31.07.2014

uzun lafın kısası

mesa selimovic: gerçek yaşlılığın başlangıcı yerleşmektir.

ernesto sabato: kimse kimseyi yoksul üniformalı bir şeytanın öteki yoksul şeytanları hor gördüğü gibi hor göremez.

jean-paul sartre: gerçeklere dosdoğru ve çekinmeden bakmak kadar iyi bir şey yoktur.

kurt vonnegut: insanlar hakkında ne kadar çok şey öğrenirsen onlardan o kadar çok tiksinirsin.

cicero: kendi doğumundan önce olanları bilmeyen, sürekli çocuk kalmaya mahkumdur.

henry david thoreau: önüne geleni haksız yere içeri tıkan bir yönetimde, onurlu her insanın olması gereken yer cezaevidir.

boileau: doğrudan başka hiçbir şey güzel değildir; yalnız doğrudur sevilmeye değer.

salman rushdie: modern benlik; hurdalar, dogmalar, çocukluk anıları, gazete makaleleri, rastgele sözler, eski filmler, küçük zaferler, nefret ettiğimiz ve sevdiğimiz insanlardan oluşturduğumuz sallantılı bir binadır.

hegel: kendini kuran bireyliğin devinimi, gerçek dünyanın oluşumudur.

paul holbach: insanlar olağanüstü olanı basit olana, anlayamadıkları şeyleri anlayabildiklerine tercih ederler. onların, hayal güçlerini uyandırmak için "gizemli" şeylerin dürtüsüne ihtiyaçları vardır.

tahsin yücel: sevgili dostum, bu dünyada her şey alışveriştir.

alain de botton: yanında zayıf davranabileceğim kadar seviyor musun beni? herkes gücü sever; ama sen beni zaaflarımla seviyor musun? asıl sınav budur. yitirebileceğim her şeyden arınmış olsam, yalnızca ömür boyu sahip olacağım şeyler için sever misin beni?

30.07.2014

şehir

oya baydar

şehir, yaşamlarıyla, savaşlarıyla, uğraşlarıyla iç içeydi. onu eski bir dost gibi severler, havasıyla, güzellikleriyle, zenginlikleriyle büyülenirler; ama bir dekor ya da bir çerçeve gibi kullanırlardı. varlıklarının doğal bir parçası, yaşamlarının bir uzantısıydı. şehirlerin bağımsız hayatları olduğunu, terk edilmeye dayanamadıklarını, kendi evlatlarını yiyebileceklerini, ihanet ve intihar edebileceklerini henüz bilmiyorlardı.

kuyulu ev artık yerinde yok. hisarüstü'ndeki gecekondular da.. boğaz tepelerinin sık ağaçlı koruluklarından arda kalan, yalnızca birkaç küçük yeşil leke. orada burada, tek tük erguvanlar ve cılız mimozalar, artık çiçek açmayan manolyalar direniyor. kubbeler, minareler, saraylar; pırıl pırıl, zengin ve görkemli gökdelenlerin, otellerin, plazaların arasında kayboluyor. her şeyin satılığa çıktığı bu dünyada, dünyanın dört bir yanından gelmiş her türlü malla dolu çarşılar; yalanla gerçeğin arasında mekik dokuyan ve neyin gerçek neyin yalan olduğunu unutturan televizyon ekranları; caddelerin iki yanında sıralanan parlak ışıklı, pahalı kafeler, lüks restoranlar, dünyanın en ünlü mücevher dükkanlarının şubeleri, son model otomobiller, kuşkulu siyah limuzinler, şehrin sokaklarında dolaşan, hepsi birbirine benzeyen saçları sarı boyalı ruhsuz yüzlü kadınların kullandığı görgüsüz, hantal ve çok pahalı cipler; eski gecekonduların yerine kurulmuş gürültülü, ışıklı gece kulüpleri, bu kulüplerin kartlarının yanında susturuculu silahlar ve sahte kimlikler de taşıyan şehrin yeni efendileri.. kentin dört yanını kuşatarak kalbine kadar saplanan, her biri bir başka dünya olan, isyana hazır, öfkeli varoşlar. ve kendilerini özel korumaları, teknoloji harikası alarm sistemleri ve yüksek duvarlarıyla şehirden ayıran zengin siteler. duvarlarının, cüzdanlarının, güçlerinin, silahlarının, korumalarının ayrı dünyalarına çekilmiş efendiler ile; bu dünyayı ve şehri teslim almak için, her biri bir başka inancın, bir başka öfkenin simgesi olan çeşit çeşit işaretlerle -havaya kalkmış yumruklar, allahın tekliğini haykıran işaret parmakları, kana, şiddete, devlete tapınmanın rozeti kurt başları, zafer işaretleri- sokakları, meydanları dolduran varoş çocukları, artık birbirlerine düşman bile değil, birbirlerini yok sayarak kendi şehirlerini tahrip için yarışıyorlar.

29.07.2014

oradaki

şükran kurdakul


kendi uzaklığımdan kurtularak
hüküm giymiş bir mısra gibi
çıktım parmaklığımdan
kendimde duydum ellerimi

nicedir sessizliğimde kanayan
acımın yorgun yüreği
dirençlerin, yıkımların ardından
eski kaygılara götüremedi beni

defterlerim, kitaplarım, kalemim
güzelliğin ustası, umudun da ustası olan
açıldı düşlerin çocuk bahçeleri
geceye doğru ranzamdan

28.07.2014

ihtiras oyunu

jerzy kosinski

fabian karavanına girmek üzereyken orta yaşlı bir adam, çevik hareketlerle kendisine yaklaştı, elini havaya kaldırarak selam verdi. kıvrak, sırım gibi bir ispanyol'du. kenarları mübalağalı derecede dik iri şapkası "interstate wildlife cruiser" yazısını okuyan arzulu ve dikkatli gözlerinin üzerinde taç gibi duruyordu.

"hey, doğa adamı" diye fütursuzca bağırdı. "çiftlik işçisine gereksinimin var mı? uşağa, sütnineye, aslanlara et vermeye, herhangi birine, herhangi bir şeye?"

"gereksinimim varsa ne olacak?" diye karşılık verdi fabian. "aslanlara et olarak seni mi vereceğiz?"

elini uzattı adam. "benim adım rubens batista. bir zamanlar kübalı, santiago'luydum, şimdi özgürlükçü amerikalıyım. birlikte çalıştığım kişiler beni latin hustle diye çağırır."

fabian uzatılan eli tuttu. parmakları cafcaflı yüzüklerle doluydu.

