manuel scorza: insanoğlunun gerçek yurdu çocukluğudur.
adam phillips: çift dediğin suç işleme arayışındaki entrikadır. en yakınlarında duran da genellikle sekstir.
aslı erdoğan: her insanın, gün gelip de düşüp parçalanmaktan kendisini güçlükle alıkoyduğu bir uçurumu vardır.
elia kazan: herkes gerçek kişiliğini ve duygularını gizleyen bir tür maske takabildiği için şu dünyada yaşayabiliyor.
howard fast: insanlar hiçbir zaman oldukları gibi görünmezler. işte bunu anladığınız anda bir insanı tanımaya başladınız demektir.
jostein gaarder: iyi bir filozof olmak için gereksindiğimiz tek şey hayret etme yeteneğimizdir.
muriel barbery: beden bütün giysilerden sıyrıldığında bile ruh süslerle dolu kalır.
everett ruess: çoğu insanın yaşadığı şekliyle hayat beni hiçbir zaman tatmin etmedi. her zaman için çok daha yoğun ve zengin bir hayat yaşamak istedim.
philipp vandenberg: dahiler genellikle sıradışı yaşam biçimleriyle kendilerini gösterirler.
turgenyev: yatak, düşünsel bağlamda, iki sevgilinin, tanrıyla birleşmek amacıyla bu dünyadan ve onun yaratıklarından kopup birleştiği yerdir.
elias canetti: insan her zaman kendisini kitleden ve onu oluşturanlardan korumayı bilmelidir.
cemil meriç: hürriyet, tarihin hiçbir çağında tam olarak gerçekleşmemiştir. çünkü hükümetler için ayak bağıdır. hiçbir hakkı olmayan, baştakilerin her yaptığını kerem sayan insanları yönetmek ne kadar kolay! otorite, hürriyetin anadan doğma düşmanı.
31.10.2010
29.10.2010
william faulkner
zülfü livaneli
20. yüzyıl amerikan edebiyatının en büyük yazarı william faulkner, üniversitenin ikinci sınıfından atılmıştı. hem de hangi ders yüzünden biliyor musunuz? ingilizce. üniversitede ingilizce hocası olan zatı muhterem, faulkner gibi bir dahinin, dil kurallarını altüst ederek onu yeniden yaratan dehasını fark etmek yerine, yaptığı kural yanlışlarını takmış ve william'a kapının yolunu göstermiş.
stockholm'de, ilhan koman'ın gemisinde yemek yediğimiz olof lagerkrantz, faulkner'i anlatmıştı.
nobel edebiyat ödülü'nü almak için stockholm'e gelen william faulkner, yazardan çok banka memuruna benziyormuş. "kravatlı, ufak tefek, sıradan biri" diye tanımladı lagerkrantz.
oysa faulkner'in romanlarını bilenler, onun iç fırtınalarının ve sıradanlıkla hiç ilgisi olmayan olağanüstü yaratısının tanığıdır. marquez, "bir yazar için faulkner okumak, hızla gelen bir trenin önüne yatmak gibi tehlikelidir" der. "etkisinden kurtulamazsınız."
insanlardan uzak yaşayan, günlerce süren içki krizlerinde evinin üst katına kapanıp hiç çıkmayan ve aydınlarla, sanatçılarla görüşmeyen, gazetecileri kabul etmeyen faulkner, çiftçi arkadaşlarıyla at sürerken, biri çiğnediği tütünü tükürmüş ve demiş ki: "gazetede okudum. sana uzak bir ülkede ödül mü ne vermişler." faulkner nobel kazandığını böyle öğrenmiş ama hiç ilgilenmemiş. törene de gitmeyeceğini bildirmiş. büyük ısrarlar sonunda stockholm'e gitmeyi kabul ettiğinde ise gerekçesi basit: "kızım isveç'i görmek istedi. yoksa nobel'den bana ne?"
faulkner atından düşüp ölene kadar kır evinde, köylü dostlarıyla birlikte yaşadı. yüzyılın en büyük romanlarını yazdı ve "banka memuru" sıradanlığında görülen adam, günümüzün shakespeare'i olarak çağdaş trajedimizi yarattı.
ortalama insan kalıbına hapsedilmiş bir dahinin hikayesiydi bu.
20. yüzyıl amerikan edebiyatının en büyük yazarı william faulkner, üniversitenin ikinci sınıfından atılmıştı. hem de hangi ders yüzünden biliyor musunuz? ingilizce. üniversitede ingilizce hocası olan zatı muhterem, faulkner gibi bir dahinin, dil kurallarını altüst ederek onu yeniden yaratan dehasını fark etmek yerine, yaptığı kural yanlışlarını takmış ve william'a kapının yolunu göstermiş.
stockholm'de, ilhan koman'ın gemisinde yemek yediğimiz olof lagerkrantz, faulkner'i anlatmıştı.
nobel edebiyat ödülü'nü almak için stockholm'e gelen william faulkner, yazardan çok banka memuruna benziyormuş. "kravatlı, ufak tefek, sıradan biri" diye tanımladı lagerkrantz.
oysa faulkner'in romanlarını bilenler, onun iç fırtınalarının ve sıradanlıkla hiç ilgisi olmayan olağanüstü yaratısının tanığıdır. marquez, "bir yazar için faulkner okumak, hızla gelen bir trenin önüne yatmak gibi tehlikelidir" der. "etkisinden kurtulamazsınız."
insanlardan uzak yaşayan, günlerce süren içki krizlerinde evinin üst katına kapanıp hiç çıkmayan ve aydınlarla, sanatçılarla görüşmeyen, gazetecileri kabul etmeyen faulkner, çiftçi arkadaşlarıyla at sürerken, biri çiğnediği tütünü tükürmüş ve demiş ki: "gazetede okudum. sana uzak bir ülkede ödül mü ne vermişler." faulkner nobel kazandığını böyle öğrenmiş ama hiç ilgilenmemiş. törene de gitmeyeceğini bildirmiş. büyük ısrarlar sonunda stockholm'e gitmeyi kabul ettiğinde ise gerekçesi basit: "kızım isveç'i görmek istedi. yoksa nobel'den bana ne?"
faulkner atından düşüp ölene kadar kır evinde, köylü dostlarıyla birlikte yaşadı. yüzyılın en büyük romanlarını yazdı ve "banka memuru" sıradanlığında görülen adam, günümüzün shakespeare'i olarak çağdaş trajedimizi yarattı.
ortalama insan kalıbına hapsedilmiş bir dahinin hikayesiydi bu.
28.10.2010
fırtına
william shakespeare
kolay kazanılan ödülü
hafife alır insanoğlu
bazı işlerin verdiği zevk, eziyetini unutturuyor
kimi angaryanın kendine göre onuru var
günlük uğraşların çoğundan da değerli sonuçlar çıkıyor
aklın dengesi bozulmuşsa
yüce müzikten daha etkili çare
daha huzur verici ilaç yoktur
bağışlanmak isteyen bağışlamayı bilmeli
bir oy
murathan mungan
rüzgara güvenme, akıntıların belleğine
güvenme unutkanlığa
günlerin sayımından geçen
biri çıkar her zaman
tarihin siyasi deneyiminden geçmez herkes
içinde yaşarken bile
oy verme
seni daha baştan suçlu sayan
genel kabule
işaretlere inanır mısın
baktıkça gözlerini bulamayan
her dalgınlığa
barışamaz çoğu zaman
alnımızdaki yazgıyla
içimizdeki kavga
miksajı yapılırken işaretlerin
rakımı alçalan gönderlerde
modern bir destan yaratmaz
her epik uzatma
yeni bir görme eşiği için
yeniden keşfetmek gerekir perspektifi
doruğu çöken ve eğrisi yükselen
parça başı rönesansta
tarih sakatlanır itirafa zorlandıkça
kaos bağışıklıktır çoğu zaman
çünkü yüzleşmeden aşılmaz hiçbir tarih
altyazı geçerken dilsiz coğrafya
dünyanın bütün kürdistanlarında
27.10.2010
eğitim
şerif mardin
erik h. erikson'a göre ergenlik çağı ideolojiler için bilhassa uygun bir ortam yaratır, ergenlik çağındaki gençlerin bazı aramalarını cevaplandırır, bundan dolayı bu yaş grubunca kolay benimsenir.
bir insandaki ahlaki düzeyi ve düşünce gücünü oluşturan eğitim sistemidir ve bu sistemi de saptayan devletin politikasıdır. bu açıdan bakıldığı zaman insanlar arasındaki yetenek farklarının kaynağını büyük çapta ayrı eğitim görmüş olmalarında aramak gerekir. bundan dolayı insanların bireysel kötülüğünü kınadığımız zaman hata ediyoruz: ahlaksızlık içten gelen bir şey değil, farklı dış etkenlerle oluşmuş bir sonuçtur. kötülük sistemin bir ürünüdür ve sistem devletin kontrolü altındadır. sistem değiştirilirse sonuçlar da değişik olur.
erik h. erikson'a göre ergenlik çağı ideolojiler için bilhassa uygun bir ortam yaratır, ergenlik çağındaki gençlerin bazı aramalarını cevaplandırır, bundan dolayı bu yaş grubunca kolay benimsenir.
bir insandaki ahlaki düzeyi ve düşünce gücünü oluşturan eğitim sistemidir ve bu sistemi de saptayan devletin politikasıdır. bu açıdan bakıldığı zaman insanlar arasındaki yetenek farklarının kaynağını büyük çapta ayrı eğitim görmüş olmalarında aramak gerekir. bundan dolayı insanların bireysel kötülüğünü kınadığımız zaman hata ediyoruz: ahlaksızlık içten gelen bir şey değil, farklı dış etkenlerle oluşmuş bir sonuçtur. kötülük sistemin bir ürünüdür ve sistem devletin kontrolü altındadır. sistem değiştirilirse sonuçlar da değişik olur.
