31.12.2009
uzun lafın kısası
lord acton: güç yozlaştırır. mutlak güç mutlaka yozlaştırır.
gandhi: özgürlüğün çoğunlukla cezaevlerinin duvarları arasında, bazen de idam sehpasında aranması gerekir; asla meclislerde, mahkemelerde ya da okullarda değil.
iris murdoch: alışılagelmişin dışındaki insanlar, alelade insanlar için faydalıdır; çünkü onlar diğerlerinin her şeyin farklı olduğunu anlamalarına yardımcı olurlar.
matsuo basho: anlam uçucudur, yaşam geçicidir, ömür sonludur, ölüm zorunludur; öyleyse kişi yalnızdır.
margaret atwood: her hayat, daha yaşanırken bile bir çöplük gibidir; bir ölünün arkasından temizlik yaptığınızda, bir gün sıra size geldiğinde ne kadar plastik çöp torbası doldurulacağını daha iyi anlarsınız.
narayana: dar kafalı "bu bendendir, bu yabancıdır." diye düşünür. geniş düşünceli olanlar ise tüm dünyayı kendi ailesi olarak görürler.
simone de beauvoir: eğri bir yüzeyde dik bir doğru alınamaz! dürüst olmayan bir toplumda, böyle bir yaşam sürdürmek olanaksızdır.
sokrates: yaşamak, uzun süren bir hastalıktır.
mine söğüt: kutsal kitaplar her şeyin cevabını verir, bir bu sorunun cevabında susarlar: "neden?"
vasili grossman: yaşamın özgünlüğünün ve kendine özgü özelliklerinin kaba kuvvetle silinmek, yok edilmek istendiği yerlerde yaşam söner.
nihat behram: bir an vardır, uğruna ölüme gidilir. işkence acıları unutulur, onurlu ve dik yaşamak iz bırakır hayatta.
28.12.2009
seçme şiirler
27.12.2009
ölümden
25.12.2009
ateizm
günümüzde akılyürütmeyi bilen tüm insanların tek sistemi ateizmdir.
insan aydınlandığı ölçüde, hareketin maddeye içkin olduğunu kavradığı ölçüde, bu hareketi yaratacak bir failin gerekliliğinin yanıltıcı bir varlık olduğunu anladı; ve var olan her şey özü gereği hareket halinde olduğundan, devindirici gücün gereksizliğini hissetti; ilk yasa koyucuların özenle icat ettikleri kuruntuların ürünü bu tanrının, onların ellerinde, bizi zincirleyecek yeni bir araçtan başka bir şey olmadığı anlaşıldı ve bu hayaleti konuşturma hakkını yalnız kendilerine saklayarak, bizi köleleştirmek için başvuracakları gülünç yasalara destek olacak şeyi bu tanrıya söyletmeyi iyi bildikleri de ortaya çıktı. lycurgue, numa, musa, isa, muhammet; tüm bu büyük hinoğluhinler, bizim fikirlerimizin tüm bu büyük despotları, kendi ölçüsüz tutkuları için yarattıkları ilahları bir araya getirmeyi bildiler ve bazıları bu tanrıların yaptırımları aracılığıyla halkları esir edebileceklerine emindiler; bilindiği gibi, onlar ya kendilerine uygun sorular sorulmasına ya da kendilerine hizmet edebileceğine inandıkları şeye cevap vermeye özen gösterdiler.
bugün, hem dalaverecilerin vaaz ettikleri bir işe yaramaz bu tanrıyı hem de onun gülünççe benimsenmesinden kaynaklanan tüm dini kurnazlıkları aynı şekilde aşağılayalım artık! özgür insanlar artık bu çocuk oyuncağıyla eğlenmiyor. tüm avrupa'ya yaydığımız ilkeler arasında ibadetin her türünün ortadan kaldırılması da yer alsın artık! krallığı parçalamakla yetinmeyelim; putları da sonsuza dek ezip toz edelim: batıl inançla kralcılık arasında pek bir mesafe yoktur. kralların kutsanma ayininin ilk koşullarından biri, tahtlarını en iyi destekleyecek politik temellerden biri olarak hakim dini korumaktı her zaman için. ama bu taht devrildiğinde, sonsuza kadar ortadan kalktığında, onun dayanaklarını oluşturan şeyin de kökünü kazımaktan asla çekinmeyelim.
din özgürlük istemiyle bağdaşmaz; bunun farkındasınız. özgür insan, hristiyanlığın tanrıları karşısında asla eğilmez; bu dinin dogmaları, tören kuralları, sırları ya da ahlakı asla bir cumhuriyetçiye uygun değildir. biraz daha çaba; mademki tüm ön yargıları yok etmeye çalışıyorsunuz; hiçbirinin varlığını sürdürmesine izin vermeyin, bir teki bile kalsa hepsini diriltmeye yeter. eğer yaşamasına izin verdiğiniz şey kesin olarak tüm diğerlerinin beşiğiyse, tüm ön yargıların dirileceğinden emin olabilirsiniz!
sizin teizminiz, tek kelimeyle, sayısız alçakça cinayet işledi, cinayetlerin tek birini bile engelleyemedi.
ulusal eğitime dinsel bir masal karıştırmaktan uzak durun. bir tanrıya tapan sefiller değil özgür insanlar yaratmak istediğimizi asla gözden uzak tutmayalım.