"nerede kalıyor bu insanlar? satış işi nerede yapılıyor?"

"birkaç mil ötede. her gemi gelişinde başka yerde. florida üzerinden balıkçı tekneleriyle geliyorlar. ayda iki üç kez, deniz elverişli olduğu zaman."

"gidelim" dedi fabian.

latin hustle'ı izleyen fabian, çok geçmeden süprüntülerle dolu bir bölgeye saptı. pencereleri parçalanmış kırık dökük evler yolların kıyılarına dizilmişti. önlerinde, kaportaları pas tutmuş arabalar alacalı bulacalı duruyordu.

latin hustle, fabian'a, sıvaları dökük eski bir apartmanın harap kapısı önünde durmasını işaret etti. avlunun girişi, leş gibi kokan süprüntülerle ve örselenmiş boş konserve kutularıyla çepeçevre kuşatılmıştı.

fabian avlunun sevimsiz ışığında belki yüz kişilik bir insan sürüsüyle karşılaştı. çoğu kara deriliydi; erkekler küme küme oturmuş sigara içiyordu. kadınların bazıları bebeklere bakıyordu. çocuklar suskundu, cansızca oynuyorlardı. sıkıcı bir hava vardı, insanların üzerinden dökülen giysiler soluktu, yamalıydı.

karavanın görünmesiyle bir kıpırdanma oldu. gri, temiz ve ciddi giysiler giymiş beyaz bir adam fabian'ı selamladı. latin hustle'ın takdim etmesine fırsat vermeden, kendisinin patronlardan biri olduğunu açıkça belirtti.

"ismim coolidge" diye lafa başladı, fabian'ı ve karavanı süzerek. "hayatımda gördüğüm tekerlekli en büyük model. bahse girerim bunu çalıştırmak için esaslı bir beygir gücü gereklidir."

sürüyü yararak fabian'a yol açarken, birkaç müşteriye haitilileri soğuk bir tavırla övdü.

"yasa ne diyor bütün bu işlere?" diye sordu fabian.

"ne dediniz?" diyerek baktı coolidge.

"insan satmak yasalara aykırı değil mi?" dedi fabian.

"kimsenin insan sattığı yok." diyerek vurguladı coolidge, bilgiçlik taslayarak. "olanakları satıyoruz biz; işe ya da adama gereksinimi olanlara."

"biz onların yiyecek, barınak ve iş bulmalarına yardımcı oluyoruz" diyerek devam etti coolidge. "önünde sonunda birilerinin onlara yardım etmesi gerek."

fabian adamın gözlerinin içine baktı. "bu yardımın fiyatı ne kadar?"

"eğer tek bir adam alırsanız, diyelim bir çiftten daha pahalıya gelir. tüm bir aileyi alırsanız, özellikle küçük çocuklarla birlikte, sizin için harika bir pazarlık olur."

"hiç genç kadın yok" dedi fabian gelişigüzel.

"genç bir kadınla ilgilenir miydin?" diye sordu latin hustle kayıtsızca.

"hangi erkek ilgilenmez ki?" dedi fabian.

"ne kadar genç olmalı?"

caddeye çıktılar. peşinde çocuklarıyla zenci bir kadın geçti yanlarından; bir oğlan ve biraz yetişkince bir kızla. latin hustle, fabian'ın kıza baktığını fark etti. "tatlı bir kız çocuğu" dedi.

"çocuk değil, genç bir hanım demek daha doğru" diye karşı çıktı fabian.

"ne demek istediğini anlıyorum." düşünceli bir havaya girdi latin hustle. "böyle birine babalık etmek ister miydin?"

fabian güldü. "babalık etmek mi? biraz geç değil mi? kızın zaten bir babası var."

"ya yoksa? onun babalığı olmak ister miydin?"

"diyelim ki onu evlat edinmekte bir sakınca görmedim" dedi fabian ihtiyatla, "ne olacak?"

"evlatlık çocuk verilen bir yere götürebilirim seni."

"ne derece yasal bu?" diye sordu fabian.

"soluk alıp vermek kadar yasal." dedi latin hustle. "bu çocuklar yetim. terk edilmiş. kendilerine bakamayacak ya da bakmak istemeyen ana babalar tarafından sokağa atılmışlar."

"senin bu işle ilgin ne?"

"her zamanki gibi ufak bir komisyon. hepsi bu."

"gidelim" dedi fabian birdenbire.

"buyurun" diye karşılık verdi latin hustle.

kalabalık kent caddelerine çıktılar yeniden. karavanın kendisini izleyebilmesi için yavaş yol alıyordu latin hustle. yayvan bir binanın önünde durmasını işaret etti fabian'a. görünüşü iç açıcı değildi ama bir zamanlar resmi bir yapı olduğunu belirten bir havaya sahipti. en üst kata çıktılar. geniş bir bekleme odasında buldu kendini fabian. içerde dört adam daha vardı. latin hustle, kontrplak duvarlarla odadan ayrılmış iki bölmeden birine dalıp gözden kayboldu.

hiç kimsenin bozmadığı bir sessizlik sürüyordu. latin hustle yeniden göründü ve kendisini izlemesi için fabian'a işaret etti.

bölmedeki masada kısa boylu, dazlak ve gözlüklü bir adam oturuyordu. ayağa kalktı ve fabian'a kendisini avukat olarak tanıttı. latince ve ispanyolca yazılmış ve özenle çerçevelenmiş diplomaları işaret etti.

fabian adamın karşısına oturdu, latin hustle masanın yanına bir iskemle çekti.

avukat, fabian'ın gözlerinin içine baktı, nazik bir gülümsemeyle resmiyeti yumuşattı.

"rubens, kasaba dışında bir haranız olduğunu söyledi bana."

"öyle" dedi fabian.

"ve atlarınızın bir kısmını yanınıza alıp özel olarak imal edilmiş bir arabayla dolaşıyorsunuz."

"doğru."

avukat masanın üzerinden eğildi. gülümsemesi arttı. "öyleyse birtakım olanaklara sahip bir insansınız siz."

fabian başını salladı.

"mükemmel" dedi avukat, tatmin olmuş bir halde. "olanaklara sahip bir insan olarak, rubens sizin pazarlıkta.." sözcüğü düzeltmek için durdu. "rubens sizin bir çocuğu evlat edinebileceğinizi söyledi; kimsesiz bir çocuğu."