çapkın
milan kundera
çok sayıda kadının peşinde koşan erkekleri rahatlıkla iki kategoriye ayırabiliriz. bazıları bütün kadınlarda kendi öznel ve değişmez kadın düşlerinin gerçekleşmesini beklerler. ötekiler ise nesnel kadın dünyasının sonsuz çeşitliliğini ele geçirme isteğiyle davranırlar.
birincilerin saplantısı "lirik"tir; kadınlarda aradıkları şey kendileri, kendi idealleridir ve bir ideal tanımsal olarak hiçbir zaman bulunamayacak bir şey olduğuna göre, tekrar tekrar hayal kırıklığına uğrarlar. onları kadından kadına sürükleyen şey, kararsızlıklarına bir tür romantik özür sağlar; öyle ki birçok duygusal kadın onların bu gemi azıya almış çapkınlıklarında dokunaklı bir yan bulur.
ikincilerin saplantısı "epik"tir ve kadınlar bunda en ufak bir dokunaklı yan görmezler; erkek, kadınlara öznel bir ideal yansıtmaz ve onun için her şey ilginç olduğundan, hiçbir şey onu hayal kırıklığına uğratamaz. bu hayal kırıklığına uğrayamama özelliğinde rezilce bir yan vardır. epik çapkının saplantısında kefaret yanının -hayal kırıklığı yoluyla ödenen kefaret- eksik olması insanların gözüne batar.
lirik çapkın hep aynı tip kadının peşinden koştuğu için, bir sevgiliyi ötekinden ayıranın ne olduğunu görmeyiz bile. dostları sürekli olarak onun sevgililerini birbirleriyle karıştırıp aynı adla çağırarak yanlış anlamalara neden olurlar.
bilginin peşinde olan epik çapkınlar ise çarçabuk bıktıkları alışılmış kadın güzelliğinden yüz çevirirler ve kaçınılmaz olarak birer garabet koleksiyoncusu olup çıkarlar. bunun farkındadırlar ve biraz da utanırlar bu durumdan; öyle ki dostlarını zor durumda bırakmamak için sevgilileriyle insan içine çıkmaktan kaçınırlar.
çok sayıda kadının peşinde koşan erkekleri rahatlıkla iki kategoriye ayırabiliriz. bazıları bütün kadınlarda kendi öznel ve değişmez kadın düşlerinin gerçekleşmesini beklerler. ötekiler ise nesnel kadın dünyasının sonsuz çeşitliliğini ele geçirme isteğiyle davranırlar.
birincilerin saplantısı "lirik"tir; kadınlarda aradıkları şey kendileri, kendi idealleridir ve bir ideal tanımsal olarak hiçbir zaman bulunamayacak bir şey olduğuna göre, tekrar tekrar hayal kırıklığına uğrarlar. onları kadından kadına sürükleyen şey, kararsızlıklarına bir tür romantik özür sağlar; öyle ki birçok duygusal kadın onların bu gemi azıya almış çapkınlıklarında dokunaklı bir yan bulur.
ikincilerin saplantısı "epik"tir ve kadınlar bunda en ufak bir dokunaklı yan görmezler; erkek, kadınlara öznel bir ideal yansıtmaz ve onun için her şey ilginç olduğundan, hiçbir şey onu hayal kırıklığına uğratamaz. bu hayal kırıklığına uğrayamama özelliğinde rezilce bir yan vardır. epik çapkının saplantısında kefaret yanının -hayal kırıklığı yoluyla ödenen kefaret- eksik olması insanların gözüne batar.
lirik çapkın hep aynı tip kadının peşinden koştuğu için, bir sevgiliyi ötekinden ayıranın ne olduğunu görmeyiz bile. dostları sürekli olarak onun sevgililerini birbirleriyle karıştırıp aynı adla çağırarak yanlış anlamalara neden olurlar.
bilginin peşinde olan epik çapkınlar ise çarçabuk bıktıkları alışılmış kadın güzelliğinden yüz çevirirler ve kaçınılmaz olarak birer garabet koleksiyoncusu olup çıkarlar. bunun farkındadırlar ve biraz da utanırlar bu durumdan; öyle ki dostlarını zor durumda bırakmamak için sevgilileriyle insan içine çıkmaktan kaçınırlar.
25.10.2010
fringe
sevdiğin biri için ne kadar ileri gidersin?
besin zincirinin en üstünde olduğumuza inanmamız aptallıktan başka bir şey değil. aslında en üstte virüsler var.
yeterince gelişmiş teknolojinin sihirden bir farkı yoktur.
algı genelde duygusal bir tepkidir. hislerimiz dünyayı görme şeklimizi etkiler.
çinliler yaşayan bütün varlıkların ch'i adlı bir enerji ihtiva ettiğine inanır. ayrıca doğru eğitimle ufak bir dokunuşun bile ch'i'yi etkilediğine. tersine çevirir. hastalığa, hatta ölüme bile sebep olur.
babandan daha iyi bir adam ol.
hint sevişme sanatının amacı, algı durumunu farkındalık derecesini yükseltmektir. partnerler sadece cinsel deneyimle ilgilenmez; ayrıca enerji takasının da peşinde olurlar.
einstein demişti ki, eğer bir nesne ışık hızından daha yüksek bir hıza ulaşırsa zaman çizgisi bükülebilir.
hastanın teki doktoruna gitmiş ve demiş ki: "doktor; eğer şarabı, kadını ve şarkı söylemeyi bırakırsam daha uzun yaşar mıyım?" doktor da cevap vermiş: "hayır; ama daha uzun gelir."
besin zincirinin en üstünde olduğumuza inanmamız aptallıktan başka bir şey değil. aslında en üstte virüsler var.
yeterince gelişmiş teknolojinin sihirden bir farkı yoktur.
algı genelde duygusal bir tepkidir. hislerimiz dünyayı görme şeklimizi etkiler.
çinliler yaşayan bütün varlıkların ch'i adlı bir enerji ihtiva ettiğine inanır. ayrıca doğru eğitimle ufak bir dokunuşun bile ch'i'yi etkilediğine. tersine çevirir. hastalığa, hatta ölüme bile sebep olur.
babandan daha iyi bir adam ol.
hint sevişme sanatının amacı, algı durumunu farkındalık derecesini yükseltmektir. partnerler sadece cinsel deneyimle ilgilenmez; ayrıca enerji takasının da peşinde olurlar.
einstein demişti ki, eğer bir nesne ışık hızından daha yüksek bir hıza ulaşırsa zaman çizgisi bükülebilir.
hastanın teki doktoruna gitmiş ve demiş ki: "doktor; eğer şarabı, kadını ve şarkı söylemeyi bırakırsam daha uzun yaşar mıyım?" doktor da cevap vermiş: "hayır; ama daha uzun gelir."
23.10.2010
sivas
zerrin taşpınar
bir tırpanın ucunda savruldu sesimiz
sesimiz yasemin gül, hasret
ince ve uzun kanatları kırlangıçların
sesimiz sabah serinliğinin çiy damlaları
unutsun bütün şarkılarını bu şehir
unutsun ipeksi dönüşlerini turnaların
unut beni sevgilim
yarısı kül bir kadınım artık
hep böyle ıssız mı olur katliam sonrası kentler
ırmak bile susar mı, rüzgar korkar mı sokaklardan
biter mi çığlık ateş ve dumanla
sevgilim insanla kulun çalıştığı yerdeyim
inançsızım, iğretiyim, küskünüm
yine de özlüyorum yaşamı
ölü çocuklar da doğurgandır ölü aşklar gibi
kesilmiş kavaklarda ıslık çalar
dilini yitirmişse de şiir
bir deniz feneri çizmenin tam zamanıdır
22.10.2010
madame bovary
gustave flaubert
yaradılış itibariyle sanatkar değil, hissi bir kız olduğundan ve manzaralardan ziyade heyecanlar aradığından, kalbinin derhal coşmasına yardım edemeyecek her şeyi lüzumsuz bulurdu.
bazen insan bir kitapta kendisinin de aklından geçmiş bir fikre, ta derinden hatıra gelen silinmiş bir hayale rast gelir ki bu, en ince hissinizi anlatıyor sanırsınız.
mademki hayatının geçen kısmı fena olmuştu, bundan sonrakinin daha iyi olacağından kuşkusu yoktu.
ona göre aşk, şimşek parıltıları ve gök gürültüleri ile kendini birdenbire gösterir, göklerden düşüp hayatı altüst eden, iradelerimizi birer yaprak gibi söken, bütün kalbi uçuruma sürükleyen bir kasırgaya benzerdi.
insan, hiçbir şeye karşı ilgisi, hiçbir şeyden umudu kalmayınca hayatın her gün değişmeyen tekrarı altında ezilir gibi olur.
taşrada pencere, mesire ve tiyatronun yerini tutar.
mademki hiç kimse, asla, ne ihtiyaçlarını, ne kanaatlerini, ne de ihtiraslarını tam ölçüsünde dile getirebilirdi ve insan sözü, yıldızları aşka getirmek istediğimiz zaman, ancak ayıları dans ettirecek havalar çalabildiğimiz çatlak bir kazan gibiydi, ruhun da doluluğu bazen en hoş teşbihlerle dolup taşmaz mıydı sanki?
geceler insana öğüt verir, derler.
çoğu zaman, güzel bir günün sıcaklığı
küçük kıza aşkı hayal ettirir.
bir bilim adamı hayatın pratik ayrıntılarıyla uğraşamaz.
o, yalnız esmer kadınlardan hoşlanırdı. onlar daha ateşli olurlar.
sevdiğimiz kişileri hor görmek bizi onlardan az çok uzaklaştırır. mabutlara dokunmamak lazımdır; yoksa yaldızları elimizde kalır.
ne olursa olsun mutlu değildi, hiçbir zaman mutlu olmamıştı. hayatın bu yetersizliği, dayandığı şeylerin hemen bozulup çürümesi nereden geliyordu? ama, bir yerlerde kuvvetli ve güzel bir insan, hem coşkunluk, hem de incelikle dolu kıymetli bir varlık, bir melek kılığı altında bir şair kalbi, gökyüzüne şairane düğün destanları söyleyen tunç telli bir rebap bulunsaydı, onunla tesadüfen niçin karşılaşmamalıydı? ah, ne imkansızlık! zaten hiçbir şey böyle bir araştırmaya değmezdi; her şey yalan söylüyordu, her gülümsemenin altında sıkıntıdan bir esneme vardı. her sevinç bir lanet, her zevk bir iğrenme gizliyordu ve en iyi öpücükler, dudaklarda gerçekleşmesi imkansız daha yüksek bir şehvet özlemi bırakıyordu.
emma, alışkanlıkla veya ahlaksızlıkla, o saadetten vazgeçemiyordu; hatta, her gün biraz daha üstüne düşüyor, daha da çoğalmasını istemekle, her çeşit saadetin kökünü kurutuyordu.
yalan söylemiyordu. aşkın üzerine düşen sağanaklardan en soğuğu ve en yıkıcısı para istemek olduğundan, böyle bir hayırlı iş yapmak genellikle hoşa gitmese bile, parası olsaydı, mutlaka verirdi.
hiç kimse suçlanmasın..
bir tanrı gökten inseydi bundan fazla heyecan yaratamazdı.
nişanları, unvanları, akademileri hor gören, fakirlere karşı misafirperver, cömert, babacan, fazilete inanmaksızın fazilet sahibiydi. şayet zekasının inceliğinden bir iblisten korkar gibi çekinilmeseydi, bir ermiş sayılabilirdi. neşterlerinden daha keskin olan bakışları, dosdoğru insanın ruhuna işler, iddialarla utanmalar arasından her çeşit yalanı sıyırıp çıkarırdı.
bir sarsıntı onu şilteye devirdi. herkes yaklaştı. emma artık hayatta değildi.
hiçlik bir filozofu korkutmaz.