tüm fikirlerimiz karşılaştığımız nesnelerin temsilleridir; nesnesiz bir fikir olduğu kesin olan tanrı fikri bizde neyi temsil edebilir? her ilke bir yargıdır, her yargı bir deneyimin sonucudur ve deneyim ancak duyuların harekete geçirilmesi yoluyla elde edilebilir; dolayısıyla, dini ilkeler kesinlikle hiçbir şeye dayanmazlar ve asla doğuştan değillerdir. anlaşılması en güç olan şeyin en önemli şey olduğuna aklı başında insanları nasıl oldu da ikna edebildik diye soracaksınız. onları müthiş korkutarak; çünkü insan korktuğunda artık akıl yürütemez; çünkü bu insanlara özellikle kendi akıllarından sakınmaları öğütlendi ve insanın bir kez aklı karıştığında her şeye inanır ve hiçbir şeyi incelemez. tüm dinlerin iki temeli cehalet ve korkudur. insanın tanrı karşısındaki kararsızlığı tam da onu dine bağlayan güdüdür. insan karanlık içindeyken hem fiziksel olarak hem de moral olarak korkar; korku onda alışkanlık halini alır ve ihtiyaca dönüşür: ümit edeceği ya da endişe duyacağı bir şey kalmadığında kendinde bir şeylerin eksik olduğuna inanır.
hiçbir tanrının karışamayacağı varlıklar olmamız gerektiği; bitkiler ve hayvanlar gibi doğanın gerekli kıldığı yaratıklar olarak bu dünyada olduğumuz, başka türlü olmasının da mümkün olmadığı gerçeğiyle; tanrı karşısında sorumlu olduğumuza yanlış yere inandığımız görevler yok olup gider; bunlarla birlikte tüm dini suçlar da yok olur: dinsizlik, günah, dine hakaret, ateizm vs. adı altında bilinen muğlak ve tanımlanamaz suçların hepsi.
tanrıları ancak onlarla alay ederek yok edebilirsiniz. eğer bu alaya öfke ya da önem atfederseniz peşlerinden getirdikleri tüm tehlikeler sürü halinde anında yeniden doğacaktır.
24.12.2009
şirket
2010 yılında murray hill inc. şirketi, yönetiyormuş gibi yapan politikacıların tiyatro yapmayı bırakmalarını istedi. kısa bir süre önce, birleşik devletler yüksek adalet mahkemesi politikacıların seçim kampanyalarını finanse eden şirketlerin yasayı çiğnemediklerini ilan etmişti. ayrıca çok eskiden beri, parlamenterlerin lobiler vasıtasıyla rüşvet almaları zaten yasaldı. sağduyusunu kullanan murray hill inc. birleşik devletler kongresi'ne maryland eyaletinden adaylığını koyacağını ilan etti. aracıları aradan çıkarmanın vakti artık gelmişti:
"bu bizim demokrasimiz. onu biz satın alıyoruz. onu biz ödüyoruz. o halde neden direksiyona kendimiz geçmeyelim? paranın satın alabileceği en iyi demokrasiye ulaşmak için oyunuzu bize verin."
birçok kişi bunun bir şaka olduğunu düşündü. öyle miydi acaba?
22.12.2009
köygöçüren
"baharın gülleri açtı
acep ne yapsın gönlüm?"
biz, birbirimize doğru söylesek ne olur, eğri söylesek ne olur? ne hükmümüz var şu bok yiyen dünyada? belki yarın ahrette bile yerimiz en arkalar.
"sulh olalım dediler de olmadı
beyde insaf, kulda sabır kalmadı
haber gitti candarmalar gelmedi
kara toprak bey kanıyla yoğrulur
haciz geldi ocakları bozuyor
kimi vergi, kimi sorgu yazıyor
can dayanmaz, kul canından beziyor
böyle olursa demir kalmaz sivrilir"
varını veren utanmaz.
işkilli büzük tingilder imiş.
bindikleri beygirin daha güçlü olmasını istemezler. güçlü olursa, fırlatır atar sonra. onun için istemez, cayar. osmanlının işleri böyledir hep.
kabı ayrı olanın tadı ayrı olur.
eşeğe gem vurma, kendini at sanır.
alim unutur kalem unutmaz.
- orospunun çocuğu olmazmış, neden?
- bilmiyorum. neden?
- biri yapar, öbürü yıkarmış da, ondan.
bir gözü ayda, bir gözü çayda.
delilsiz tekkeye girilmez imiş.
kumarda kaybeden aşkta kazanır.
etin girdiği yere dert girmez, demişler.
gönülsüz pişen aş, ya karın ağrıtır, ya baş.
"bugün ben bir güzel gördüm
cennet kadını kadını
desem dile düşürürler
demem adını adını
sular akar oymak oymak
olur mu hiç yare doymak
ne bal verir ne de kaymak
yarin tadını tadını"
gelelim fasulyenin nimetlerine.
halkımızın isim koyma dehası gerçekten yüksektir.
ne demişler, horozun bol olduğu yerde sabah tez olur.
bir aban var, atarsın; nerde olsa yatarsın.
düşmanın yoksa, anan da mı doğurmadı?
kara gün kararıp kalmaz, bunalan bunda da kalmaz.
21.12.2009
okul müdürü
süleyman gece saat on ikiye doğru lokantadan çıktı. sarhoştu. boşlukta yürüyor gibiydi. serin hava yüzüne değince kendini daha da hafif buldu. başını yukarıya kaldırdı. gökyüzü yıldız dolu. bir baştan bir başa, irili ufaklı birçok yıldız. hepsi pırıl pırıl. genç adam neşelendi. ıslık çalmaya başladı. sarhoşluk başka bir alem. insan bütün alışkanlıklarından hatta huylarından kurtuluyor.
kazancılar sokağına sapacağı sırada, kale duvarının önündeki lambanın altında bir şekil gördü. baktı, bir çocuk, elektrik direğine omzunu dayamış, sokak lambasının ışığında bir kitap okuyor. merak edip yaklaştı. kendi sınıfından bir çocuk. sordu:
"sen misin remzi? ne yapıyorsun burada?"
çocuk, ayak seslerini duyunca toparlanmıştı. kısa bir duraksamadan sonra konuştu:
"derse çalışıyorum."