"kimsesiz bir kız çocuğunu" diye atıldı latin hustle.

avukat ters ters baktı, sonra bir kurşun kalemle bir tabaka kağıt aldı. fabian'a döndü.

"ne yaşta bir çocuk isterdiniz?" kalemini havada salladı. "evlat edinmek için" diye ekledi anlamlı bir şekilde.

fabian duraksadı.

"okul çağında. genç bir hanım" dedi latin hustle.

avukat not aldı. "çocuğu okula göndermeyi mi yoksa evde yetiştirmeyi mi yeğlerdiniz?"

"evde yetiştirmeyi." latin hustle sırıttı.

"okula göndermeyi yeğlerim" dedi fabian.

avukat, söyleyeceği şeyi vurgulamak ister gibi gözlüklerini çıkartıp önüne koydu.

"sizinle açık konuşayım." dedi resmi bir tavırla. "özgün üvey baba mı olmak istersiniz.. yoksa bir dizi üvey babadan biri mi?"

"anlayamadım" dedi fabian.

"özgün üvey baba, çocuğu ilk kez evlatlık edinen kişidir." diyerek açıkladı avukat.

"tıpkı ilk günah gibi" diyerek söze karıştı latin hustle.

avukat ona aldırmadı. "öbür türlüsünde ise bir başka babanın yerini alırsınız."

sözlerinin karşısındakince hazmedilmesi için bekledi avukat. "sizin arzu ettiğiniz yaştaki genç hanımların çoğu zaten evlat edinilmiştir; geçmişlerinde birkaç üvey babaları vardır." kalemini masaya vurdu. "evli ya da bekar bazı beyefendiler, çocukları olsun olmasın, evlat edindikleri çocuğu ancak belli bir süre için tutarlar; diyelim iki ya da üç yıl. kız büyüyünce, yani artık çocuk sayılamayacak yaşa gelince.. ne demek istediğimi anlıyorsunuzdur."

fabian adamın ilk kez yılışıkça sırıttığına dikkat etti. "o zaman genç hanım evlat edinileceği yeni bir evi gereksinir. son üvey babası ise evde bakabileceği yaşta başka bir çocuk, başka bir kız arar. ne demek istediğimi anlıyorsunuz, değil mi?" yılışık bakışları şehvetli bir hal aldı.

"sanırım ne demek istediğinizi anlıyorum" dedi fabian.

"tabii ki beyaz kızlar için büyük bir talep var." dedi avukat. yeniden resmi tutumunu takındı. "ilk kez evlat edinilecek bir kız bulmak genellikle daha pahalıya gelir." diye ekledi.

"henüz genç bir hanım değilken" diye kendi kendine mırıldandı latin hustle.

"ama birkaç kez evlat edinilmişse babalar daha hoşgörülü oluyor ve kız ucuza alınabiliyor." diyerek garanti verdi avukat.

"ortalama birini evlat edinmenin fiyatı ne kadar?" diye sordu fabian.

"çocuğa bağlı bir şey bu tabii; rengine, geçmişine, vesaire" dedi avukat, düşünceli bir halde birtakım hesaplar yaparak.

"vesaireler fiyata eklenir" dedi latin hustle.

"ama şunu söylemeliyim ki, küçük bir kız, arzularınızı, zevk için bindiğiniz bir kısraktan daha ucuz bir fiyata yerine getirebilir." diyerek tamamladı avukat.

avukat pazarlıkta uyuşmuşçasına, fabian'ın önüne kız ve oğlan fotoğraflarıyla dolu bir albüm koydu. "hepsi burada" dedi. "ne yazık ki bazı fotoğrafların kalitesi düşük."

"neyse ki kızların değil." latin hustle gözünü kırptı.

"evlat edinmek için çok fazla belge hazırlamak gerekiyor mu?" diye sordu fabian.

avukat elini salladı. "gerekiyor; ama dediğim gibi, iş yaptığımız adamlar çoğunlukla açık fikirli kişiler, bizim dostlarımız."

"kız bekleneni vermezse ne olacak?" diye sordu fabian.

"kızı yeniden evlatlık verebiliriz" dedi avukat. "siz de bir başka çocuğu evlatlık edinmek isteyebilirsiniz; daha büyük ya da daha küçük bir çocuğu."

"gerçek bir profesyonel baba." latin hustle'ın sesindeki neşeyi duymak olanaklıydı.

avukat ayağa kalktı, işi sona ermişti. "lütfen bu konuda rahatça düşünün." ağır albümü müşterisine teslim etti. latin hustle, fabian'ı törenle odadan çıkardı, bekleme odasındaki bir kanepeye yerleştirdi, sonra yeniden kontrplak duvarlardan birinin ardında kayboldu. odada üç adam kalmıştı. fabian albümün kalan sayfalarını çevirirken hiçbiri ilgi göstermedi, kitabın yabancısı değillerdi.

fotoğrafların çoğu ya polaroid kameralarla ya da parklarda ve otobüs duraklarında rastlanan türden otomatik makinelerle çekilmişti. bazı resimlerdeki birtakım işaretler, bunların aile albümlerinden ya da çocuk sömürüsünü açık seçik sergileyen gazete ve magazinlerden kesilip alınmış olduğunu gösteriyordu. her fotoğrafta, okul çağındaki bir kız ya da oğlan görünüyordu. bazıları saf bir çekicilikle gülümsüyordu, bazıları boş boş bakıyordu, diğerleri ise ürkmüş ya da kuşku içindeymiş gibi suratlarını asmıştı.

fabian'ın gözleri, 14 yaşında görünen bir kızın fotoğrafına takıldı. zayıf, bakışları etkileyici, dudakları dolgun bir kızdı bu. uzun ve parlak siyah saçları, omuzlarına dökülmüştü. üzerindeki bol giysisi, bir keşiş cüppesi gibi, bir oğlanınkini andıran beline dolanmıştı. kollarının birinden bir havlu sarkıyordu.

fabian, bir an için, bu fotoğrafın altındaki numarayı ve harfleri yazmak arzusunu duydu; neredeyse babalık serüvenine giden yola koyulacaktı.

ama o anda, bu işin üstesinden gelebilecek denli enerjisi olmadığını kabullendi. sayfayı elinde şöyle bir tarttıktan sonra, isteksizce çevirdi. kızın fotoğrafı, daha önceki sayfaların arasında kaybolup gitti.

