum günün kutlu olsun. sana iyi geceler öpücüğü verebilmek isterdim. ilk gününde seni okula götürebilmek isterdim. orada olup sana piyano çalmayı öğretebilmek isterdim. bir oğlanla flört etmemeni söyleyebilmek isterdim. kalbin kırıldığında sana sarılabilmek isterdim. baban olabilmek isterdim. yaptığım hiçbir şey bunun yerini tutamaz."

hiçbir şey için asla çok geç değildir ya da benim durumumda, istediğin kişi olmak için çok erken değil. zaman sınırı yoktur, istediğin zaman başlayabilirsin. değişebilir ya da aynı kalabilirsin. bunun bir kuralı yoktur. en iyisini ya da en kötüsünü yapabiliriz. umarım, sen en iyisini yaparsın. umarım, seni şaşırtacak şeyler yaşarsın. umarım, daha önce hiç hissetmediğin şeyler hissedersin. umarım, değişik bakış açıları olan insanlarla tanışırsın. umarım, gurur duyacağın bir hayatın olur. öyle olmadığını anlarsan umarım, en baştan başlayacak gücü kendinde bulursun.

yaratıcılık

cemil meriç

kaldı ki konuya damdan düşer gibi girmez bergson. bu parça da bir bütünün kolu veya kanadı. güzel olan o bütün. devam edelim:

"hayatın manası ne, niçin yaratıldık? bu konular üzerinde kafa patlatan filozoflar şu noktaya dikkat etmemişler: hayat, kendisi söylüyor bize niçin yaratıldığımızı, hedefe varıp varmadığımızı açıkça belirtiyor. mutluluk duyuyorsak vardık hedefe, haz demiyorum. haz bir tuzak. canlı varlık hayatını devam ettirsin diye böyle bir oyun icat etmiş, böyle bir yem bulmuş tabiat. haz, hayatın hangi yöne atılması gerektiğini bildirmez. oysa mutluluk daima bir fethin, bir zaferin, bir galibiyetin belirtisidir. hayat yeni bir başarı sağlamıştır. her mutlulukta bir zafer havası var. nerede mutluluk varsa, mutlaka bir ibda ("creation") var orada. ibda ne kadar zenginse mutluluk o kadar derin. çocuğunu seyreden anne, mutluluk duyar; onu et ve ruh olarak yarattığını bildiği için duyar bu mutluluğu. servet ve itibar mutluluk vermez insana, bir takım hazlar sağlar. düşüncesine biçim veren sanatçının, yeni bir keşif, yeni bir icat sağlayan bilginin duyduğu mutluluğu düşünelim. size bu adamların şöhret için çalıştıklarını, duydukları büyük mutluluğun uyandırdıkları hayranlıktan ileri geldiğini söyleyecekler. büyük hata! insan başarısından şüphe ettiği ölçüde övülmek ister, pohpohlanmak ister. gururun temelinde mahviyet vardır. emin olmak için takdir bekler sanatçı. vaktinden evvel doğan çocuğu pamuklara sararlar; sanatçı da eserinin hayatiyetinden şüphe ettiği için sıcak bir hayranlıkla sarıp sarmalamak ister onu. yaşayan, yaşayacak olan bir eser halk ettiğine inanan kimse metihleri ne yapsın? şöhret vız gelir ona. vız gelir, çünkü tanrısal bir mutluluk duymaktadır. demek her alanda hayatın gayesi: yaratış. insanın kendi kendini yaratması, kendini aşan bir varlık yaratması dünyadaki zenginliklere her an bir yenisini katması.."

10.02.2010

decameron

giovanni boccaccio

kalemin gücü, onu kullanmayı bilmeyenlerin sandıklarından çok daha fazladır.

en süslü, en cicili, en alacalı giysiyi sırtına geçiren, herkesten daha çok saygınlık kazandığını sanıyor. bilmiyor ki, bu giysiler pekala bir eşeğe yaraşır; ama saygınlık kazandırmaz eşeğe.

bilgelik insanın ruhundadır.

paraya gereksinme duyan insan, insana gereksinme duyan paradan iyidir.

bizi tehlikelerin kucağına atan kusurların başında öfke gelir. öfke, üzüntüden kaynaklanan ani, ölçüsüz bir davranıştır. aklımızı başımızdan alır, ruhumuzun gözlerini perdeler, içimizi kızgınlık ateşiyle tutuşturur.

gençler kendilerine benzeyen şeyleri severler.

kurala bağlanmayan hiçbir şey uzun ömürlü olmaz.