"burada mı?"
"evet."
süleyman, elini uzatıp kitabı aldı, kapaktaki yazıyı okudu: tarih.
başını kaldırıp baktı; 15-16 yaşlarında bir çocuk. gündüzleri okulda, dokuzuncu sınıfta, geceleri sokak lambasının altında. bir şeyler söyleyecekti, söyleyemedi, sadece:
"yarın gel de, okulda beni gör" diyebildi ve arkasını dönüp hızlı hızlı uzaklaştı.
süleyman soyut bir adalet duygusuyla işe başlamıştı. kim olursa olsun, sınıftaki bütün çocukları, mekandaki yerlerine göre değil, bir aynaya yansımış hayaller gibi, hepsini aynı yüzeyde görüyordu. hiçbirini öbüründen ayırt etmiyor, "bilen geçer, bilmeyen döner" diyordu. ne kadar yanlış bir yolda gittiğini bu gece kendi gözleriyle gördü. karanlığın içinde hem düşünüyor hem de yüksek sesle kendi kendine konuşuyordu:
"sokak lambası altında çalışan kuşaklar başkalarıyla nasıl eşit olabilir? bilmeyen döner. ama bilmeyenin niçin bilmediğini araştırıyor, buna bir çare bulabiliyor muyuz? iki çocuktan birisi, mum ışığı altında kitabını okuyor, öbürü ise kendisine ayrılmış özel bir odada, pırıl pırıl yanan bir elektrik lambası altında. mum devriyle elektrik devri arasındaki uzun zaman aralığını hesaba katmayacak mıyız? ikisinin başlangıç noktası bir değil ki. birisi bilmem kaç yüzyıl ileriden yola çıkıyor; öbürü ise bir o kadar geriden. bize gelince, biz sadece masa başında oturuyor, yarışçıların yalnız bitirişlerine not veriyoruz, başlayışlarına aldırış bile eden yok. hayır. gerçek adalet bu değil. buna bir çare bulmak gerek."
ertesi gün akşama kadar bu işle uğraştı. üçüncü dersten sonraki teneffüste remzi göründü. bahçede bir köşeye çekilip konuştular. çocuk, hayatını anlattı: geçen yıl niğde ortaokulunu bitirmiş; yoksulmuş ama okumaya hevesi varmış, babası rençpermiş, "istediğin yere git; yalnız benden bir şey isteme" demiş; o da, lisede okumak için kayseri'ye gelmiş, burada zengin bir hemşerileri varmış, boğaz tokluğuna onun evine girebilmiş, ahırın içinde "ahır odası" denen bir yer vermişler, görevi, ahıra ve hayvanlara bakmakmış; gündüz boş zamanlarında o işle uğraşıyor, derslere yalnız geceleri çalışabiliyormuş; fakat samanlar tutuşur da yangın çıkar diye, geceleri ateş yakmasına izin verilmiyormuş, o da sokak lambası altında okuyormuş.
süleyman, çocuğu dinlerken boğazının acıdığını, tıkandığını seziyor, yutkunamıyordu. sonunda:
"haydi git" diyebildi. "ben seni çağırtırım."
öğleden sonra doğruca müdürün yanına çıktı. dün gece lokanta dönüşü gördüğü hali, bugün öğrendiklerini bir bir anlattı. müdür dikkatle dinliyor, ara sıra gözlerini açıyor ya da acımış gibi başını sallıyor; fakat hiçbir şey söylemiyordu. süleyman sözünü bitirince sustu, karşısındaki konuşsun diye bekledi. müdür kitap açacağı ile iki kez avucuna vurdu, onu bıraktı, yazı yazmadığı halde kalemi hokkaya sokup çıkardı, masadaki kurutmalığı bir yerden alıp öbür yere koydu, eliyle alnını ovuşturdu, gözlerini masada bir noktaya dikip düşündü, sonunda sordu:
"peki, bu çocuğa nasıl bir yardım yapabiliriz? aklınıza bir şey geliyor mu?"
"aklıma ilk gelen şey, akşamları okula kabul edip ders çalışma saatlerinde yatılı öğrencilerle bir arada çalışmasına müsaade etmek."
"eh, bu olabilir, bu olabilir ama.."
"hatta, ben daha başka bir şey düşünüyorum. bu remzi ve onun gibilerini, yalnız ders çalışma saatlerinde okula almak değil, içinde bulundukları yaşama koşullarından da kurtarıp çalışmalarını daha verimli hale getirmek."
"kurtarmak mı? siz neler diyorsunuz allah aşkına? sanki elimizden bir şey gelirmiş gibi konuşuyorsunuz. bunu nasıl yapabiliriz?"
"nasıl mı? okulun temizlik işlerinde, yemekhanede, yatakhanede en aşağı 8-10 hademe kullanıyoruz. onların yerine bu yoksul öğrencileri çalıştırsak. böylece, hem oturacak sıcak bir oda, altında okuyacak iyi bir ışık hem de geceleri yatacak temiz bir yer bulmuş olurlar."
müdür gülmekten kendini alamadı:
"ilahi süleyman bey! siz okulu dillere destan etmek mi istiyorsunuz?"
"niçin? bu, amerika'da en olağan işlerden birisiymiş. yoksul öğrenci, ödemesi gereken öğrenim ücretini okulun temizlik işlerinde çalışarak ödermiş."
"orası amerika. oysa biz küçük asya'da yaşıyoruz. her yerin kendine göre adetleri vardır. amerika adetleri kayseri'de hazmedilmez. ya öbür öğrenciler temizlik işlerinde çalışan öğrencilerle alay etmeye başlarsa, ya aralarında kavga çıkarsa, okulun disiplini bozulursa?"