26.07.2014

din

goethe


kim bilim ve sanata sahipse
sahiptir dine de
kim yoksunsa ikisinden de
sarılmalıdır dine.

24.07.2014

dün dağlarda dolaştım evde yoktum

ilhan berk

güneş cebimde bir bulut peydahladı. taş, kördür diye yazdım. ölüm, geleceksiz. şeylerin yalnız adı var. ve: 'ad evdir.' -kim söyledi bunu?- dün dağlarda dolaştım, evde yoktum. bir uçurum bize bakmıştı, uçurumun konuştuğu usumda. buydu bizim kendinde sonsuz olanı duyduğumuz. nesneler ki zamanda vardır. terziler çıracısı hermüsül heramise'nin pöstekisi her bahar ayaklanırdı. yağmur yağmamazlık edemez. taş, düşmemezlik.

ne diyordum, dünyanın düşünceleri yoktur. otların canı sıkılmaz. kurşun kalem kendini ağaç sanır. ufuk, hüthüt kuşu. seni bilmem, bir söylene dönüşmek içindir dünya. onun için başka bir son yok. bir söylene dönüşmek, bir söylen olmak! sonsuzluk dediğimiz budur.

nerden başlasam yine oraya geliyorum. ben gidiyorum. ölüme, o büyük tümceye, çalışacağım.

23.07.2014

taras bulba

nikolay vasilyeviç gogol

ana duası hem karada hem denizde kurtarır insanı.

insan ancak kafasına bir şey takmazsa çılgınca neşelenebilir.

savaşta sarhoşluk edenin toprakta yeri yoktur.

ilerde neler olacağını kimse kestiremez. bataklıklardan kalkan bir güz sisine benzer gelecek denen bilinmezlik. o sisin içinde güvercin atmacayı, atmaca güvercini tanımaksızın boşlukta döner dururlar. ölüme kıl payı yaklaşmışken bile tehlikeyi göremezler.

kazaklar çocuk gibidir; az verirsin yerler, çok verirsin hiç bırakmazlar.

kadından insana hayır gelmeyeceğini bilmiyor musun?

bir erkek gönlünü bir kıza kaptırdı mı, suya basılmış pabuç köselesine benzer. istediğin gibi eğer, bükersin onu.

kim demiş ukrayna benim yurdumdur diye? bana orayı yurt olarak kim vermiş? ruhumuzu saran, bizi okşayan neresiyse orasıdır yurdumuz. benim yurdum, benim varlığım sensin. yaşadıkça bu yurdu yüreğimin derinliklerinde saklayacağım, onu kendimden ayırmayacağım. görelim bakalım, hangi kazak gelip beni ondan koparabilirmiş? bu yurt için her şeyimi vermeye, kırıp dökmeye, yok etmeye hazırım.

hoppa bir kadının bir erkeğin başına açmayacağı iş yoktur. kadın uğruna kendini yitirmiş insan az mıdır?

yahudi, insanın gözünden sürmeyi çeker de farkına varmazsınız.

22.07.2014

haritanın yırtılan yeri

cezmi ersöz

nerede iktidar varsa, orada bozulma vardır.

kürdistan'da neden kızıl bayraklar taşınmıyor?

sol için fraksiyon farklılığının hapishanelerde anlamını yitirdiği ve bunların devletin ortak zulmü karşısında neredeyse komik duruma düştüğünü görmüş.

ben özgürlükten, özgür tavırdan yanayım, saçını arkadan bağlayan bu arkadaşa sizden daha yakınım.

sizleri kirletilmiş, küçük çıkarlara dayalı ilişkilerinizde birçok değerlerinizi yitirmiş buldum.

örgüt şeflerinin düzene entegre olduğunu ve sol hareketlerin sağa savrulduğunu ve tartışmaların hep durarak yapıldığını söylüyor.

günü tüketmek için yaşayanlarla beraber olamam.

12 eylül bize annelerimizi kazandırdı, tıpkı şili anneleri, arjantin anneleri gibi.

içerde çözülerek arkadaşlarını ele verenlerin sanki hiçbir şey yapmamışlar gibi politik gruplar içinde eskisi gibi yer almaları, bu anlamda bedel ödememeleri.

kürdistan'da bir savaş yaşanmaktadır ve türk solu bu direnişe destek vermeli. bu harekete sınıfsal bir temelde omuz vermelidir.

bu ekonomi herkesi teker teker tacir haline getirmiş ve bütün değerlerin üzerine para örtmüş.

80 öncesinde milli gelirde ücretlerin payı şimdikinden çok daha yüksekti. bugünse yüzde 12'ye düşmüş. rant gelirleri ise yüzde 70'lere çıkmış.

tacirleşen insanların ilişki biçimlerinin yozlaştığını ve kendilerini de adeta bir mal gibi görüp cilalayıp ambalajlayarak ve pahalı ve çok değerli bir mal gibiymişçesine sattıklarını söylüyor.

özal ekonomisi: ekonomik cendere altında sıkışan ve her sabah para kazanma savaşına çıkan insanların politikayla uğraşmalarının imkansızlığı.. ama bu kürdistan'da geri tepti. orada devletin her alanda uyguladığı sistemli zulüm başkaldırıyı doğurdu. geçmişte 3-5 gerilla diye anılanlar, şimdi ayrılıkçı güçler diye gündeme geliyor. bizim özgürlüğümüz, kurtuluşumuz artık kürt hareketindeki başarıya, gelişmeye bağlı.

ilhami aras, türkiye'deki demokrasinin göstermelik olduğunu söylüyor. panel yapamıyoruz, gece düzenleyemiyoruz. özgürlüklerimiz her yanda kısıtlanıyor. bence bıçak kemiğe dayandı, diyor.

devletin de geleceğe dair umutları yok. o da kendisini kürdistan'da ifade edemiyor. emniyet müdürü: bizi buradan kurtarın, diye bağırıyor.

tuhaftır bugün soldaki fraksiyon sayısı daha da artmış durumda.

soldaki, neredeyse komik ve kronik bir hastalık olan bölünmeyi birz olsun ortadan kaldıralım.

hapishanelerde devrim yapıldığı görülmemiştir.