köpekler ölülerin kokusunu alırlarmış derler. arılar da böyledir; onlar da sahipleri ölünce kovanlarını bırakıp giderlermiş.
sta vitor! amabilem conjugem calcas!: lat. dur yolcu! güzel bir kadını çiğniyorsun.
yaradılış itibariyle sanatkar değil, hissi bir kız olduğundan ve manzaralardan ziyade heyecanlar aradığından, kalbinin derhal coşmasına yardım edemeyecek her şeyi lüzumsuz bulurdu.
bazen insan bir kitapta kendisinin de aklından geçmiş bir fikre, ta derinden hatıra gelen silinmiş bir hayale rast gelir ki bu, en ince hissinizi anlatıyor sanırsınız.
mademki hayatının geçen kısmı fena olmuştu, bundan sonrakinin daha iyi olacağından kuşkusu yoktu.
ona göre aşk, şimşek parıltıları ve gök gürültüleri ile kendini birdenbire gösterir, göklerden düşüp hayatı altüst eden, iradelerimizi birer yaprak gibi söken, bütün kalbi uçuruma sürükleyen bir kasırgaya benzerdi.
insan, hiçbir şeye karşı ilgisi, hiçbir şeyden umudu kalmayınca hayatın her gün değişmeyen tekrarı altında ezilir gibi olur.
taşrada pencere, mesire ve tiyatronun yerini tutar.
mademki hiç kimse, asla, ne ihtiyaçlarını, ne kanaatlerini, ne de ihtiraslarını tam ölçüsünde dile getirebilirdi ve insan sözü, yıldızları aşka getirmek istediğimiz zaman, ancak ayıları dans ettirecek havalar çalabildiğimiz çatlak bir kazan gibiydi, ruhun da doluluğu bazen en hoş teşbihlerle dolup taşmaz mıydı sanki?
geceler insana öğüt verir, derler.
çoğu zaman, güzel bir günün sıcaklığı
küçük kıza aşkı hayal ettirir.
bir bilim adamı hayatın pratik ayrıntılarıyla uğraşamaz.
o, yalnız esmer kadınlardan hoşlanırdı. onlar daha ateşli olurlar.
sevdiğimiz kişileri hor görmek bizi onlardan az çok uzaklaştırır. mabutlara dokunmamak lazımdır; yoksa yaldızları elimizde kalır.
ne olursa olsun mutlu değildi, hiçbir zaman mutlu olmamıştı. hayatın bu yetersizliği, dayandığı şeylerin hemen bozulup çürümesi nereden geliyordu? ama, bir yerlerde kuvvetli ve güzel bir insan, hem coşkunluk, hem de incelikle dolu kıymetli bir varlık, bir melek kılığı altında bir şair kalbi, gökyüzüne şairane düğün destanları söyleyen tunç telli bir rebap bulunsaydı, onunla tesadüfen niçin karşılaşmamalıydı? ah, ne imkansızlık! zaten hiçbir şey böyle bir araştırmaya değmezdi; her şey yalan söylüyordu, her gülümsemenin altında sıkıntıdan bir esneme vardı. her sevinç bir lanet, her zevk bir iğrenme gizliyordu ve en iyi öpücükler, dudaklarda gerçekleşmesi imkansız daha yüksek bir şehvet özlemi bırakıyordu.
emma, alışkanlıkla veya ahlaksızlıkla, o saadetten vazgeçemiyordu; hatta, her gün biraz daha üstüne düşüyor, daha da çoğalmasını istemekle, her çeşit saadetin kökünü kurutuyordu.
yalan söylemiyordu. aşkın üzerine düşen sağanaklardan en soğuğu ve en yıkıcısı para istemek olduğundan, böyle bir hayırlı iş yapmak genellikle hoşa gitmese bile, parası olsaydı, mutlaka verirdi.
hiç kimse suçlanmasın..
bir tanrı gökten inseydi bundan fazla heyecan yaratamazdı.
nişanları, unvanları, akademileri hor gören, fakirlere karşı misafirperver, cömert, babacan, fazilete inanmaksızın fazilet sahibiydi. şayet zekasının inceliğinden bir iblisten korkar gibi çekinilmeseydi, bir ermiş sayılabilirdi. neşterlerinden daha keskin olan bakışları, dosdoğru insanın ruhuna işler, iddialarla utanmalar arasından her çeşit yalanı sıyırıp çıkarırdı.
bir sarsıntı onu şilteye devirdi. herkes yaklaştı. emma artık hayatta değildi.
hiçlik bir filozofu korkutmaz.
köpekler ölülerin kokusunu alırlarmış derler. arılar da böyledir; onlar da sahipleri ölünce kovanlarını bırakıp giderlermiş.
sta vitor! amabilem conjugem calcas!: lat. dur yolcu! güzel bir kadını çiğniyorsun.
michael kohlhaas
heinrich von kleist
rousseau, "toplum sözleşmesi" adlı yapıtında şöyle der: "her üyesinin kişiliğini ve mallarını var gücüyle savunan ve koruyan bir toplum biçimi bulmak: öyle bir toplum biçimi ki her üye, diğerlerine bağlanmakla birlikte, yine de yalnızca kendisine boyun eğsin ve eskisi kadar özgür kalsın."
işte toplum sözleşmesi'nin çözdüğü ana sorun budur. bu sözleşmenin yargıları, sözleşmenin niteliğine bağlı olduğu için, en ufak bir değişiklik onları anlamsız ve etkisiz kılar; öyle ki, her ne kadar bu yargılar hiçbir zaman kesin olarak söylenmemişse de, her yerde birdirler, her yerde dolaylı olarak tanınmışlar ve kabul edilmişlerdir. "fakat bu toplum sözleşmesi bir kez bozuldu mu, her üye yeniden ilk haklarını elde eder ve anlaşmaya bağlı özgürlüğe karşılık o zamana kadar vazgeçmiş olduğu doğal özgürlüğüne yeniden kavuşur."
"çünkü benim sevgili lisbeth'im ben, haklarımı korumak istemeyen bir ülkede kalamam. eğer ayaklar altında çiğneneceksem, insan olmaktansa bir köpek olmayı yeğlerim! eminim ki, karım da bu konuda benim gibi düşünür!"
"yasanın korumadığı kimseyi ben, devlet topluluğunun dışına atılmış sayarım."
"çünkü işimin rahatça gelişmesi için onun korumasına gereksinmem vardır. elde ettiğim her şeyle böylece korunabilmek için bu topluma girmiş bulunmuyor muyum; bu korumayı benden esirgeyen, beni yabanın vahşileriyle bir tutmuş sayılır ve böylece, siz de yadsıyamazsınız ki, nefsimi koruyacak silahı elime vermiş olur."
"kohlhaas, sen ki, kendini halkın kılıcını kullanmak için gönderilmiş sanıyorsun, bencil adam, kör tutkunun çılgınlığı içinde tepeden tırnağa kadar haksızlık olan sen, neler yapıyorsun? ey dinsiz adam, efendin olan hükümdar, senin önemsiz bir mal yüzünden açtığın savaşta sana hakkını vermediği için ateş ve kılıçla başkaldırıyor, onun kulları olup barış ve rahatlık içinde yaşayan halka çöllerin kurdu gibi saldırıyorsun. ey, insanları hile ve yalanla kötü yola yönelten günahkar, kalplerin en gizli köşelerinin aydınlanacağı kıyamet gününde tanrı'nın cezasından kurtulabileceğini mi sanıyorsun? zalim göğsü öç alma hırsıyla gıcıklanan sen, başarıyla sona ermeyen birkaç üstünkörü denemeden sonra hakkını elde etmek için uğraşma sıkıntısından kaçınarak, onun teslim edilmediğini nasıl ileri sürüyorsun? gelen bir dilekçeyi hasır altı eden ya da bir kararı yerine göndermeyen mübaşirler ve kollukçulardan başka yüksek bir orun tanımıyor musun? ey tanrı'yı unutan adam, senin yüksek orununun, senin işinden hiç haberi olmadığını ben mi söyleyeyim; hatta kendisine başkaldırdığın hükümdarın senin adından bile öyle habersizdir ki, mahşer günü onu suçlama amacıyla tanrı'nın karşısına çıktığın zaman, o gülerek: "tanrım, ben bu adama haksızlık etmedim; çünkü onun varlığını ruhum bile duymuş değildir." diyebilecektir. kullandığın kılıç haydutluk ve cinayet kılıcıdır; sen ulu tanrı'nın bir savaşçısı değil, bir haydutsun. bu dünyada gideceğin yer çark ya da darağacıdır, öbür dünyada ise acımasızlığın ve yadsımanın alın yazısı olan cehennem azabına uğrayacaksın. wittenberg, martin luther."
rousseau, "toplum sözleşmesi" adlı yapıtında şöyle der: "her üyesinin kişiliğini ve mallarını var gücüyle savunan ve koruyan bir toplum biçimi bulmak: öyle bir toplum biçimi ki her üye, diğerlerine bağlanmakla birlikte, yine de yalnızca kendisine boyun eğsin ve eskisi kadar özgür kalsın."
işte toplum sözleşmesi'nin çözdüğü ana sorun budur. bu sözleşmenin yargıları, sözleşmenin niteliğine bağlı olduğu için, en ufak bir değişiklik onları anlamsız ve etkisiz kılar; öyle ki, her ne kadar bu yargılar hiçbir zaman kesin olarak söylenmemişse de, her yerde birdirler, her yerde dolaylı olarak tanınmışlar ve kabul edilmişlerdir. "fakat bu toplum sözleşmesi bir kez bozuldu mu, her üye yeniden ilk haklarını elde eder ve anlaşmaya bağlı özgürlüğe karşılık o zamana kadar vazgeçmiş olduğu doğal özgürlüğüne yeniden kavuşur."
"çünkü benim sevgili lisbeth'im ben, haklarımı korumak istemeyen bir ülkede kalamam. eğer ayaklar altında çiğneneceksem, insan olmaktansa bir köpek olmayı yeğlerim! eminim ki, karım da bu konuda benim gibi düşünür!"
"yasanın korumadığı kimseyi ben, devlet topluluğunun dışına atılmış sayarım."
"çünkü işimin rahatça gelişmesi için onun korumasına gereksinmem vardır. elde ettiğim her şeyle böylece korunabilmek için bu topluma girmiş bulunmuyor muyum; bu korumayı benden esirgeyen, beni yabanın vahşileriyle bir tutmuş sayılır ve böylece, siz de yadsıyamazsınız ki, nefsimi koruyacak silahı elime vermiş olur."