"bunu önleme olanağı yok mu, müdür bey? bu vesile ile çocuklara, hangi işte olursa olsun çalışmanın ayıp sayılmayacağını, en iyi ahlakın çalışma ahlakı olduğunu öğretemez miyiz?"
"olmaz azizim, olmaz. kayseri'de amerikalılık sökmez. bırakın allahınızı severseniz, durup dururken başımıza iş açmayın! kafanızı bu işlere yoracağınıza, tavlada şeş-beş ile hangi kapıları alabileceğinizi düşünseniz daha rahat edersiniz."
"bir zamandan beri ben de rahat etmeye başlamıştım; fakat dün gece kendi kendimden utandım."
"şu çocuk yüzünden mi? peki canım, onun, ders çalışma saatlerinde okulda kalmasına izin verebiliriz. yalnız.. beni düşündüren nokta.. başkaları da duyup gelmek isterlerse o zaman ne yaparız?"
"asıl sorun da o ya! koca kayseri'de remzi bir tane değil herhalde. eğer şimdiye kadar görmediğimiz remzi'ler karşımıza çıkarsa, onlara da elimizi uzatırız. adamakıllı bir ışık bulamadıkları için derslerini hazırlayamayan bu çocukları çıra, mum, kandil, idare lambası aydınlığından kurtarıp hepsini okulda bir odaya toplarız, yakarız tepelerinde iki lamba, "haydi" deriz, "çalışın bakalım!"
müdür, karşısındakini hafifseyen bir gülümseme ile cevap verdi:
"daha pek tecrübesizsiniz, süleyman bey. bakanlıktan izin almadan nasıl ayrı sınıf açabiliriz? bu, bizim yetkilerimizin dışında bir iş."
"izin mi?"
"elbette. siz sanıyor musunuz ki okul müdürleri her istediklerini yapabilirler? ne gezer! biz bakanlığın izni olmadan pencere bile açıp kapayamayız."
"kendilerine yazıyla sorsanız."
"olmaz, olmaz! 'bize akıl mı öğretiyorsun?' diye kızarlar sonra. durup dururken aramın açılmasını istemem. hem size bir şey söyleyeyim mi? böyle daha iyi. biz ne diye kafamızı yoralım? bizim yerimize onlar düşünür, emir verir, biz de yaparız. günün birinde bana umum müdürlük filan verseler, iki gün dayanamam vallahi! yoo! ben o kadar düşünmeye gelmem."
süleyman gülümsemekten kendini alamadı. sonra, kandırmaya çalışan yumuşak bir sesle sordu:
"peki, bu çocukların hali ne olacak? göz göre göre sınıf dönmelerine razı olacak mıyız?"
"bu, düşünülecek bir iş, süleyman bey. oysa, biliyorsunuz, düşünmek büyüklerimizin işidir. eğer onlar 'bilmeyenleri de geçirin' diye bir emir verirlerse iş değişir. ama bugün usul bu: bilen geçer, bilmeyen döner."
"bilmeyen, eğer oturacak bir odası olmadığı ya da yakacak ışığı bulunmadığı için bilmiyorsa? onlara da bilme olanaklarını hazırlamak varken neden elimizi kolumuzu bağlayıp oturalım?"
müdür, kendisini ille düşündürmeye zorlayan bu toy öğretmenin ısrarından usandığını gösteren bir el hareketi yaparak:
"parası olmayan da okumayıversin be birader!" dedi.
"demek ki okumak da, yemek, elbise, ev filan gibi yalnız parası olanların alabileceği bir nimet?"
"evet, evet. 'parası olan düdüğü çalar' demişler. ne yapalım? dünya böyle kurulmuş. kalkıp da kendi kendimize dünyanın düzenini değiştiremeyiz ya. haydi bir şeyler yapmaya çalışalım; bu isteklerin sonu gelmez ki. siz ışığı olmayan birisine rastladınız; karşımıza ya bir de yemek isteyenler çıkarsa? başka bir köşede elbise isteyenler de vardır tabi. iyisi mi hiçbirine aldırmamalı; o kapıyı her zaman kapalı tutmalı."
bu sırada odaya başmuavin nadir girdi. müdür gülümseyerek ona:
"nadir bey" dedi, "arkadaşımızın bir önerisi var: 'akşam çalışmalarında yoksul öğrenciler için okulda bir oda açalım, gelsinler, orada çalışsınlar' diyor."
"aman müdür beyciğim, kulunuz olayım, bu düşünce de nereden çıktı? işlerimiz zaten başımızdan aşkın. geceleri bir tane nöbetçi muavin kalıyor, adamcağız yoklamayı mı yapsın, öğrencinin disiplinine mi baksın, yemekhaneye mi koşsun, yatakhaneyi mi gezsin, hademeye mi söz anlatsın, ambardan erzak mı çıkarsın, ödevleri mi düzeltsin, hangisine yetişsin? yatılı öğrenci yetmiyormuş gibi bir de yatısız ile mi uğraşalım? düşünmesi bile insana sıkıntı veriyor. yok, yok, herhalde şaka ediyor, beni korkutmak istiyorsunuz. siz böyle bir şeyi aklınıza bile getirmezsiniz. hem bize ne canım? eğer yoksulsalar okumasınlar. herkes okursa ayakişlerini kim görecek?"
başmuavin, imzalatmak için getirdiği kağıtları bırakıp çıkınca müdür:
"görüyorsunuz ya" dedi, "başmuavin de benim gibi düşünüyor. türkiye'de ortaöğretim serbesttir, biz herkesi zorla okutmak zorunda değiliz. okuyabilen okur, okumayan çıkıp gider. ne yapalım, elimizden başka bir şey gelmiyor. ama o çocuğa gelince.. neydi adı? remzi miydi? sizin hatırınız için her türlü sorumluluğu üzerime alıp, evet, bütün sorumluluğu üzerime alıp geceleri okuma odasında çalışmasına izin vereceğim. çalışsın bakalım ne olacak? bence, okumasa daha iyi eder. ben okudum da ne oldum sanki? 50 lira asli maaşla kayseri'lerde sürtüp duruyorum. eğer bir terzinin yanına çırak olarak girseydim, bugün istanbul'da dükkan sahibi olur, bundan bin kat iyi yaşardım."
müdür daha sözünü bitirmemişti ki, okulun saymanı telaşla içeri girdi:
"müdür bey" dedi, "bir haber işittim. nadir bey söylemiş. muavinler odasında herkes birbirine giriyor. eğer kabul edilirse, muavinlikten istifaya hazırlananlar bile var. doğru mu bu haber? merak ettim."