12 mart 1982'de mazlum doğan'ın çağdaş kawa olması. aynı yıl 18 mayıs'ta dört arkadaşının kendilerini yakmaları. ferhat kurtay, necmi öner, eşref anyık, mahmut zengin. zulme karşı bedenlerini ateşleyerek yeni bir tarih başlatmışlar. 4'lerin gecesi. ve 1 temmuz'da başlayan büyük ölüm orucu: hayri durmuş, ali çiçek, akif yılmaz ve kemal pir'in hayatını yitirdiği bu ölüm orucu türk ve kürt halklarının kardeşliğine adanmış.

bedenlerini tutuşturan ateşi cezaevi idaresinin atatürk'ün veciz sözlerini yazmaları için verdikleri tiner ve yağlı boyalardan elde etmişler. yanan elleri demir parmaklıklara yapışıp kalmış. bu kömürleşmiş; ama parmaklıklara yapışmış elleri gören nöbetçi savcı "bu nasıl yürektir" demiş.

şükrü gülmüş ise 4'lerin ölümüne "onurlu bir gün, bir ömre bedeldir" diyerek bir anlamda sevinmiş.

ben ticari ahlakı bilmiyorum. ticarette ayakta kalmak için birilerinin hakkını sömürmek gerekli. bunu nasıl yaparım? ticaret küçük hesaplar demektir, insan bundan ve bencilce sevgilerden kurtulmalıdır. toplumsal aşk dışındaki sevgilerde sahiplenme, bencillik var.

ancak bir işkence türü var ki, onun anlamı şükrü gülmüş için çok açık: cop sokmanın toplumu "kadınlaştırma" amacı taşıdığına inanıyor. yani baskı altına alınmış, ezik, sindirilmiş.

köy baskınları, toplu gözaltılar, sabahlara kadar süren sınır boyu çatışmaları, hain pusular, kaybolan ve bir daha hayatlarından haber alınamayan her yaştan insanın trajedisi. ve hemen her gün arkasından tek kurşunla öldürülen yurtsever, demokrat insanlar.

buranın kötü adamı yörede hizbullahçı diye tanınan, devlet tarafından kiralanmış profesyonel katildir. kurbanının ta yanı başına gelip onu tek kurşunla bu hayattan ayıran ve sonra karanlık ve yoksul sokaklarda kaybolan meçhul bir katildir bu yörede hizbullahçı.

silvan'da doktor emin ayhan, kahvede birkaç polisin arasında otururken yine o tek kurşunla öldürülmüştü. suçu kendisini yöre halkına sevdirmesiydi. ibrahim demirhan aslı tütün satıcısı da 9 haziran'da öldürülmüştü.

aslında halkımız isyan için hazır beklemektedir. ama şimdilik susuyoruz ve bekliyoruz.

genç bir çocuk birkaç gün önce dayısının kaybolduğunu, nereye başvursa haber alamadığını söylüyor.

şiddeti meşrulaştıran devletti ve devlet bütün yaklaşımları, diyalog arayışlarını tek taraflı çiğnemişti. pek geriye dönüş yolu yoktu. hem pkk artık iki ayrı düzenli ordu kuracak güce erişmişti.

maliye bakanlığı cizre belediyesi'nin gelirlerine el koymuş. belediye başkanı haşim haşimi'ye göre bu türkiye'deki ilk uygulama. böyle bir ceza türkiye'deki hiçbir ilçe ya da ile verilmemiş.

çok çocuk yapıyorsunuz. vergi ödemiyorsunuz. ve devletin askerini, polisini öldürüyorsunuz.

newroz'da evinin banyosunda çocuğunun başını yıkayan annenin elini delip geçen mermi, annesini çocuğundan ayırıyordu. babasıyla camiden dönen 15 yaşındaki çocuk, bir deneme ateşinin masum kurbanı oluyordu.

19 mayıs'ta lise öğrencileri istiklal marşı'yla kürt ulusal marşı'nı peş peşe okumuşlar.

devlet bizim üzerimizi kırmızı kalemle çizdi arkadaş, böyle yaz.

diyarbakır cezaevi'ni ben kurmadım. her tür insani talebi kanla ben boğmadım. bu kanlı şiddeti ben meşru kılmadım.

kendini unut! ama grubumuzda benimle birçok duygusunu, düşüncesini paylaşan biri vardı, o şimdi kayboldu, sanıyorum öldürüldü.

bugün üniversite ortamımız çok kötü durumda. konuşmayı bile beceremeyen insanlar var. geçenlerde hilmi yavuz geldi okula ve günümüz üniversite öğrencilerinin en çok kullandığı üç kelimeyi söyledi: fark etmez, bazı ve endekslenme.

bana göre bu not sisteminde başarılı sayılan öğrencilerin kişiliği oturmamıştır. öğrencilerin başarıya ulaşması için benim hayati saydığım birçok şeyi yapmamak zorunda. aşık olmak gibi.

toplum büyük bir medya manipülasyonu altında yaşayan, değerler skalası iyice küçülmüş, giderek yok olmuş, kimliksizliğin had safhada yaşandığı, en ilkel ihtiyaçları -barınma, beslenme, giyinme dışında- bir insani faaliyeti olmayan bir yapı tarzı.

üniversitede kalmış hocalar başkaldırısından vazgeçmiş, onursuz insanlardır. istifa bile edememişlerdir.

şu anda bitmiştir üniversite. politika üniversitenin dışında yapılmalı bence.

eşitsizliğe, haksızlığa, sömürüye, kürt halkı üzerindeki zulüm ve dayatmalara, hapishanelerdeki uygulamalara, resmi ideolojiye, işçilerin yaşadıkları sömürüye karşı ortak bir üniversiteli kimliğinin oluşması gerekir.

erich fromm'un olmak eyleminden felsefi açıdan ayırdığı, tam tersine insanı şeyleştirici bir edim olarak nitelediği "sahip olmak" duygusu, mal mülk edinme arzusu ve hırsı..

günümüz medyalarında iyiliğin kötülüğe, sevincin kedere eşitlendiğini söyleyerek, bu sürecin insanlardaki temel duyguları ortadan kaldırdığını, sahiplenme ve tüketim isteği ile koşullanan günümüz insanının ben'inin farkına varmadan örselendiğini belirtiyorsunuz.

bence asıl vurgulanması gereken terim farklılık değil, aykırılık olmalı. çünkü sistem farklıyı kendisi öne sürüyor zaten. kabul edilebilir bir paradigma olarak öngörüyor. farklı, tanımı gereği, baştançıkarıcılığı, tehliyeyi değil normalleştirilebilir olanı (örneğin homoseksüelliği ve lezbiyenliği) öne sürüyor. aykırı, bu türden normalizasyonları ve yasallaştırmaları dışlayan bir kavram. söylem-dışı kılınmış olana ait. üreme dışı eros'u ima eder aykırı. örneğin masturbasyonu ve başka pratikleri. ama egemen söylem özellikle çocuklara yasaklar bunu, zararlı sayar.

toplumda hızla yaygınlaşan, meşruiyet de kazanan maddi ve manevi, sözel ve davranışsal teşhirciliğe karşı, mahremiyet ve ketumiyeti savunmak gerekiyor bir bakıma.

ben törenler askeriyim. tören: yani seyirlik olan.