"kohlhaas, sen ki, kendini halkın kılıcını kullanmak için gönderilmiş sanıyorsun, bencil adam, kör tutkunun çılgınlığı içinde tepeden tırnağa kadar haksızlık olan sen, neler yapıyorsun? ey dinsiz adam, efendin olan hükümdar, senin önemsiz bir mal yüzünden açtığın savaşta sana hakkını vermediği için ateş ve kılıçla başkaldırıyor, onun kulları olup barış ve rahatlık içinde yaşayan halka çöllerin kurdu gibi saldırıyorsun. ey, insanları hile ve yalanla kötü yola yönelten günahkar, kalplerin en gizli köşelerinin aydınlanacağı kıyamet gününde tanrı'nın cezasından kurtulabileceğini mi sanıyorsun? zalim göğsü öç alma hırsıyla gıcıklanan sen, başarıyla sona ermeyen birkaç üstünkörü denemeden sonra hakkını elde etmek için uğraşma sıkıntısından kaçınarak, onun teslim edilmediğini nasıl ileri sürüyorsun? gelen bir dilekçeyi hasır altı eden ya da bir kararı yerine göndermeyen mübaşirler ve kollukçulardan başka yüksek bir orun tanımıyor musun? ey tanrı'yı unutan adam, senin yüksek orununun, senin işinden hiç haberi olmadığını ben mi söyleyeyim; hatta kendisine başkaldırdığın hükümdarın senin adından bile öyle habersizdir ki, mahşer günü onu suçlama amacıyla tanrı'nın karşısına çıktığın zaman, o gülerek: "tanrım, ben bu adama haksızlık etmedim; çünkü onun varlığını ruhum bile duymuş değildir." diyebilecektir. kullandığın kılıç haydutluk ve cinayet kılıcıdır; sen ulu tanrı'nın bir savaşçısı değil, bir haydutsun. bu dünyada gideceğin yer çark ya da darağacıdır, öbür dünyada ise acımasızlığın ve yadsımanın alın yazısı olan cehennem azabına uğrayacaksın. wittenberg, martin luther."
21.10.2010
hayat
irvin yalom
kimsenin seyretmediği bir hayat yaşamaktan kötüsü olamaz.
amacınız öyle bir hayat sürmek olmalı ki, bundan beş yıl sonra dönüp geriye baktığınızda pişmanlık duymamalısınız.
insan kırkındayken, yirmi beşinde anlayamayacağı şeyleri hisseder.
hayata değer vermenin yolu, başkaları için şefkat duymanın yolu, her şeyi en derin şekilde sevmenin yolu, bu yaşantıların sonunda kaybolacağının farkında olmaktır.
ne kadar olasılığın yolunu kapatırsanız hayatınız o kadar küçük, kısa ve önemsiz görünür.
ödev, adap, sadakat, fedakarlık, özgecilik, kibarlık; bunların hepsi de insanı uyutmaya yarayan ninnilerden başka bir şey değil; hem de öyle bir uykuya yatırıyor ki kimse bu uykudan uyanamıyor, uyansa da ancak yaşamının sonuna geldiği an oluyor bu. işte o an, insanın hiç yaşamamış olduğunu öğrendiği an oluyor.
insanın kendi yaşam planını yalnız ve yalnız kendisinin yapabileceği içgörüsüne sahip olmak olağanüstü zor, hatta dehşet vericidir.
hayat tam bir sürtük; ama zevkli de.
kimsenin seyretmediği bir hayat yaşamaktan kötüsü olamaz.
amacınız öyle bir hayat sürmek olmalı ki, bundan beş yıl sonra dönüp geriye baktığınızda pişmanlık duymamalısınız.
insan kırkındayken, yirmi beşinde anlayamayacağı şeyleri hisseder.
hayata değer vermenin yolu, başkaları için şefkat duymanın yolu, her şeyi en derin şekilde sevmenin yolu, bu yaşantıların sonunda kaybolacağının farkında olmaktır.
ne kadar olasılığın yolunu kapatırsanız hayatınız o kadar küçük, kısa ve önemsiz görünür.
ödev, adap, sadakat, fedakarlık, özgecilik, kibarlık; bunların hepsi de insanı uyutmaya yarayan ninnilerden başka bir şey değil; hem de öyle bir uykuya yatırıyor ki kimse bu uykudan uyanamıyor, uyansa da ancak yaşamının sonuna geldiği an oluyor bu. işte o an, insanın hiç yaşamamış olduğunu öğrendiği an oluyor.
insanın kendi yaşam planını yalnız ve yalnız kendisinin yapabileceği içgörüsüne sahip olmak olağanüstü zor, hatta dehşet vericidir.
hayat tam bir sürtük; ama zevkli de.
ruj kokusu
yusuf atılgan
yemekten sonra, denize giderken, bir sokak köşesine yerleşmiş genç, sapasağlam dilencinin uzattığı ele bütün bir beş lira bıraktı. dilenci arkasından,
- beyim, diye seslendi.
döndü. parayı gösteriyordu.
- verdiğiniz beşlikti.
- iyi ya. yemene bak!
yürüdü. dilencinin yüzü hoşuna gitmişti. kıs kıs güldü. yarın akşam ona bir kertikli kuruş verecekti. unutmazdı. doğrusu böyle tatlı şakalar da olmasa insan bu dünyada nasıl yaşardı! önünden geçen kadın, kendine mi güldüğünü sandı ne, ters ters baktı. neşesi kaçtı. "yürüyelim. bilmediğim şey değil." durdu. "ya deniz? sonra." geriye dönüp arkasına takıldı. kolsuz giysisinin üstündeki çiçeklerin rengini seçemedi. yazın, sanki akşam olmadan gece başlıyordu. on adım ilerisindeki kadın -"yoksa kız mı? çorapsız..."- başını çevirip baktı. yürüyüşü değişir gibi oldu. az sonra bir başka sokağa saparken bir daha baktı. bu sokağın lambaları, sıra ağaçların altını aydınlatamıyordu. loştu. bahçelerin parmaklıklarına sarılmış hanımellerinin kokusunu duyuyordu. kadın, bir ağacın altında durup ona döndü.
görmek istediği yalnız bu değil miydi? o ters bakışın yapmacık, alışılmış bir kibir gösterisi olduğunu bilmiyormuş gibi, bir daha öğrenmek için arkasına düşmemiş miydi? öyleyse neden yaklaştı ona? bilmiyordu. kadın,
- sizin başka işiniz yok mu? diye sordu.
- hayır. aylağım ben.
fıkırdadı. çekik burnuyla bir tanıdığına benziyordu.
yüzüğünü göstermek için elini ona uzattı. oysa bu eli tutup sıktı.
- sevindim buna, dedi. evliyim diyeceğinizden korkuyordum.
avucundaki elde bir "kalsam mı, çekilsem mi" savaşı vardı. durdukları yer karanlıktı ama, yoldan bir geçen olsa çekileceğini biliyordu. kızın sırtını ağacın gövdesine dayayıp ona eğildi.
- ne yapıyorsunuz? ah, göre...
ağzını dudaklarıyla kapadı. önce bir ruj kokusu duydu. ince kumaşın altında göğsü sertti. kızın dudaklarında bir kabarma, bedeninde bir yumuşama başladı. "işte bundan yaklaştım ona. bu yumuşayan etin tadını yeniden duymak için." birden kafasında güler'in yüzünü gördü. kız ona benziyordu. gözleri mavi, burnu güzel olsa daha da benzeyecekti. çekildi. ayrılır ayrılmaz oradan kaçar gibi uzaklaştı. köşeyi dönünce elinin tersiyle dudaklarını sildi; kokladı. ruj kokuyordu. sevmedi. tükürdü. bir sigara yaktı. kıyıya yakın sokaklarda insanlar görüyordu. çoğu kadındı. salıncaklı iskemlelerde sallanıyorlar; evlerden çıkıyorlar, evlere giriyorlardı. dünyada gereğinden çok kadın vardı.
yemekten sonra, denize giderken, bir sokak köşesine yerleşmiş genç, sapasağlam dilencinin uzattığı ele bütün bir beş lira bıraktı. dilenci arkasından,
- beyim, diye seslendi.
döndü. parayı gösteriyordu.
- verdiğiniz beşlikti.
- iyi ya. yemene bak!
yürüdü. dilencinin yüzü hoşuna gitmişti. kıs kıs güldü. yarın akşam ona bir kertikli kuruş verecekti. unutmazdı. doğrusu böyle tatlı şakalar da olmasa insan bu dünyada nasıl yaşardı! önünden geçen kadın, kendine mi güldüğünü sandı ne, ters ters baktı. neşesi kaçtı. "yürüyelim. bilmediğim şey değil." durdu. "ya deniz? sonra." geriye dönüp arkasına takıldı. kolsuz giysisinin üstündeki çiçeklerin rengini seçemedi. yazın, sanki akşam olmadan gece başlıyordu. on adım ilerisindeki kadın -"yoksa kız mı? çorapsız..."- başını çevirip baktı. yürüyüşü değişir gibi oldu. az sonra bir başka sokağa saparken bir daha baktı. bu sokağın lambaları, sıra ağaçların altını aydınlatamıyordu. loştu. bahçelerin parmaklıklarına sarılmış hanımellerinin kokusunu duyuyordu. kadın, bir ağacın altında durup ona döndü.
görmek istediği yalnız bu değil miydi? o ters bakışın yapmacık, alışılmış bir kibir gösterisi olduğunu bilmiyormuş gibi, bir daha öğrenmek için arkasına düşmemiş miydi? öyleyse neden yaklaştı ona? bilmiyordu. kadın,
- sizin başka işiniz yok mu? diye sordu.
- hayır. aylağım ben.
fıkırdadı. çekik burnuyla bir tanıdığına benziyordu.
yüzüğünü göstermek için elini ona uzattı. oysa bu eli tutup sıktı.
- sevindim buna, dedi. evliyim diyeceğinizden korkuyordum.
avucundaki elde bir "kalsam mı, çekilsem mi" savaşı vardı. durdukları yer karanlıktı ama, yoldan bir geçen olsa çekileceğini biliyordu. kızın sırtını ağacın gövdesine dayayıp ona eğildi.
- ne yapıyorsunuz? ah, göre...
ağzını dudaklarıyla kapadı. önce bir ruj kokusu duydu. ince kumaşın altında göğsü sertti. kızın dudaklarında bir kabarma, bedeninde bir yumuşama başladı. "işte bundan yaklaştım ona. bu yumuşayan etin tadını yeniden duymak için." birden kafasında güler'in yüzünü gördü. kız ona benziyordu. gözleri mavi, burnu güzel olsa daha da benzeyecekti. çekildi. ayrılır ayrılmaz oradan kaçar gibi uzaklaştı. köşeyi dönünce elinin tersiyle dudaklarını sildi; kokladı. ruj kokuyordu. sevmedi. tükürdü. bir sigara yaktı. kıyıya yakın sokaklarda insanlar görüyordu. çoğu kadındı. salıncaklı iskemlelerde sallanıyorlar; evlerden çıkıyorlar, evlere giriyorlardı. dünyada gereğinden çok kadın vardı.