"bunun sizi ilgilendiren yanı var mı?"
"elbette var. yeni bir okuma odası açıldı mıydı, orada geceleri en aşağı 100 mumluk 2 lamba yanar, sobanın odunu, kömürü.. bir gecede şu kadar, yılda bu masraf eder. oysa, biliyorsunuz, tasarruf için bakanlıktan iki defa emir geldi. bizlerden artanları bakanlık ankara'da başka işlerde kullanacakmış. çocukların yiyeceklerinden bile kısıp dururken, öbür yanda hiç gereksiz bu iş için fazla masraf yapmanın zamanı mı?"
müdür güldü:
"yok, yok, naci bey. kalbin rahat etsin. sınıf filan açacak değiliz. sadece üstünde düşündük, o kadar. düşünmek de parayla değil ya, a birader! insanın kafasının içi kımıldar kımıldamaz böyle herkesin birden ayaklanacağını nerden bilelim?"
sayman, rahatsız ettiği için özür diledi ve:
"ne bileyim, söylenenleri doğru sanmıştım da, telaşlandım" diyerek çıktı.
yalnız kaldıkları vakit, müdür, süleyman'a:
"bakın, öneriniz şimdiye kadar üç kişiye söylendi, üçü de kabul etmedi. meslekte daha çok tecrübesizsiniz, zamanla hepsini öğreneceksiniz, süleyman beyciğim! gidiyor musunuz? ben de başmuavinin getirdiği şu kağıtları imzalayayım. akşama kahvede yine buluşuruz. haydi güle güle!
süleyman çıktı. korkunç bir hayal kırıklığına uğramıştı.
20.12.2009
müzik
müzik, ifade edilmemiş arzulara ya da hayal kırıklığına hitap eder.
müzisyenlerin hep birlikte, önceki provalar ya da konser sırasında hiç bulmadıkları daha tatlı bir şeye dokundukları o seyrek anlar vardır; salt işbirliğinin ya da teknik ustalığın ötesindedir bu; arkadaşlık ya da aşk kadar rahatça ve zarifçe dışavurulur. işte o sırada, bu insanlar bir anlığına, bize nasıl olabileceğimizi gösterirler; en iyi halimizi ve elinizdeki her şeyi başkalarına verdiğiniz ama kendinizden hiçbir şey kaybetmediğiniz inanılmaz bir dünyayı. dışarıdaki gerçek dünyada ise ayrıntılı planlar vardır; huzurlu yerler için hayali projeler, bütün uzlaşmazlıklar çözülmüştür, herkes mutludur, sonsuza kadar -insanların uğruna ölmeye ve öldürmeye hazır oldukları seraplardır bunlar. isa'nın yeryüzündeki saltanatı, işçilerin cenneti, ideal islam devleti. bu düş toplumunu örten perde gerçekten kalkar; ama salt müzikte ve salt ender durumlarda; hayal kırıklığı yaratacak kadar çabucak meydana getirilmiştir; son notalarla birlikte silinir gider.
ivan ilyiç'in ölümü
bu ölüm herkeste, görevlerde yapılması ihtimali olan değişikliklerle ilgili düşüncelerden başka, yakın bir ahbabın ölümünü duyanlarda olduğu gibi, ölenin kendileri değil de başkası olmasından ötürü bir sevinç uyandırmıştı.
.. ellerinde olmadan can sıkıcı bir nezaket ödevi olan matem törenini ve ölenin karısına başsağlığı ziyaretine gitmek zorunluluğunu düşündüler.
kadın sinirli, zorlukçu oldukça ivan ilyiç hayatının ağırlık merkezini o ölçüde memuriyet hayatına doğru götürüyordu. görevini eskisinden çok sevmeye, yükselme hırsı beslemeye başladı.
praskovya fedorovna, kocasının hastalığına karşı bu göstermelik halleriyle hem dışarıya hem kocasına şunları anlatmak istiyordu: bu hastalıktan ivan ilyiç kendi sorumludur; hastalığı, karısına yaptığı yeni bir aksilikten başka bir şey değildir.
ivan ilyiç, kadının öğrenecek bir şey olmadığını bildiğini, bu soruyu cevap almak için değil, laf olsun diye sorduğunu anlıyordu.
kamuya göre yukarı çıkıyordum. yükseldiğim ölçüde hayattan uzaklaşıyordum. şimdi de tamamiyle öl bakalım.
hastalığın başlangıcından, doktora ilk gidişinden beri ivan ilyiç'in hayatına birbiriyle nöbetleşen, birbirine zıt iki hal girdi. bunlar, kah umutsuzluk ve anlaşılmaz, korkunç ölümü bekleyiş; kah umut ve vücut çalışmasının merak dolu gözlemiydi.
acılar son derece şiddetlenmiş olmalıydı; hafifletmenin tek çaresi, afyondu.
ya bütün hayatım, yaşadığım bilinçli hayat gerçekten gerektiği gibi değil idiyse?