özal, "yoksulları sevmem" demişti.

kitlesel bir protesto hareketine girişebilmeleri, ancak kederlenmelerine bağlıydı. ama eylem, sadece para söz konusu olduğunda başvurulan bir yol oluyor. buna alışıldı sadece. ücrete zam yoksa gösteri var. ama insan ve yurttaş oluşun doğal ve siyasal özüne ilişkin horlama ve aşağılama, hiçbir vicdanda iz bırakmıyor.

duygusallık bir tür hastalık belirtisi sayılıyor. önemli olan rasyonalizasyon ve normalizasyon.

statüler önemli yalnızca. alt kültür gruplarında bile yarışmacılık yaygınlaşıyor.

can sıkıntısından bile kurtarılmak üzereyiz. özel televizyonlar ve özel radyolar tüm boş zamanlarımızı istila etti. 24 saat medyaların tutsağıyız. filmlerden, dizilerden, şarkılardan, yarışma programlarından üzerimize gönderilen mesajların bombardımanı altındayız.

gerçek biçimiyle deneyimlenemeyen duyguların katılaşacağı kesin.

eylemciler siyasal/kuramsal amaçlarını iyice unutmuşa benziyor. ulaşılan nokta salt eylemek. ölüyor ve öldürülüyorlar. öldürmenin ve ölmenin varoluşsal/felsefi deneyimlenmesi söz konusu değil. eylemci çileciye dönüştü bence.

arabesk, toplumsal koşullardan kaynaklanan bir acıyı ve protestoyu dillendirse bile siyasal anlamda bir isyanı öne sürmüyor.

türkiye'de bilgi halen sermayenin elindedir. bilgiyle özgürleşim arasında doğrudan bağlantı var bence.

her şey sanat olabilir sözü, bir bakıma hiçbir şey sanat değildir anlamına gelir.

kibarlığı, nezaketi pasifizmle karıştırmamak gerekir.

bireysel öfke genelleştirilebilmelidir.

başta emekçi sınıf ve kesimlerin üyeleri olmak üzere insanlara sistemin öne sürdüğü doyum biçimlerinin yetersiz ve yapay olduğu her an duyurulmalıdır.

"en kutsal kavramlar tecimsel (ticari) meta haline dönüştürülüyor." (ahmet oktay)

artık biz aksiyoneriz, laikler ise reaksiyoner oldu, roller değişti.

ister müslüman, ister dinsiz, ister komünist olun, yeter ki tüketin, pazarın kurallarına riayet edin.

tesettür defileleri islam'ın içinde de sınıfların varlığını gösteriyor. zenginler ve yoksullar oyunu. ipekler içindekiler ile ucuz kumaşlar içindekiler. mal dünyası eşitlik tanımaz.

moderniteyi islamileştirmeye yönelik bu arzu, sonuçta islamı modernleştirmeye yol açtı

bize dayatılan ise şu: ya tüketici olacaksın, ya tüketici olacaksın.

modernite içinde en rafine haline ulaşan, maddi toplumsal hayatın esas olduğu, maneviyatın ise evde bırakılması gereken, kamusal hayata yansımasının hiçbir anlamı olmadığı, hatta zararlı olduğu düşüncesi..

kapitalizm'i batıda ortaya çıkaran üç ana faktör

- dini kültürel faktör: rönesans, reform, aydınlanma
- maddi ve sosyoekonomik faktör: sermaye birikimi, köle ticareti (emek sorunu), sömürgecilik (kaynak sorunu), faiz (sermaye sorunu)
- bu faktörleri uygun bir zamanda ve uygun şartlarda bir araya getirmeyi başaran burjuva sınıfının var olması

kapitalizm ve onun bugünkü evrensel adı olan modernizmin insanoğluna mutluluk getirdiği bir yana, gezegeni ve canlı hayatı tehdit altına aldığı gözlenmekte ve birçok düzeyde alternatif ve uygun çıkış yolları aranmaktadır.

gerek tarihsel bağlamında ve gerekse aktüel pratiğinde islam, kapitalizm ile uyuşmadığı gibi onun vardığı son aşama olan modernizm ile de kesin bir çatışmaya girmiş bulunmaktadır. en temeldeki çelişki seküler ve profan olan ile ilahi ve kutsal olan arasındaki farklılıktan kaynaklanmaktadır.

radikal batıcılar, islam dinini geri kalmışlığın tek sorumlusu tutuyor ve bu durumdan kurtulmak için idari, siyasi ve hukuki köklü reformların yapılmasını şart koşuyorlardı. 1839 tanzimat, 1856 ıslahat, 1908 meşrutiyet ve 1923 cumhuriyet bu düşünce ile yapıldı.