18.10.2010
benjamin: dar geçitteki aydın
jay parini
ben aheste yıldız satürn'ün etkisi altında doğdum; gecikmelerin, tali yolların yıldızının.
dar günlerimizde elimizde özümüzden başka bir şey kalmaz. ruhlarımızın hatları, büzülen derinin altından beliren kemikler gibi ortaya çıkar.
ben sizi bolluk içinde bir ülkeye getirdim, onun meyvelerini yiyesiniz ve nimetlerinden faydalanasınız diye; ama siz oraya girdiğinizde, benim topraklarımı kirlettiniz ve benim mirasımı kötülük doğurur hale getirdiniz.
miyoplara özgü bir şekilde ayaklarını yandan sürüyerek yürüyordu, çevresini neredeyse hiç görmüyordu.
cadde boyunca bütün ihtişamıyla geçit yapan süvari alayını hatırlıyorum. makineli tüfek ve gaz savaşları çağında oldukça saçma kaçan bir gösteriş; ama alman duygusallığının tipik bir örneği.
insan bu toy dönemlerinin tepkilerinden pişman olur sonraki yıllarda hep.
bütün insanlar ölüm kokar. asıl istedikleri yaşamakta oldukları iğrenç güne kadar ulaşan bütün izleri yok etmektir.
bazı hayatlar, sürmeleri gerekenden çok daha kısa sürüyor.
kendi mirasından korkan bir adamla karşı karşıya olduğunu anlamak..
walter, her zaman her konuda çok beklerdi. fazla uzun beklerdi.
çekimlerin içinde yok olup gidiyorum.
onda bir anlam bulabilirsin ama gelip geçici bir şey bu.
beni yanlış tanıyorsun dora. sana duygularımı açıkça ifade edemediğim ve belli edemediğim için benim duygusuz olduğum sonucuna vardın. tabii, benim suçumdu; hiçbir zaman tam olarak ne söylemem gerektiğini bilemedim. (asja lacis)
birlikte sakin bir yaşam sürememeniz beni şaşırtmamıştır hiç. o, büyük olduğu kadar zor bir insan.
bu vurdumduymaz gezegen üzerinde geçirdiği elli yıla yakın sürede olayların gidişi onun için asla kolay olmamıştı.
reddetmek benjamin'e reddedilmekten daha zor gelirdi.
herakleitos: her şey değişiyorsa insanın umudunu bir ana bağlaması anlamsızdı. iyi ya da kötü zamanlar yoktu, sadece değişen zamanlar vardı.
değişimi kabullenmekte gösterdiği isteksizlikten ötürü kınadı kendini; ve hayatta ona tanıdık ve rahatlatıcı gelen her şeye her an bağlandığı için.
hazirandı oysa, değişimin imasına bile yer vermeyen tembel saatlerin ve serseri rüzgarların ayı.
eski bir rejimin durağanlığını, beklenene uyan durumların ve güven verici düzenlerin var olduğu bir dünyayı da özlüyordu.
ekonominin insan hayatlarını yönetmemesi ve tüketmemesi gerektiğine yürekten inanıyordu.
kafka: evet umut var, çok umut var; ama bizim için değil.
bir namlunun içindeyiz, iki ucundan da ışık görünmeyen şimdiki zamanda yaşıyoruz.
söylenti her şeydir ve teselli bulmak, rahatlamak için ona sarılırsın.
oyunun son hamlelerinin rakibine kalması..
labirentin dibinde tilki uykusuna yatmış olan canavar öldürülmelidir. bizim besine, barınağa, giysiye ve kişisel nesnelere -bizi başkalarına ve ne yazık ki kendimize şirin gösteren şeylere- duyduğumuz normal arzunun saptırılmış bir uzantısı olan tüketimciliğin beslediği canavar.
bize tarihi romantik bir bakışla görmemiz öğretildi.
insan geçmişe empati duyarak ilerleyemez.
anonimlik en kötü düşmandı, herkesi kağıt üzerindeki bir sayıya dönüştürüyordu. sanatçının görevi de işte bu boşluğu nesnelere isim vererek yenmekti.
faşizmin doğal sonucu siyasal yaşama estetiğin sokulmasıdır.
insanların birbirlerini ahlak adına öldürdükleri bir dünyada yaşamak istemedikleri için canlarına kıymışlardı.
deha sahibi adamlar koca kıtalar gibidirler. etrafları okyanuslarla çevriliymiş gibi mesafeli. birbirlerine söyleyecek pek az şeyleri vardır ve onları bir araya getirmek çoğu zaman bir hatadır.
sanki içgüdüsel olarak bu kadar ahlaklı olduğu için bunu çiğ bir kabalıkla dengelemek zorunda kalıyordu.
iki insan arasında öğretmen-öğrenci ilişikisinden daha kutsal bir ilişki olamaz. zaten tevrat'ın anlamı da öğreti'dir.
yeterli entelektüel yoğunlaşmayla dünyadaki her şeyin çözülebilecek ve yorumlanabilecek metinler olduğunu göstermek..
ne söylememek gerektiğini bilmek önemlidir arkadaşlıkta ve bazen sadece yürekli insanlar sessiz kalmaya razı olur.
kitap edinmenin türlü yollarından en makbulü kişinin kendisinin bir kitap yazmasıdır.
plan: komik bir kavram. herkes birilerinin işleri bildiğine, bir programa göre hareket ettiğine inanmak ister. dinlerin özellikle de kendi kaderine yön verme yetisinden yoksun kitlelerde bu kadar rağbet görmesinin sebebi bu olsa gerek.
imkansız görünen işlerin bu denli kolay olması, basit görünen işlerin de bir o kadar zor olması ne tuhaftır.
kendi gölgelerimiz bile bizi izlemiyordu.
toplumsal davranışlar iyi eğitilmiş insanlarda içerikleri anlamdan yoksun bırakıldıktan sonra bile devam ediyor.
hans'a ne yapacağının söylenmeyeceğini unutmuştum. bu ona göre değildi.
benjamin bir düşünür olmanın, bir insan olmanın getirdiği sınırlılıklarla boğuşurken o günlerde başına sıkça geldiği üzere kendini ağlarken buldu.
o daimi misafir, ebedi göçebe idi.
dar günlerimizde elimizde özümüzden başka bir şey kalmaz. ruhlarımızın hatları, büzülen derinin altından beliren kemikler gibi ortaya çıkar.
eyfel: bir kaprisin ürünü olan yapaylık abidesi.
anlamsız gibi görünen şeylerin anlamı sonradan ortaya çıkar.
aile dünyanın üremesini sağlayan şeydi.
brecht, kendisine para, seks ve ün getirmeyen herkese korkunç davranırdı. insana rahatsızlık veren bir adamdı. küçük bir çocuk gibiydi: tek istediği pohpohlanmak, övülmekti. kendisini derin toplum bilincine sahip bir komünist gibi göstererek stalin'in desteğini kazanmış, bu sayede dünyada düzenlenen tüm edebiyat konferanslarına katılmıştı. benjamin brecht'in bir sahtekar olduğunu ama birçok yönden dahi bir sahtekar olduğunu, bu sahtekarlığın onun dehasının bir yönü olduğunu düşünüyordu.
sürekli eski yaraları deşiyordu. hiçbir olayı kapatmayı beceremezdi.
adamın tembelliği kendisini hayatın macera ve sırlarla dolu karmaşasından kurtarmış, yıllarca şerefiyle yaşamasını sağlamıştı.
şimdi konuşacak kimsesi yoktu. bu yüzden mektuplara bağımlıydı. yanıt almaktan çok yazmayı seviyordu. kendi derinliklerinden çekip ortaya çıkardığı, sonra da gözünde iyice canlandırdığı bir okuyucunun beklentilerine göre şekillendirdiği mektuplarında aslında kendisini buluyordu.
insan asla umudunu yitirmemeliydi.
insan sigara içebildiği sürece her şey bitmiş sayılmazdı.
kararsız ve dolaylı yaklaşımında insanın sinirlerini bozan bir şeyler vardı.
gözleri benimkiler kadar soğuktu. birlikte evreni dondurabilirdik.
klostrofobik bir yapım var ne yazık ki, küçük mekanlardan nefret ederim. bu da bir mağaranın, ne kadar muhteşem olursa olsun, benim en korkunç kabusum olduğu anlamına gelir. hayatım boyunca rüyalarımda mağara görmüşümdür: uzayıp giden ve hiç son bulmayan mağaralar, ışığa ulaşmayan labirentvari mağaralar.
beni istila etmesine izin verdim.
bu çoğu erkekte böyledir: elde edemediklerini delice bir tutkuyla isterler. eğer onlara istediklerini verirsen hor görmeye başlarlar. eğer reddedersen yalvarmaktan seni delirtirler.
aşk söz konusu olduğunda muhteşem felsefi beyinlere sahip son derece akıllı insanlar bile birbiriyle moronlar gibi konuşurlar.
asla insanlaşamayan erotik ideal..
önemli yazılar, derdi brecht, her zaman acıya tepki vermenin bir ürünüdür.
marjinalite yalnızca burjuva duyarlılığına hitap edecek bir şeydir. burjuvazinin kendi beceriksizliğine kılıf bulmasına yarar. saklanıp kendini güvende ve tatmin olmuş hissetmek için güzel bir yerdir.
walter hayatında aniden bir elektrik fırtınası gibi beliriveriyor, patlıyor, etrafa ışıklar saçıp havayı titretiyor, sonra da arkasında yankısını ve günlerce süren yağmuru bırakarak ufukta kayboluveriyordu.
sokaklarda beni görür diye gezinip durmuş.
bu haldeki bir adamla uğraşmak bir ıstıraptı.
iyi bir yazar her zaman güzel, derin ve hatırda kalacak satırlar yazmaz.
bir erkek seni, senin onu sevdiğinden daha fazla sevdiği zaman öyle saçma ve kalp kırıcı bir durum yaşanıyor ki..
herhalde ağlıyordu. ne kadar can sıkıcı bir durum diye düşündüm. ne kadar can sıkıcı.
deja vu etkisi: bir sözcük, bir ses ya da bir hışırtı bizi geçmiş zamanın serin mezarına götürmeyi başaracak inanılmaz bir sihirli güce sahiptir. bu mezarın çukurundan şimdiki zaman bize bir yankı olarak dönmektedir.
yetişkinler çoğunlukla çocukların ne söylediğine dikkat etmezler.
insan gerçeklerle yüzleşmezse daha tedirgin oluyor.
entelektüellerin kendilerine göre gerekçeleri vardır.
belli bir noktada sadece o anın önemi kalır ve o an zaman içinde başka anlarla birleşmez.
kravatı bulunduğu durum ve ortama hiç uymuyordu, işlevi kalmamış bir giysi parçası, bir daha dönmeyecek bir medeniyetten kalan bir fosil.
benjamin tek bir şeyi bilenlerin hayatta daha mutlu olduklarını düşünüyordu.