ölüme yol açan, silahın kendisi değil, kullananın kötülüğüdür.

insanların akıllarını, erdemlerini dışavurmaları budalalıklarını, kusurlarını ortaya dökmekten daha zor olmasaydı, birçok kişinin de dilini tutmasına gerek kalmazdı.

namus bilgeliğin en önemli hazinesidir.

sevda yasaları öteki yasalardan daha güçlüdür.

dostluk kutsal bir şeydir. yalnızca saygı duymak yetmez, sürekli övülmesi gerekir. çünkü yüceliğin, dürüstlüğün anası, değer bilmenin, iyilik yapmanın bacısı, kinin, nekesliğin düşmanıdır dostluk. kişisel çıkarları bir yana itip istemeye gerek bırakmadan yararlanabileceği şeyden başkasını yararlandırır.

yaşasın sevda, yerin dibine batsın kıskançlık!

turkuaz yağmur

lale müldür


beyaz bir melek
beyaz kanatlarının
tüyleri bende kalmış
turkuaz bir yağmur altında
üşüyor biraz
bilmiyor ne olacağını
bilmiyor benim hayatımı
ona yatıracağımı
şimdiye dek yatırdığım gibi
çocuğum laurent gibi
o ki hiçbir şey değil
turkuaz bir yağmur altında

hava bugün biraz turkuaz
biraz orgazm sonrası
kollarımı çok beğeniyorum, sen?
biz hurma yerken yağmur yağacak
biz kestane yerken kar yağacak
bütün ihtimalleri düşünüyorum
sonuç fark etmiyor
anlamıyor musun
ben sana resmen aşığım

9.02.2010

sermaye sınıfı

jack london

dünyanın doğal kaynaklarıyla, makineler de icat edilmişken, akılcı bir üretim ve dağıtım organizasyonu ve israfın benzer bir akılcılıkla önlenmesiyle, becerikli işçiler herkesi doyurmak, giydirmek, barındırmak, eğitmek ve herkese makul ölçüde yaşam lüksü sağlamak için, günde iki ya da üç saatten fazla çalışmak zorunda kalmayacaktır. maddi yokluklar ve perişanlık, ölesiye çalışan çocuklar, hayvan gibi yaşayıp ölen erkekler, kadınlar ve bebekler kalmayacaktır. sadece maddeye değil, makinelere de hakim olunacaktır. öyle bir günde, bugünün açlık güdüsünden daha iyi ve soylu bir güdü ortaya çıkacaktır. hiçbir erkek, kadın ya da çocuk boş midesinin etkisiyle hareket etmeyecektir. tersine, heceleme yarışmasındaki bir çocuk, oyun oynayan oğlan ve kızlar, yasalar bulan bilimciler, o yasaları uygulayan buluşçular, kanvas boyayıp kile şekil veren sanatçılar ve heykeltıraşlar, insanlığa şarkılar ve devlet yönetimiyle hizmet veren şair ve devlet adamları gibi hareket edeceklerdir. bu durumdaki bir toplumun ruhsal, entelektüel ve sanatsal yükselişi muazzam olacaktır. insan dünyası dev bir dalgayla ilerilere atılacaktır.