20.07.2014

zadig

voltaire

güzellik için süs ne ise, zeka için hoşa gitme arzusu odur.

yaptığım bütün iyilikler her zaman benim için birer felaket kaynağı oldu ve ancak bahtsızlığın en korkunç uçurumlarına yuvarlanmak için büyüklüğün zirvesine çıktım. başkaları kadar kötü olsaydım onlar kadar mutlu olurdum.

tutkuların kuşkuya hiç yer bırakmayan işaretleri vardır. doğmakta olan ve karşı konulmaya çalışılan bir tutku kendini ele verir; tatmin edilmiş bir aşk gizlenmesini bilir.

insanlar hiçbir şey bilmeden her şeyi yargılıyorlar.

bahtsız insan, bir benzerine rastlayınca, ona doğru sürüklendiğini hisseder. mutlu bir insanın neşesi ona hakaret gibi gelir ama bahtsız iki insan, birbirlerine dayanarak fırtınaya karşı kendilerini güçlendiren iki zayıf ağaççık gibidirler.

bir masumu mahkum etmektense bir suçlunun serbest kalmasını göze almak yeğdir.

insan kendi kendine ne duyu ne de fikir verebilir; o hepsini dışardan alır; üzüntü de zevk de ona, varlığı gibi başka yerden gelir.

felaketler hep iyi insanların başına gelir. kötü insanlar her zaman mutsuzdur. yeryüzüne yayılmış, az sayıdaki hakbilir insanı sınamaya yararlar ve hiçbir kötülük yoktur ki ondan iyilik doğmasın.

yapılan hizmetler çoğunlukla bekleme salonunda kalırken, kuşkular yatak odasına kadar girer.

neredeyse doğarken ölüyoruz, varlığımız bir nokta, yaşam süremiz bir an, dünyamız bir atom. insan bir şeyler öğrenmeye, deneyim kazanmaya kalmadan ölüm kapıyı çalıyor.

bütün yaşamını severek ve düşünerek geçirmek, gerçek zekaların yaşamıdır.

ruh saf zekadır; bütün metafizik fikirlere ana karnında sahip olur ve oradan çıktığında çok iyi bildiği ve artık hiç öğrenemeyeceği şeyleri öğrenmek için okula gitmek zorunda kalır.

18.07.2014

kedi mevsimi

mehtap maral



ırmakla perde arasında
yerle gök arasında
sıkışıp kalmakmış yaşamak

bizi yanıltan bir şey olmalı
ansızın bir tanışmadan
kalp çarpıntısıyla döndüğümüz
bir çocuğun
halkalarla anlatması kurbağayı
bir genç kızın
aklına gelmesi günahın
anımsaması sodom ile gomorra'yı
"o bizim yerimize öldü"
avutmaz bir türkü
altüst eder gecemi
biter aşk

yalnız senin anlamın var
bense tozuyum
bir dağ sırasının
kime yaslanır kalbi olan

ne kadar büyük olsa da evren
daha büyük yalnızlık

beni elinle gönder
baharın yedi kat rengine
beni uzak
beni korkak
beni yorgun sev

aziz bey hadisesi

ayfer tunç

semiramisler semraların küçük didinmelerle kurdukları, mutlu görünen, sakil yuvaları dağıtırlar.

dil yaresini andıracak yare bulunmaz
dünyada gönül yaresine çare bulunmaz

vücudun ruha ihanet etmediği anlar pek azdır. ne çok ister insan büyük kederlerin ardından ölüp gitmeyi de, başaramaz. ruh, başına kara bir hale takarak göğe yükselmek için çırpınır; ama vücut dünyalıdır; yer, içer, yaşar.

16.07.2014

şair

şükrü erbaş

bir duygu avcısıdır şair. aralık kapılardan, kirpik uçlarından, çatı pervazlarından, kimi gün bir ince mavi, kimi gün güz rengi bir hüzünle süzülen ayrıntıları, göğsündeki görünmez kuyulara doldurur bir bir. bir görme ustasıdır o.

sonra içinde bir kırık ses, iki ağzı keskin bir bıçak ve alın kırışığında saklı bir hazla, her bir ayrıntıdan yeni bir bütün çıkarır, derinliği inceliğinde yatan:

sanki nedir bir sonbahar yağmurunun anlamı
bir kadın bir pencerede yalnızken (edip cansever)

o bir inkarcıdır; yetinmesiz bir serüvenci. ulaştığı her şiirin nesnesi, her şiirsel durum, değerinden düşmüş, yıpranmış, "olmasa da olur" bir donuk hal almıştır. ve eşikte ve ufukta, gecenin içinde, günün alnacında, yüzlerce yeni serüven, yeni ayrıntı el edip durur bir ilk gençlik işvesiyle. hayatın en kolay ayarttığıdır şair. vefası şiirdir.

anlamı sesin kantarında tartan attardır o. dünyayı sözün süzgecinden geçirir, dilin suyuyla yıkar. yine de bir acemidir, anlamı sözün tınısından ayırmayan. bir büyük hovardadır, bir hece için bir dizeyi harcar. insanı dilinden yakalar önce. çağrısız konuğudur herkesin, bir şiirle kapıları çalan.

yağmuru camlardan içeri alandır o; rüzgarı yatakların içine salan, evini yolların ucuna kurandır. ince cılgalardan derin ırmaklar akıtır çırpına çırpına. geceyi gündüze eşitleyendir. sevinci hüzne bakar, hüznü sevince. o bir aşk dervişidir, aşkı diri tutmak için lokma lokma yüreğini yiyen.

dini dünyadır onun, ayini şiir.

yalancı tanıklar kahvesi

vedat türkali

acılar vardı ama gene de pırıl pırıldı; güzelliklerle doluydu yaşam. her sabah açtığımızda gözlerimizin ta içine bakan bu dünya için kavgadan kaçarak nasıl yaşanır ki!

insan korkar oğlum. o korkuyu aşıp yolunda gidene yürekli derler. aşamayan korkaktır. korku bokuna saptığı yoldaki yanlışlarını parlak sözlerle savunmaya yelteniyorsa dönektir. şaşmadan yolunda gidenlere saldırıp bulaşıyor, karalar çalıyor, işleri bin bir yalanla bozup karıştırmaya kalkıyorsa tam alçaktır o.

dünya talebiyle kimisi halkın emekte
kimi oturup zevk ile dünyayı yemekte (bağdatlı ruhi)

kişi noksanını bilmek gibi irfan olamaz.

yaşam koşulları, dinsel dogmaları bile aşıp belirleyici oluyor sonunda.

anadolu'da bir kentte, adliye sarayı'nın karşısında "yalancı tanıklar kahvesi" varmış. yalancı tanık arayan iş sahibi gidip biriyle anlaşır, duruşmaya çıkarmış. adam girmiş kahveye, bakınırken biri sokulmuş hemen; "yardımcı olabilir miyim? nedir sorun?" "bir alacak davası" demiş adam. "hala vermedi değil mi, o namussuz herif paranızı!" adam biraz çekinerek "para benden isteniyor" demiş. hemen yetiştirmiş herif: "kaç kez vereceksiniz beyefendiciğim, kaç kez vereceksiniz?"