yahudiler her yerdedir.
heidegger'e göre hitler, köksüz ve önemsiz düşüncelere karşı, katı açıklığın kazandığı bir zaferi temsil ediyordu.
mutlak entelektüel iktidar arzusunun bir yansıması..
ve budalalar, anlamadıklarını ve anlayamayacaklarını yok ederler. (goethe)
sürgünde öğrendiği şeylerden biri de sahip olmadığın şeyi düşünmemek ve kafanı takmamak gerektiğiydi.
neden ulaşabildiği şeyleri sevmesi bu kadar zordu?
bazı şeylerin özrü yoktu.
goethe aşkın dünyevi vücutlarda asla tam olarak tüketilmediğini anlamıştı. aşkın ölüme tercümesi gerekiyordu. ölüm de aşk gibi bizi çırılçıplak soyma gücüne sahiptir.
alıntıların, şiir parçalarının, aforizmaların ezeli koleksiyoncusu..
geleceğin büyük kitabı başka kitaplardan yapılan alıntılardan oluşacak. yaratılmış anlamların mozaik halinde yeniden derlenmesiyle ortaya konacak. geleceğin büyük eleştirmeni sessiz kalacak, sadece işaret edecek ama kendisi konuşamayacak ya da konuşmak istemeyecek.
aşkta bir vücudu diğeriyle takas edemezsin.
yeniden üretilebilme özelliklerinden ötürü sanat eserleri de tükenmeye mahkumdular.
zor anlarda şaka yapabilmek güzel bir meziyettir.
ben hiçbir şey değilim.
eğer bir insan kişilik sahibiyse, der nietzsche, aynı deneyimi tekrar tekrar yaşayacaktır.
bir babayla oğul arasında, her ikisi de durumlarının ontolojik imkansızlığını anladıklarından kaçınılmaz mesafeler vardı. bir baba kendisinin kopyasına, halefine ya da celladına nasıl hitap edebilirdi ki?
dağları aşıp geçen bir patikanın gücü, üzerinde yürüdüğünüz zaman farklı, uçakla üzerinden uçtuğunuzda farklı hissedilir. aynı şekilde bir metnin gücü de elle yazılmış bir nüshası okunduğunda bambaşka hissedilir. uçağın yolcusu, yolun manzara boyunca nasıl sürüp gittiğine dikkat eder yalnızca. yol arazinin şartlarına göre şekil almıştır. bu yolun kudretini binbir zahmete katlanarak yürüyen kişi anlayabilir ancak.
doğal dünyada anarşi yoktur.
kötü şans bulaşıcıdır.
insan misafirlerinin mükemmel olmasını bekleyemez. otel işletmek mükemmeliyetçi bir insan için hiç de uygun bir meslek değil.
asla beklenti içinde olmamalısın demişti, beklentiler insanı sadece mutsuzluğa götürür.
ölüm iyi niyetliydi, bir nevi bedensel unutkanlık. ölüm son değil başlangıçtı. vücut sadece günlük ve acıklı varlığını unutuyor ve ruh uçup gidiyor, başka bir yerde vücut buluyordu. hayali olmayan, maddi bir krallıktı burası; bayağılık yoktu, yas tutmak yoktu burada ve iyilikle kötülüğün ötesinde bir yerdi.
eski ve iyi günlerinizin değil, yeni ve kötü günlerinizin üstüne kurun dünyanızı.
ah marx, bunlar artık geride kaldı. kimse onu okumuyor, özellikle de marksistler.
kitapları moda oldukları sıra okumamayı tercih ederim, nedense bu bana hep alçaltıcı gelmiştir. yazarının ya da şöhretinin ölmesini beklerim.
stalin'in işlediği suçları asla affedemezdi. milyonlarca insan öldürülmüş, hapsedilmiş ve işkence görmüştü. moskova'da yürütülen göstermelik mahkemeler ve aydınların yok edilmesi.
goethe, sanat düzenlenmiş hafızadan ibarettir, demişti.
bir yanıyla her hayati ihtiyacın odağında bütün tahripkarlığıyla para durur, diğer yanıyla her ilişkinin önünde çakılıp kaldığı engel yine paradır; bu yüzden de günbegün, hem doğal alanda hem ahlaki alanda güven, huzur ve sağlık hızla yok oluyor.
ben hayata gerçek anlamda katılmıyorum, hayatın daimi gözlemcilerinden biriyim sadece.
kendimi fransız kabul ediyorum. artık ülkemi tanımıyorum. ben almanya'yı vatanım olarak görmeyi reddediyorum.
gözlerinin hızlı hareketleri, adamın akıllı ve özgüven sahibi olduğunun göstergesiydi.
ama sorun sadece kalbi değildi, dünyanın kendisiydi.
hikaye her zaman yalandır; çünkü çok şey anlatılmadan kalır.
rasyonel bir insan olduğum için bir şeyi neden yaptığımı anlamak isterim.
bazı insanlar kendilerine bakmaktan acizdir; kendi kalplerine hiç acımazlar.
her sanat dalı sessizliğe erişmeye çalışır.
kasvet, onun çehresinin bir parçasıydı.
kıyafeti konusunda züppeliğe varacak kadar titizlik gösterdiği ve daha birçok konuda evhamlı davrandığı halde..
benjamin açık konuşurdu ve intihardan oldukça sık söz ederdi.
intihar da mastürbasyon gibi mahrem bir konudur bence.
don kişotvari romantik bir insandı benjamin.
yazısı öyle küçük ve eciş bücüştü ki..
anlamlandırma sürecinin yollarından geçerken kaç kez çalıların içine düştüm, bu çalılıktan her yanım çizikler, yara bereler içinde çıktım.
brecht: yazmanın amacı insanların canını, problemlerini çözdürecek ya da çözmeyi isteyecek kadar çok sıkmaktır.
hitler ve yandaşları bir ideolojiyi ilerletebilmek için düşman yaratmak gerektiğini gayet iyi biliyorlardı. bizler bir kere daha bu iş için seçilmiş insanlar oluyorduk.
ellerinin eklem yerlerinde şişkinlik göze çarpıyordu; kalp rahatsızlığının bir göstergesi.
hayatı daha iyi hale getirmek için başlanan bu ulvi girişim dejenere oldu.
kapitalizm işe yaramayacak. kısa vadeli kazanç üzerinde çok fazla duruluyor. bu kötü bir ekonomi ve halk için de zararlı. dünya parıltılı bir çöp yığını haline gelecek ve sonra havaya uçacak.
insan aklı, tevazunun, merhametin ve güç karşısında derin bir kuşkunun denetiminde olmadığı sürece ancak yok edicidir.
gözlerini benimkilerden kaçırıyordu; bu bir yalancının tipik bir özelliğidir.
o da yalan söylüyordu. kimse bir martıyı hatırlamazdı.
babel miti: kendimizi insan sayan bizlerin arasında kalın anlaşmazlık duvarları örülü ve birbirimize kaba işaretler ve soyut hareketlerden, anlaşılmayı imkansız kılacak kadar özel ve kendine özgü dillerden başka şeylerle hitap edemiyoruz.
bir gün, dillerin kargaşası sona erecek. o zaman hikaye anlatısı da sona erecek, tek ve bütün yazının içinde eriyip yok olmuş olacak.
o sözlerde gerçek vardı ve gerçek, öldürülemeyen tek şeydir. çoğu zaman şeklini değiştirerek kimsenin bakmayı akıl edemeyeceği yerlerde saklamak zorunda olsak bile.
her insan kendisi için bir giz olmalıdır.
kadınlarla, gerçeklik batağında mücadele edersen, başka bir deyişle laf yarışına girersen, her zaman kaybedersin.
ben aheste yıldız satürn'ün etkisi altında doğdum; gecikmelerin, tali yolların yıldızının.
dar günlerimizde elimizde özümüzden başka bir şey kalmaz. ruhlarımızın hatları, büzülen derinin altından beliren kemikler gibi ortaya çıkar.
ben sizi bolluk içinde bir ülkeye getirdim, onun meyvelerini yiyesiniz ve nimetlerinden faydalanasınız diye; ama siz oraya girdiğinizde, benim topraklarımı kirlettiniz ve benim mirasımı kötülük doğurur hale getirdiniz.
miyoplara özgü bir şekilde ayaklarını yandan sürüyerek yürüyordu, çevresini neredeyse hiç görmüyordu.
cadde boyunca bütün ihtişamıyla geçit yapan süvari alayını hatırlıyorum. makineli tüfek ve gaz savaşları çağında oldukça saçma kaçan bir gösteriş; ama alman duygusallığının tipik bir örneği.
insan bu toy dönemlerinin tepkilerinden pişman olur sonraki yıllarda hep.
bütün insanlar ölüm kokar. asıl istedikleri yaşamakta oldukları iğrenç güne kadar ulaşan bütün izleri yok etmektir.
bazı hayatlar, sürmeleri gerekenden çok daha kısa sürüyor.
kendi mirasından korkan bir adamla karşı karşıya olduğunu anlamak..
walter, her zaman her konuda çok beklerdi. fazla uzun beklerdi.
çekimlerin içinde yok olup gidiyorum.
onda bir anlam bulabilirsin ama gelip geçici bir şey bu.
beni yanlış tanıyorsun dora. sana duygularımı açıkça ifade edemediğim ve belli edemediğim için benim duygusuz olduğum sonucuna vardın. tabii, benim suçumdu; hiçbir zaman tam olarak ne söylemem gerektiğini bilemedim. (asja lacis)
birlikte sakin bir yaşam sürememeniz beni şaşırtmamıştır hiç. o, büyük olduğu kadar zor bir insan.
bu vurdumduymaz gezegen üzerinde geçirdiği elli yıla yakın sürede olayların gidişi onun için asla kolay olmamıştı.
reddetmek benjamin'e reddedilmekten daha zor gelirdi.
herakleitos: her şey değişiyorsa insanın umudunu bir ana bağlaması anlamsızdı. iyi ya da kötü zamanlar yoktu, sadece değişen zamanlar vardı.
değişimi kabullenmekte gösterdiği isteksizlikten ötürü kınadı kendini; ve hayatta ona tanıdık ve rahatlatıcı gelen her şeye her an bağlandığı için.
hazirandı oysa, değişimin imasına bile yer vermeyen tembel saatlerin ve serseri rüzgarların ayı.
eski bir rejimin durağanlığını, beklenene uyan durumların ve güven verici düzenlerin var olduğu bir dünyayı da özlüyordu.
ekonominin insan hayatlarını yönetmemesi ve tüketmemesi gerektiğine yürekten inanıyordu.
kafka: evet umut var, çok umut var; ama bizim için değil.
bir namlunun içindeyiz, iki ucundan da ışık görünmeyen şimdiki zamanda yaşıyoruz.
söylenti her şeydir ve teselli bulmak, rahatlamak için ona sarılırsın.