o andan itibaren, üç gün ardı kesilmeyen bir feryat başladı. bu korkunç feryat çift kapı arkasından duyuluyor, dehşet veriyordu.
yolculukta bazen, tren geri geri giderken ileri gittiği sanılır, sonra birdenbire gerçek istikametin farkına varılır. o da böyle olmuştu.
din ve çocuk
osho
psikologlar herkesin yedi yaşından önce yakalanması gerektiğini söyler. bir hindu'ya, bir hristiyan'a ya da herhangi bir şeye, bir komünist, teist veya ateist, fark etmez, herhangi bir şeye dönüştürülebilir; yeter ki çocuğu yedi yaşından önce yakala. yedi yaşına kadar çocuk, hayatı boyunca öğreneceği her şeyin neredeyse yüzde ellisini öğrenir. geriye sadece yüzde elli kalır. bu yüzden dinler çocukları mümkün olduğunca çabuk eğitmek konusunda ısrarcıdır; çünkü çocukluğu bir kez kaçırdın mı, insanları aptal şeylere dönüştürmek çok zordur.
eğer bu yeryüzü bir gün gerçekten dindar olacaksa, o zaman hristiyanlık, hinduizm, budizm öğretmeyeceğiz. bu, en büyük suçlardan biridir. tanrısallığı öğreteceğiz, meditasyonu öğreteceğiz, mezhepleri değil. kelimeleri ve inançları değil, bir yaşam tarzını öğreteceğiz, mutluluğu ve coşkuyu öğreteceğiz. ağaçlara bakmayı, ağaçlarla dans etmeyi, daha duyarlı olmayı, daha canlı olmayı ve varoluşun verdiği nimetlerin tadını çıkarmayı öğreneceğiz; ama kelimeleri değil, inançları değil, felsefeleri değil, teolojileri değil. hayır, onları bir kiliseye veya tapınağa yönlendirmeyeceğiz; çünkü bu yerler zihinsel yozlaşmanın kaynaklarıdır. çocukları doğaya terk edeceğiz; gerçek tapınak, gerçek kilise budur.
çocuklara süzülen bulutlara, doğan güneş'e, gece ay'a bakmayı öğreteceğiz. onlara sevmeyi öğreteceğiz ve onlara sevmek, meditasyon ve tanrısallığa engeller koymamayı öğreteceğiz. onlara açık ve korunmasız olmayı öğreteceğiz. zihinlerini kapatmayacağız. elbette kelimeleri öğreteceğiz ama aynı zamanda sessizliği de öğreteceğiz; çünkü kelimeler bir kez temele indiğinde, sessizlik zorlaşır.
19.12.2009
arzu
sohbet pek çok şey olabilir fakat asla yararsız bir şey değildir.
minnettarlığını dile getir. beklenenden fazlasını ver. iyimser bir şekilde konuş. insanlara dokun. isimleri hatırla. uysallıkla zayıflığı karıştırma, insanları hatalarıyla değil de, hatalarına verdikleri tepkilerle yargıla. fiziksel görünümünün, diğer insanlar için olduğunu hatırla. önce kendi temel ihtiyaçlarına kulak ver; aksi takdirde hiç kimseye faydalı olmazsın.
çok çalışma ve fedakârlıkta bulunma kabiliyeti, ne istediklerini tam olarak bilenlere özgüdür.
çoğu insan hedefleri olduğuna inanır fakat aslında sahip oldukları şey sadece arzularıdır. hedeflerinin çok çalışmadan, fedakarlıkta bulunmadan veya riske girmeden zengin olmak olduğunu söyleyebilirler.
bu bir hedef değil, hayaldir.
diğer insanların, aksi bir durum söz konusu olduğuna dair kanıtlara rağmen, bizimle aynı seviyede dürtüleri olduğuna inanmaktan hoşlanırız. kendimizi, insanların, sadece ahlak veya irade gücü veya ikisinin birleşiminin derecelerine göre farklılık gösterdiğine ikna ederiz. fakat dürtüler gerçektir ve her birey için alabildiğine farklılık gösterir. ahlak da, irade gücü de ilüzyondur. herhangi bir insanoğlu için, daima en yüksek dürtü kazanır ve irade gücü buna asla dahil olmaz. irade bir ilüzyondur.
adalet
beni en çok şaşırtan şey, insanların zayıflıklarına nasıl şaşırmadıklarını görmek. herkes gayet ciddi hareket ediyor ve hepsi de kendince bir yol tutturmuş; üstelik bu yolu âdet böyle olduğu, âdete uymak sahiden iyi olduğu için değil de sanki aklın ve adaletin neyi gerektirdiğini kesin olarak biliyormuş gibi takip ediyorlar. sürekli hayal kırıklığına uğruyorlar ve tuhaf bir tevazuyla bunu, hep sahip olmakla övündükleri becerilerine değil de kendi hatalarına bağlıyorlar. bu durum, insanların en olmadık kanaatlere nasıl kapılabildiklerini, kaçınılmaz ve doğal biçimde zayıf değil de tersine birer bilge olduklarına nasıl inanabildiklerini gösteriyor.
uzun yıllarımı adalet diye bir şeyin var olduğuna inanarak geçirdim ve yanılıyor da değildim; çünkü tanrı'nın bize ilham ettiği türden bir adalet mevcuttur. fakat ben adaleti bu şekilde anlamıyordum ve işte bu noktada yanılıyordum; zira adaletimizin esasen hakkaniyetli olduğuna ve bunu bir şekilde bilip değerlendirebileceğime inanmıştım. ancak o kadar sık sağlıksız hükümlerde bulunduğumu gördüm ki en sonunda bu konuda önce kendimden, sonra da başkalarından şüphe etmeye başladım. her milletin ve her insanın değiştiğine şahit oldum. ve gerçek adaletin ne olduğu konusunda pek çok defa kanaat değiştirdikten sonra, doğamızın sürekli bir değişimden ibaret olduğunu anladım ve o zamandan bu yana da bende bir değişiklik olmadı. değişmiş olsam, bu görüşüm doğrulanırdı.