sermaye sınıfına tanınan fırsat buydu işte. sadece, bu kadar kör ve açgözlü olmamak, daha akılcı bir yönetim sergilemek gerekliydi. insan ırkı için harika bir dönem mümkün olmuştu. ama sermaye sınıfı başaramadı. uygarlığımızı mezbahaya çevirdi. sermaye sınıfı suçunu inkar edemez. fırsatın farkındaydı. akıllı adamlar, araştırmacılar ve bilimciler bu fırsatı haber vermişlerdi. söyledikleri her şey kitaplardadır bugün; kanıtların hepsi fırsatın varlığını doğruluyor. ama sermaye sınıfı dinlemedi. fazlasıyla açgözlüydü. meclislerimizde, bugün yaptığı gibi utanmazca diklenip çocukları ve bebekleri ölesiye çalıştırmadan kar elde edilemeyeceğini bildirdi. vicdanını tatlı idealler ve güzel ahlaki değerlerle avutarak, insanlığın çilesinin, sefaletinin artarak sürmesine izin verdi. kısacası, sermaye sınıfı elindeki fırsattan yararlanamadı.

sermaye sınıfı bugün devrimin tehdidine karşı, geçmişte tanrı'nın sunduğu fırsata karşı olduğu gibi kördür. durumun nasıl tehlikede olduğunu göremiyor, devrimin gücünü ve nelere gebe olduğunu göremiyor. kendi rahat yolunda ilerleyip tatlı idealler ve güzel ahlaki değerler uydurup aşağılıkça maddi çıkarlar peşinde koşuyor.

geçmişteki hiçbir devrik yönetici ya da sınıf, onu alaşağı eden devrimi değerlendirememiştir; bugünün sermaye sınıfı da değerlendiremiyor. uzlaşmaya gitmek, barışçıl davranışlar göstermek, işçi sınıfının üzerindeki bazı sert baskıları kaldırarak yaşam koşullarını rahatlatmak yerine, işçi sınıfını kendine düşman ediyor ve onu devrime yönlendiriyor.

sermaye sınıfı o kadar kördür ki, yaşam koşullarını iyileştirmek yerine, kötüleştirmek için elinden geleni yapar. sermaye sınıfı temiz, soylu ve canlı olan hiçbir şey sunmaz.

düşmanlık hiçbir zaman devrimi bastıramamıştır ve sermaye sınıfının sunduğu tek şey düşmanlıktır.

sermaye sınıfı suçlu bulunmuştur. yönetimde başarısız olmuştur ve yönetim ondan alınacaktır.

8.02.2010

asıl adalet

paul eluard


insanlarda tek sıcak kanun
üzümden şarap yapmaları
kömürden ateş yapmaları
öpücüklerden insan yapmalarıdır

insanlarda tek zorlu kanun
tekmil harplere, sefaletlere rağmen
kendilerini ayakta tutmaları
ölüme rağmen yaşamalarıdır

insanlarda tek güzel kanun
suyu ışık yapmaları
hayali gerçek yapmaları
düşmanı kardeş yapmalarıdır

hep var olan kanunlardır bunlar
bir çocukcağızın ta yüreğinden başlar
yayılır, genişler, uzar gider
ta akla kadar

7.02.2010

rudolf born

paul auster

onun elini ilk kez 1967 baharında sıktım. o tarihte columbia'nın ikinci sınıfında, kitaplara meraklı ve günün birinde kendime şair diyebilecek kadar iyi şiir yazacağına inanan -ya da vehmeden- toy bir yeniyetmeydim; çok şiir okuduğum için onun adaşına dante'nin cehenneminde, inferno'nun 28. kıtasının son dizelerinde gezinen bir ölü olarak rastlamıştım. kesik başını saçlarından tutup fener gibi bir öne bir arkaya sallayarak taşıyan, provenceli 12. yüzyıl şairi bertran de born -hiç kuşkusuz, kitap uzunluğundaki o sanrılar ve işkenceler katalogunun en sakil görüntülerinden biriydi o. dante, de born'un yazdıklarının ateşli bir savunucusuydu; ama de born, prens henry'yi babası kral ii. henry'ye karşı isyana kışkırttığı, baba ile oğulun arasına ikilik sokarak onları birbirine düşman ettiği için, dante de onu sonsuz lanete mahkum etmişti. dante'nin verdiği incelikli ceza, de born'u kendisinden koparmaktı. işte o yüzden, kafası kopuk beden, yeraltı dünyasında feryat figan ederek floransalı gezgine kendi çektiğinden daha büyük eza olup olamayacağını soruyordu.