oyunun son hamlelerinin rakibine kalması..
labirentin dibinde tilki uykusuna yatmış olan canavar öldürülmelidir. bizim besine, barınağa, giysiye ve kişisel nesnelere -bizi başkalarına ve ne yazık ki kendimize şirin gösteren şeylere- duyduğumuz normal arzunun saptırılmış bir uzantısı olan tüketimciliğin beslediği canavar.
bize tarihi romantik bir bakışla görmemiz öğretildi.
insan geçmişe empati duyarak ilerleyemez.
anonimlik en kötü düşmandı, herkesi kağıt üzerindeki bir sayıya dönüştürüyordu. sanatçının görevi de işte bu boşluğu nesnelere isim vererek yenmekti.
faşizmin doğal sonucu siyasal yaşama estetiğin sokulmasıdır.
insanların birbirlerini ahlak adına öldürdükleri bir dünyada yaşamak istemedikleri için canlarına kıymışlardı.
deha sahibi adamlar koca kıtalar gibidirler. etrafları okyanuslarla çevriliymiş gibi mesafeli. birbirlerine söyleyecek pek az şeyleri vardır ve onları bir araya getirmek çoğu zaman bir hatadır.
sanki içgüdüsel olarak bu kadar ahlaklı olduğu için bunu çiğ bir kabalıkla dengelemek zorunda kalıyordu.
iki insan arasında öğretmen-öğrenci ilişikisinden daha kutsal bir ilişki olamaz. zaten tevrat'ın anlamı da öğreti'dir.
yeterli entelektüel yoğunlaşmayla dünyadaki her şeyin çözülebilecek ve yorumlanabilecek metinler olduğunu göstermek..
ne söylememek gerektiğini bilmek önemlidir arkadaşlıkta ve bazen sadece yürekli insanlar sessiz kalmaya razı olur.
kitap edinmenin türlü yollarından en makbulü kişinin kendisinin bir kitap yazmasıdır.
plan: komik bir kavram. herkes birilerinin işleri bildiğine, bir programa göre hareket ettiğine inanmak ister. dinlerin özellikle de kendi kaderine yön verme yetisinden yoksun kitlelerde bu kadar rağbet görmesinin sebebi bu olsa gerek.
imkansız görünen işlerin bu denli kolay olması, basit görünen işlerin de bir o kadar zor olması ne tuhaftır.
kendi gölgelerimiz bile bizi izlemiyordu.
toplumsal davranışlar iyi eğitilmiş insanlarda içerikleri anlamdan yoksun bırakıldıktan sonra bile devam ediyor.
hans'a ne yapacağının söylenmeyeceğini unutmuştum. bu ona göre değildi.
benjamin bir düşünür olmanın, bir insan olmanın getirdiği sınırlılıklarla boğuşurken o günlerde başına sıkça geldiği üzere kendini ağlarken buldu.
o daimi misafir, ebedi göçebe idi.
dar günlerimizde elimizde özümüzden başka bir şey kalmaz. ruhlarımızın hatları, büzülen derinin altından beliren kemikler gibi ortaya çıkar.
eyfel: bir kaprisin ürünü olan yapaylık abidesi.
anlamsız gibi görünen şeylerin anlamı sonradan ortaya çıkar.
aile dünyanın üremesini sağlayan şeydi.
brecht, kendisine para, seks ve ün getirmeyen herkese korkunç davranırdı. insana rahatsızlık veren bir adamdı. küçük bir çocuk gibiydi: tek istediği pohpohlanmak, övülmekti. kendisini derin toplum bilincine sahip bir komünist gibi göstererek stalin'in desteğini kazanmış, bu sayede dünyada düzenlenen tüm edebiyat konferanslarına katılmıştı. benjamin brecht'in bir sahtekar olduğunu ama birçok yönden dahi bir sahtekar olduğunu, bu sahtekarlığın onun dehasının bir yönü olduğunu düşünüyordu.
sürekli eski yaraları deşiyordu. hiçbir olayı kapatmayı beceremezdi.
adamın tembelliği kendisini hayatın macera ve sırlarla dolu karmaşasından kurtarmış, yıllarca şerefiyle yaşamasını sağlamıştı.
şimdi konuşacak kimsesi yoktu. bu yüzden mektuplara bağımlıydı. yanıt almaktan çok yazmayı seviyordu. kendi derinliklerinden çekip ortaya çıkardığı, sonra da gözünde iyice canlandırdığı bir okuyucunun beklentilerine göre şekillendirdiği mektuplarında aslında kendisini buluyordu.
insan asla umudunu yitirmemeliydi.
insan sigara içebildiği sürece her şey bitmiş sayılmazdı.
kararsız ve dolaylı yaklaşımında insanın sinirlerini bozan bir şeyler vardı.
gözleri benimkiler kadar soğuktu. birlikte evreni dondurabilirdik.
klostrofobik bir yapım var ne yazık ki, küçük mekanlardan nefret ederim. bu da bir mağaranın, ne kadar muhteşem olursa olsun, benim en korkunç kabusum olduğu anlamına gelir. hayatım boyunca rüyalarımda mağara görmüşümdür: uzayıp giden ve hiç son bulmayan mağaralar, ışığa ulaşmayan labirentvari mağaralar.
beni istila etmesine izin verdim.
bu çoğu erkekte böyledir: elde edemediklerini delice bir tutkuyla isterler. eğer onlara istediklerini verirsen hor görmeye başlarlar. eğer reddedersen yalvarmaktan seni delirtirler.
aşk söz konusu olduğunda muhteşem felsefi beyinlere sahip son derece akıllı insanlar bile birbiriyle moronlar gibi konuşurlar.
asla insanlaşamayan erotik ideal..
önemli yazılar, derdi brecht, her zaman acıya tepki vermenin bir ürünüdür.
marjinalite yalnızca burjuva duyarlılığına hitap edecek bir şeydir. burjuvazinin kendi beceriksizliğine kılıf bulmasına yarar. saklanıp kendini güvende ve tatmin olmuş hissetmek için güzel bir yerdir.
walter hayatında aniden bir elektrik fırtınası gibi beliriveriyor, patlıyor, etrafa ışıklar saçıp havayı titretiyor, sonra da arkasında yankısını ve günlerce süren yağmuru bırakarak ufukta kayboluveriyordu.
sokaklarda beni görür diye gezinip durmuş.
bu haldeki bir adamla uğraşmak bir ıstıraptı.
iyi bir yazar her zaman güzel, derin ve hatırda kalacak satırlar yazmaz.
bir erkek seni, senin onu sevdiğinden daha fazla sevdiği zaman öyle saçma ve kalp kırıcı bir durum yaşanıyor ki..
herhalde ağlıyordu. ne kadar can sıkıcı bir durum diye düşündüm. ne kadar can sıkıcı.
deja vu etkisi: bir sözcük, bir ses ya da bir hışırtı bizi geçmiş zamanın serin mezarına götürmeyi başaracak inanılmaz bir sihirli güce sahiptir. bu mezarın çukurundan şimdiki zaman bize bir yankı olarak dönmektedir.
yetişkinler çoğunlukla çocukların ne söylediğine dikkat etmezler.
insan gerçeklerle yüzleşmezse daha tedirgin oluyor.
entelektüellerin kendilerine göre gerekçeleri vardır.
belli bir noktada sadece o anın önemi kalır ve o an zaman içinde başka anlarla birleşmez.
kravatı bulunduğu durum ve ortama hiç uymuyordu, işlevi kalmamış bir giysi parçası, bir daha dönmeyecek bir medeniyetten kalan bir fosil.
benjamin tek bir şeyi bilenlerin hayatta daha mutlu olduklarını düşünüyordu.
yahudiler her yerdedir.
heidegger'e göre hitler, köksüz ve önemsiz düşüncelere karşı, katı açıklığın kazandığı bir zaferi temsil ediyordu.
mutlak entelektüel iktidar arzusunun bir yansıması..
ve budalalar, anlamadıklarını ve anlayamayacaklarını yok ederler. (goethe)
sürgünde öğrendiği şeylerden biri de sahip olmadığın şeyi düşünmemek ve kafanı takmamak gerektiğiydi.
neden ulaşabildiği şeyleri sevmesi bu kadar zordu?
bazı şeylerin özrü yoktu.
goethe aşkın dünyevi vücutlarda asla tam olarak tüketilmediğini anlamıştı. aşkın ölüme tercümesi gerekiyordu. ölüm de aşk gibi bizi çırılçıplak soyma gücüne sahiptir.
alıntıların, şiir parçalarının, aforizmaların ezeli koleksiyoncusu..
geleceğin büyük kitabı başka kitaplardan yapılan alıntılardan oluşacak. yaratılmış anlamların mozaik halinde yeniden derlenmesiyle ortaya konacak. geleceğin büyük eleştirmeni sessiz kalacak, sadece işaret edecek ama kendisi konuşamayacak ya da konuşmak istemeyecek.
aşkta bir vücudu diğeriyle takas edemezsin.
yeniden üretilebilme özelliklerinden ötürü sanat eserleri de tükenmeye mahkumdular.
zor anlarda şaka yapabilmek güzel bir meziyettir.
ben hiçbir şey değilim.
eğer bir insan kişilik sahibiyse, der nietzsche, aynı deneyimi tekrar tekrar yaşayacaktır.
bir babayla oğul arasında, her ikisi de durumlarının ontolojik imkansızlığını anladıklarından kaçınılmaz mesafeler vardı. bir baba kendisinin kopyasına, halefine ya da celladına nasıl hitap edebilirdi ki?
dağları aşıp geçen bir patikanın gücü, üzerinde yürüdüğünüz zaman farklı, uçakla üzerinden uçtuğunuzda farklı hissedilir. aynı şekilde bir metnin gücü de elle yazılmış bir nüshası okunduğunda bambaşka hissedilir. uçağın yolcusu, yolun manzara boyunca nasıl sürüp gittiğine dikkat eder yalnızca. yol arazinin şartlarına göre şekil almıştır. bu yolun kudretini binbir zahmete katlanarak yürüyen kişi anlayabilir ancak.
doğal dünyada anarşi yoktur.
kötü şans bulaşıcıdır.
insan misafirlerinin mükemmel olmasını bekleyemez. otel işletmek mükemmeliyetçi bir insan için hiç de uygun bir meslek değil.
asla beklenti içinde olmamalısın demişti, beklentiler insanı sadece mutsuzluğa götürür.