18.12.2009
ateş ve kılıç
sevgi hiçbir zaman bir buyruğa boyun eğmez.
haksızlık ne kadar büyükse telafisi de o kadar büyük olmalıdır.
yiğitlik tek başına hiç kimseye kesin zaferi getirmez; kurnazlıkla birleşmesi gerekir.
bu cehennem gibi yere dayanmak için şeytan olmak gerek.
sevgilim
hiçbir zaman
kara bir yağmur gibi
unutkanlık çökmeyecek
yüreğinin ateşi üzerine
insan birbirini ararsa bulur. dağ dağa kavuşmaz, insan insana kavuşur.
mutlu değildi. kafes içinde tuttuğu bir kuştu mutluluk. ama ne yazık ki şarkı söylemeyi reddediyordu kuş.
hüzünname
gurur
büyük tarlanın kenarındaki ormanlığın bir köşesinde, tüfeğimi elimde gevşek bir şekilde tutarak duruyordum ve bir anda, hayatımda ilk kez görüyormuşum gibi, bacaklarımı fark ettim. çok güzeller, diye düşündüm. esmer, ince, düzgün bacaklar. elbisemi yukarı çektim ve külotuma kadar kendime baktım. vücudumla gurur duydum. başka hiçbir kıvanç bir kızın, bunun kendi vücudu, bunların onun düzgün bacakları olduğunu anladığı ana benzemez. her bakımdan dergilerdeki modeller kadar güzeldim. ama giysilerim.. paramız yoktu. hiç.. hiçbir şey satın almıyorduk. her şeyi, en ufak parçaları bile annem dikiyordu. ama yaptığı elbiseler küçük kızlara göreydi ve her gün o hüzünlü gözlerinin, benim yeni inceliğimi, yeni bedenimi nasıl kınadığını izledim.
17.12.2009
din
iman, boş şeylerden biridir ve bu dünyanın doğası üzerine insanı aldatma sanatıdır.
artık yeni bir vahye ihtiyacımız var. öncekiler hükümsüz kaldı. hatta daha kötüsü, kargaşanın kaynağını oluşturuyor bunlar.
aslında, dinsel ve ahlaki fikirlerin kaynağı insandır. bunu insanın dışında aramak anlamsızdır. insan metafizik bir hayvandır ve evrenin yalnızca kendisi için var olduğunu zanneder. ama evren insanı bilmez, farkında değildir ve insan bu tanımazdan gelmeye teselli bulmak için uzamı tanrılarla, kendi imgesinden yarattığı tanrılarla doldurur.
böylece içi boş gerekçelere tutunarak yaşamayı başarırız; ama bu gayet hoş ve teselli edici gerekçeler, bizler gözlerimizi -kuşatması ve tehdidi altında yaşadığımız- ölüme ve kaosa açtığımızda hiçliğe düşerler.
bizim sözde tinselcilerimizin yavan laflarının suratımızda şakladığını işittiğimde ve insandan ziyade geviş getiren bir yığının bu budalalıklara kulak verdiğini gördüğümde serseme çevrildiğimizi ve bize ayrılmış yazgıyı hak ettiğimizi hissediyorum. bütün bu geviş getirenlerin kendi hayvanlık görevlerini yaptıklarını, sabanı çektiklerini, aştıklarını, boynuzladıklarını ve buzağıladıklarını biliyorum. sütlerini ve kimi zaman da etlerini devlete verdiklerini biliyorum. ama sonunda insanlaşmak gerektiğinin farkına varmalarını ve kendilerine öğretilen ya da vaaz edilen şeyin beş para etmediğini anlamalarını isterdim.
insanı ayakta uyutan bu masal yığınlarına, alışkanlık gereği bile olsa nasıl inanabiliyorlar? burada olmaktan utanmıyorlar mı? onurlarını yitirdiklerini ve bu konulara nezaket göstermenin başarısızlıklarının itirafından başka bir şey olmadığını hissetmiyorlar mı?
onlar ısrarla bizim umut etmemizi ve inanmamızı istiyorlar. ne olursa olsun umut etmeliyiz; yeter ki umut edecek bir şey olsun. inanmamız gerekiyor, hem de neye olursa olsun; yeter ki bir şeye inanalım. beğenimize uygun saçmalıklar arasında tercih yapmakta özgürüz; yeter ki aptalca olsunlar. oysa umudun üstlendiği tüm amaçların ve imanın konu edindiği tüm nesnelerin ortak bir varlığı vardır: sonsuza dek salak olmak ve üstelik, şimdi bir de bağışlanamaz olmak. çünkü bizden daha fazla özgürleşmiş imkanların ortasında bir kuşak daha aptal aptal duramayız.
bizi öldüren iyimserliktir ve iyimserlik en büyük günahtır.
insanlar kendi çocuklarının onları doğuranlardan daha bahtsız olduğuna, torunlarının daha da mutsuz olacağına ikna olduklarında, evrene çare olmadığına ikna olduklarında, bilimin mucize yapamayacağına ve göğün para keseleri kadar boş olduğuna ikna olduklarında, tüm tinselcilerin üçkağıtçı olduğuna ve tüm yöneticilerin salak olduğuna, tüm dinlerin aşılmış olduğuna, tüm politikaların güçsüz olduğuna ikna olduklarında büyük bir umutsuzluğa kapılacaklar ve üremeyi reddedeceklerdir.
kitaplarda ölmek
16.12.2009
ortadirek türküleri
nükleer silahlara karşı çıkmak, insanlığı sevmekle eş anlamlıdır ve kendimize, yakınlarımıza, sevdiklerimize, gelecek kuşaklara sahip çıkma duygusunun, yaşam sevgisinin doğal bir uzantısıdır.