15.07.2014

türkü söylüyor otlar

doris lessing

hiç kimse günde on iki saat çalışıp sonra da zihinsel etkinliklerde bulunacak kadar zinde kalamaz.

"bir uygarlığın zayıflıkları hakkında en iyi yargıyı, başarısızlıklarına ve uyuşmazlıklarına bakarak verebiliriz."

gerçeğin tek bir yüzü vardır.

insanın kendisi hakkında oluşturduğu resmi ister hakikat yararına olsun, ister daha soyut bir nedenle, yerle bir etmek korkunçtur.

kadınların cinsel ilişkiden kendini çekme, ona karşı bağışık olma gibi öylesine olağanüstü bir yetenekleri vardır ki, bunu yaparken, erkekleri, kendilerini kazık yemiş ve aşağılanmış hisseder; ancak yakınacak somut bir şey bulamazlar.

yönetim değişikliği her zaman sorunlar yaratır.

afrika'da beyaz bir adam, kazayla bir yerlinin gözlerine bakıp da orada bir insan olduğunu görürse -ki bu onun kaçındığı en önemli şeydir- yadsıdığı suçluluk duygusu öylesine bir öfkeyle geri teper ki, yapacağı tek şey kırbacını indirmektir.

derinliklerinde kötü eğilimleri, yanlışları olan iki insanın, gerek duydukları biçimde ve yaşama örüntülerinin gerektirdiği biçimde birbirlerini mutsuzlaştırarak ve buna karşın, birbirlerine bir yerde de uyarak sürdürdüğü sayısız evlilik vardır dünyada.

kuşkusuz her cinayet tatsızdır.

gerektiğinden ya da isteyerek, tek başına yaşayan ve komşularının yaşamını kendilerine dert etmeyen insanlar, diğerlerinin kendileri hakkında konuştuğunu duyduklarında, hep rahatsız, mutsuz olurlar. uyuyan bir adamın gözünü açıp da yatağının çevresinde onu gözetleyen bir kalabalıkla karşılaşmasını andırır bu.

14.07.2014

kangülü

ali püsküllüoğlu



yönelir geniş vakitlere, çağlardan
susar, kocaman bir gövdeyle
yüce dağların oralarda, uzak alanlarda
-ve ince hüzünlerin dolduğu evlerde-
açar bir yeni çiçek, kandan
bir yanı başka öyle, şaşkındır
gelir, oturur bir köşeye
adımları duyulmaz, sezilir yalnızca
ve başlar öldürülerin korkuncu, usuldan

lutetia

pierre assouline

hiçbir şey, çalışmayı deha olarak görmek kadar bağışlanamaz değildir.

insanın başkalarıyla rastlaşmak için, her gün sadece bir avuç saati vardır, fazla değil. bazen, birkaç saniye de yeterli olur. geri kalan zaman, insan yapayalnızdır.

şeref.. iki sessiz harf değişikliğiyle kenef olur.

terk etmek her zaman bağışlanmaz bir gizemdir. bilmemek, mutlak işkence. bilmeye cüret etmek gerekir.

sanatçının varlığını en aza indirmesi olmazsa olmazdır. sanatçı hayatı basitleştirmeli, yararsız olan hiçbir şeyi almamalı.

eğer gülüyorsan herkes seninle güler. ağlarsan yalnız ağlarsın.

resmi bürolar büyük otellere yerleştirilmeye başlanırsa, gerçekten olağanüstü şeyler yaşanmaya hazırlanılıyor demektir.

çocuklar, gerçek sermayedir. torunlar da, sermayenin faizi.

insanın düşünmemesi, içgüdüsüne kapılıp gitmesi gereken anlar vardır. onur refleksleri dürtükler, bilinçse kaçış yollarını.

tek olmak bir hapishane; hatta bir sınır değil, tam tersine, bir başarıdır. her ünlü insanın iki kişi ve gerçek insanın öteki olduğu çelişkisini beğenmek için insanın mutlaka kaçık olması mı gerekir? insanın iki yüze sahip olması, durmadan ikiye bölünmesi gerektiği söylenir; çünkü maskesini çıkarıp atarak kuklasını öldürme anı her zaman gelip çatabilirmiş. eğer maske olmasa, insan yüzünün zarfını koparacaktı.

insanın bağlanmayı atlatması ya da sahip olma duygusunun tuzağına düşmemesi için bir geçiş yerinden daha iyisi olamaz.

insanın kendini başka biriyle eksiksiz bir uyum içinde hissetmesi ne tatlı ve ne enderdir! sadece açıklamak zorunda kalmamak; açıklama etkiyi öylesine azaltır. tek bir kelime büyüyü yaratabilir, fazladan tek bir kelimeyse o büyüyü dağıtır.

iki kişi kendilerini duygu taktiğine atar, bir şey yapmaktansa konuşur, kuşatmayı akıllarına getirmeden tarlaların ortasında dövüşür. arzularını boşlukta yorarak, böylece kendi kendilerini bıktırırlar.

asla yattığı kadınların yanında uyumam. içlerinden hiçbiri benim yanımda uyanmamıştır. hiçbiri yatağımı bütün bir gece paylaşmaz. tersi, sağlıksız olduğu kadar, nasıl demeli, uygunsuz görünür bana.

"iki kadını olan ruhunu, iki evi olan aklını yitirir."

yürek, gözlerden daha uzağını görür.

arşivlerin geniz yakıcı dumanı, alelacele gidişlerin kokusu insanı yanıltmayan belirtilerdir.

kadınlar olmasa, biz erkekler tek bir takım elbise ve bir de çek defteriyle otelde kalırdık. eğer insanlar hala xv. louis stili komodinler yapıyorlarsa, kadınlarımız içindir. kadınların dışında, böylesi mobilyalara gerçekten tutkun olan kimse yoktur.

deha, uzun bir sabırdır.

insan akla meydan okuyacak gizli dürtülere boyun eğince, yapılması gereken tek şey harekete geçmek, sesini kısmak ve olacakları beklemektir.

insanlık, özellikle de büyük bir otelin müşterileri, sadece ayakkabılarına bakarak tanımlanabilir. modalar, çağlar, devrimler ifadelerini temel olarak yer seviyesinde bulur.

hiçbir şey insanın kendini izlemesi kadar endişe verici olamaz.

insanı oluşturan, göze çarpmamaktır.

kendini paniğe kaptıran bir insan, kayıp bir insandır.