çoğumuzda genel sözlerle konuşma alışkanlığı vardır. herkes her konuda dilediğini söyler. demagojide özgürlüğün sınırı yoktur. ekonomiden siyasete, siyasetten sosyolojiye kadar her alanda "genel sözler" egemendir. genel söz, insana kolay konuşma olanağı sağlar. ağızlarda sakız gibi çiğnenen genel sözler, insanı düşünce tembelliğine iter. bir süre sonra, insanın aklı ve zekası genel sözlerin kısır döngülerine hapsolur.
araştırmaları, yayınları ve kişiliğiyle karşıtlarının bile saygısını toplamış bir ilerici yazar ölür; bunlar arkasından küfrederler. bir gazeteci, bir yazar, bir avukat siyasal bir suç nedeniyle tutuklanır, bayram ederler. "nasıl bir basın ve nasıl bir özgürlük anlayışıdır" diye sormayız. bunlar özgürlükleri, tıpkı mal varlıkları gibi, ancak kendi mülkiyetlerinde sanan insanlardır. dünyaları böyledir bunların!
herkes bilir; "resmi propaganda", soğuk yüzlü propagandadır. bu yüzden çok inandırıcı olmaz. resmi ağızlarca söylenen sözler yüzde yüz gerçekleri yansıtsa da, dünya kamuoyu, çeşitli ideolojik saplantılar ve siyasal nedenlerle bu sözlere inanmamak eğilimndedir. propaganda, resmilikten ne kadar uzaklaşırsa o kadar etkili olur.
sol, solu sevmez. ilerici yazar, bir başka ilerici yazarın düşmanıdır. "yalnız ben konuşayım, başkaları sussun" bencilliği, kendisini sol ve ilerici sayan bir kısım aydınlarımızın ortak hastalığıdır. solun içinden çıkan yazarlar, liderler, sanatçılar, önce kendi arkadaşlarınca yaralanmış ve karalanmışlardır. solun sola verdiği zararın maliyetini hesaplamak bile güçtür. sol içindeki ideolojik bölünmeden tutun da kişisel çekişmelere ve kıskançlıklara kadar uzanan bir dizi neden, bu düşmanlığa, bu soğukluğa yol açar. sol görüntülü birçok aydın da bir çeşit "gizli faşist" ya da "sol mccarthyci"dir; kendi ideolojik inancı dışındakilere söz hakkı tanımaz. tanımadığı gibi sırası gelince jurnalciliğe de başvurmaktan çekinmez.
15.12.2009
duyumsama
bize mutluluğu getirecek olanlar hiçbir şekilde duyumsanan nesneler değildir.
insanların körlüğü ve bilgisizliği bizi şaşırtmamalıdır; çünkü zihinleri, önemli bir zorluğu içeren hiçbir şeye nüfuz edemez.
"bir malebranche'ın akılcı dininde, bilimsel kafa, tanrı aşkının biçimlerinden biridir. hatta tüm erdemlerin en belli başlısı, en tanrısalı ve sevginin en yüksek ifadesidir." (edmond goblot)
hemen her zaman en masum zevklere eşlik eden can sıkıcı vicdan azapları vardır.
zihinlerin en birinci ödevi, özgürlüklerini korumak ve artırmaktır; bunu da ancak en iyi alışkanlıklarla yapabilirler ve bu şekilde mutluluklarını hak edebilirler.
sevgili ariste, fikirlerimizin ışığı ile duygularımızın karanlığı arasında, bilmek ile duyumsamak arasında fark vardır ve bu farkı zahmetsiz bir biçimde ayırt etmeye alışmak gerekir. en güçlü biçimde hissettiği şeyi çok açık olarak bildiğini zannederek bu fark üzerinde yeteri kadar düşünmemiş kişi, kendi değişimlerinin karanlıklarında kaybolmaktan başka bir şey yapamaz. bu önemli gerçeği iyi anlayınız. insan hiçbir biçimde kendi kendine kendisinin ışığı değildir. yapısı kendini aydınlatmaktan çok uzaktadır ve kendisi için kavranamaz bir olgudur. tüm zihinleri aydınlatan evrensel aklın ışığı olmadan, bu aklın kendi ışıklı yapısında keşfettiği kavranabilir fikirler olmadan insan hiçbir şeyi bilemez.
14.12.2009
binbir gece masalları
düşün de yasaları vardır.
sihirbazlar talihsizlik ve aksiliklere o kadar alışkındırlar ki olmayacak düşlerin, boş hayallerin peşinde koşmaktan yaşadıkları sürece geri durmazlar.
bir güzelliğin hakkını vermede kullanılan birkaç sözcük, güzelliğin bizzat kendisiyle aynı etkiyi yaratmaz.
hiç abartmadan, iki zaman olduğunu belirtebiliriz. biri, içinde yazgımızın dokunduğu tarihsel zaman. diğeri, binbir gece zamanı. o, her daim katkımızı bekler. talihsizliklere ve kaderin cilvelerine, dönüşümlere ve iblislere rağmen, şehrazat'ın bitmez tükenmez zamanı, bize, kitaplarda olduğu kadar yaşamda da çok nadir bulunabilecek bir tat bırakır: erincin tadı. kısa ve methiyelerle doludur ama ahlaki bütünlüğü bağlayıcı değildir; vahşet ve cinsellikle doludur ama bir aynadaki tamamlanmış biçimlerin masumiyeti vardır içlerinde.
özgün başlık 1000 geceden söz eder, çift sayıların verdiği batıl korku ise derleyicileri buna 1 gece daha eklemeye götürür ve bu da bir sonsuzluk hissi uyandırmaya yeter.