ölüm iyi niyetliydi, bir nevi bedensel unutkanlık. ölüm son değil başlangıçtı. vücut sadece günlük ve acıklı varlığını unutuyor ve ruh uçup gidiyor, başka bir yerde vücut buluyordu. hayali olmayan, maddi bir krallıktı burası; bayağılık yoktu, yas tutmak yoktu burada ve iyilikle kötülüğün ötesinde bir yerdi.
eski ve iyi günlerinizin değil, yeni ve kötü günlerinizin üstüne kurun dünyanızı.
ah marx, bunlar artık geride kaldı. kimse onu okumuyor, özellikle de marksistler.
kitapları moda oldukları sıra okumamayı tercih ederim, nedense bu bana hep alçaltıcı gelmiştir. yazarının ya da şöhretinin ölmesini beklerim.
stalin'in işlediği suçları asla affedemezdi. milyonlarca insan öldürülmüş, hapsedilmiş ve işkence görmüştü. moskova'da yürütülen göstermelik mahkemeler ve aydınların yok edilmesi.
goethe, sanat düzenlenmiş hafızadan ibarettir, demişti.
bir yanıyla her hayati ihtiyacın odağında bütün tahripkarlığıyla para durur, diğer yanıyla her ilişkinin önünde çakılıp kaldığı engel yine paradır; bu yüzden de günbegün, hem doğal alanda hem ahlaki alanda güven, huzur ve sağlık hızla yok oluyor.
ben hayata gerçek anlamda katılmıyorum, hayatın daimi gözlemcilerinden biriyim sadece.
kendimi fransız kabul ediyorum. artık ülkemi tanımıyorum. ben almanya'yı vatanım olarak görmeyi reddediyorum.
gözlerinin hızlı hareketleri, adamın akıllı ve özgüven sahibi olduğunun göstergesiydi.
ama sorun sadece kalbi değildi, dünyanın kendisiydi.
hikaye her zaman yalandır; çünkü çok şey anlatılmadan kalır.
rasyonel bir insan olduğum için bir şeyi neden yaptığımı anlamak isterim.
bazı insanlar kendilerine bakmaktan acizdir; kendi kalplerine hiç acımazlar.
her sanat dalı sessizliğe erişmeye çalışır.
kasvet, onun çehresinin bir parçasıydı.
kıyafeti konusunda züppeliğe varacak kadar titizlik gösterdiği ve daha birçok konuda evhamlı davrandığı halde..
benjamin açık konuşurdu ve intihardan oldukça sık söz ederdi.
intihar da mastürbasyon gibi mahrem bir konudur bence.
don kişotvari romantik bir insandı benjamin.
yazısı öyle küçük ve eciş bücüştü ki..
anlamlandırma sürecinin yollarından geçerken kaç kez çalıların içine düştüm, bu çalılıktan her yanım çizikler, yara bereler içinde çıktım.
brecht: yazmanın amacı insanların canını, problemlerini çözdürecek ya da çözmeyi isteyecek kadar çok sıkmaktır.
hitler ve yandaşları bir ideolojiyi ilerletebilmek için düşman yaratmak gerektiğini gayet iyi biliyorlardı. bizler bir kere daha bu iş için seçilmiş insanlar oluyorduk.
ellerinin eklem yerlerinde şişkinlik göze çarpıyordu; kalp rahatsızlığının bir göstergesi.
hayatı daha iyi hale getirmek için başlanan bu ulvi girişim dejenere oldu.
kapitalizm işe yaramayacak. kısa vadeli kazanç üzerinde çok fazla duruluyor. bu kötü bir ekonomi ve halk için de zararlı. dünya parıltılı bir çöp yığını haline gelecek ve sonra havaya uçacak.
insan aklı, tevazunun, merhametin ve güç karşısında derin bir kuşkunun denetiminde olmadığı sürece ancak yok edicidir.
gözlerini benimkilerden kaçırıyordu; bu bir yalancının tipik bir özelliğidir.
o da yalan söylüyordu. kimse bir martıyı hatırlamazdı.
babel miti: kendimizi insan sayan bizlerin arasında kalın anlaşmazlık duvarları örülü ve birbirimize kaba işaretler ve soyut hareketlerden, anlaşılmayı imkansız kılacak kadar özel ve kendine özgü dillerden başka şeylerle hitap edemiyoruz.
bir gün, dillerin kargaşası sona erecek. o zaman hikaye anlatısı da sona erecek, tek ve bütün yazının içinde eriyip yok olmuş olacak.
o sözlerde gerçek vardı ve gerçek, öldürülemeyen tek şeydir. çoğu zaman şeklini değiştirerek kimsenin bakmayı akıl edemeyeceği yerlerde saklamak zorunda olsak bile.
her insan kendisi için bir giz olmalıdır.
kadınlarla, gerçeklik batağında mücadele edersen, başka bir deyişle laf yarışına girersen, her zaman kaybedersin.
Kategori:
.kitap,
.xyz,
asja lacis,
franz kafka,
goethe,
herakleitos,
jay parini,
josef stalin,
walter benjamin
17.10.2010
kadın
duygu asena
ah bu kadınlar, bu salak kadınlar, en akıllısı bile en aptal erkeğin karşısında neden böylesine özverili ve kişiliksiz davranır?
sevilmek, karşılık görmek, ilgilenilmek yaşamak kadar önemlidir kadınlar için. bir erkeğin söylediği en basit, en sıradan, en anlamsız sözcük bile kadınların içinde büyür, büyür, olağanüstü anlamlar kazanır.
bir erkek, her şeyini ona göre ayarladığını anladığı anda sana olan heyecanını yitirir.
neden onlar büyüdüler diye sünnet düğünü yapıyorlar, hediyeler alıyorlar; biz büyüyünce neden kimse bilmiyor, hediye getirilmiyor? ben adet filan olmayacağım. olursam da büyüdüğümü herkese ilan edeceğim. bütün arkadaşlarımı çağırıp pasta yiyeceğim. hediyeler alacağım. yetti artık be, yetti artık. ayıpsa neden kanıyoruz? kanamak kadın olmaksa neden ayıp? pipimiz yok diye mi bütün bunlar? bir pipimiz olsaydı biz de mi tören yapacaktık? neden onlarınki ayıp değil de bizim kanamamız ayıp? yetti artık anne, yetti artık.
karın kadının en büyük kusurudur.
bilmiyorlar kardeşim, bilmiyorlar, ne yapmaları gerektiğini bilmiyorlar; ne kendilerini ne bizi tanıyorlar. kendileri beceremedikleri zaman bizi suçluyorlar, artık onları heyecanlandırmıyoruz diye; biz doyuma ulaşamazsak, yine bizi suçluyorlar; soğuk kadınız, cahil kadınız diye.
ah bu kadınlar, bu salak kadınlar, en akıllısı bile en aptal erkeğin karşısında neden böylesine özverili ve kişiliksiz davranır?
sevilmek, karşılık görmek, ilgilenilmek yaşamak kadar önemlidir kadınlar için. bir erkeğin söylediği en basit, en sıradan, en anlamsız sözcük bile kadınların içinde büyür, büyür, olağanüstü anlamlar kazanır.
bir erkek, her şeyini ona göre ayarladığını anladığı anda sana olan heyecanını yitirir.
neden onlar büyüdüler diye sünnet düğünü yapıyorlar, hediyeler alıyorlar; biz büyüyünce neden kimse bilmiyor, hediye getirilmiyor? ben adet filan olmayacağım. olursam da büyüdüğümü herkese ilan edeceğim. bütün arkadaşlarımı çağırıp pasta yiyeceğim. hediyeler alacağım. yetti artık be, yetti artık. ayıpsa neden kanıyoruz? kanamak kadın olmaksa neden ayıp? pipimiz yok diye mi bütün bunlar? bir pipimiz olsaydı biz de mi tören yapacaktık? neden onlarınki ayıp değil de bizim kanamamız ayıp? yetti artık anne, yetti artık.
karın kadının en büyük kusurudur.
bilmiyorlar kardeşim, bilmiyorlar, ne yapmaları gerektiğini bilmiyorlar; ne kendilerini ne bizi tanıyorlar. kendileri beceremedikleri zaman bizi suçluyorlar, artık onları heyecanlandırmıyoruz diye; biz doyuma ulaşamazsak, yine bizi suçluyorlar; soğuk kadınız, cahil kadınız diye.
ekmek kavgası
orhan kemal
beton amelesi teber çelik, inşaattan geldiği sıra, karısı seyran eşikte oturmuş, yüzü avuçları içinde, kocasını bekliyordu.
ev tek gözden ibaretti, damı saz örtülüydü, kerpiç duvarları da kambur kambur.
teber çelik, karısının yanına gelince, "ne oturuyon kız?" diye sordu.
seyran omuz silkti.
"heeç."
kalktı, kocasına yol verdi. bastıkça gıcırdayan üç basamaklı merdiveni birbiri peşi sıra çıktılar. teber çelik odanın ortasında durdu, tembel gerinirken elini mintanının altına sokup kaşındı.
"karnım da bi aç ki.."
seyran, "benim de" dedi, "burgul ne getirmedin ki a hey."
adam omuz silkti.
"pere almadık daha."
kadın, "heye almadınız." dedi. "herkes aldı da.."
"almadık dedik. dini pohlu katip boldroyu yapmamış."
"hep yalan.."
teber çelik sövdü:
"almadık dedik kız! aldık aldık, almadık almadık."
seyran yumruklarını beline dayayıp sordu:
"herkes aldı da katip bi seni mi kodu?"
"kız çektirin dininden imanından ha! almadık dedik işte."
"emne'nin ali'si hep almışlar da?"
adam cevap vermedi. kirli cam geçirilmiş bir oyuktan ibaret pencereden vuran hafif ışık yüzünü aydınlatıyordu: kara kuru bir yüz.
"belle ki aldık.. n'olacak?"
kadının üstüne yürüdü.
kadın, "heç ağam" dedi, "yani aldıysan, burgul ne alak da aş maş edek diyeceğdim."
adam öfkesini zapta çalışırmış gibi, başını sallayarak merdivene yürürken, "dinini imanını ... avradı!" diye sövdü, indi gitti.
seyran, odanın karanlığında, sırtı duvara dayalı, kalakaldı. sonra o da merdivenleri indi, sokağa çıktı. yağmurlu karanlığın içinde, elektriklerin ıslak ışığına, ışıkların sarı sarı aydınlattığı karşı inşaata baktı. kocası orda çalışırdı. aklına birden inşaat bakkalı geldi. ordan alışveriş ederlerdi. yarım somunla tahin helvası almayı kurarak dükkana yürüdü.
inşaat bakkalı, kısa, siyah paltosu omzunda, dükkanı kilitliyordu.
"ne o kız?" diye sordu.
"heç hamid ağa.. düğeni mi kapadıyon?"
"heye. kocan gene borcunu bi temam ödemedi habarın olsun, aksatayı kestim!"
kadın sarsıldı.
"ödemedi mi?"
"ödemedi. allah bin belasını versin öyle adamın. öteberi alırken, ver ver ver, borç ödemeye geldi mi.."
"heç mi ödemedi?"
"otuz yedi lira borcu vardı, yirmisini verdi."
bu sırada inşaatın uzun boylu, delikanlı bekçisi, gocuğuna sıkıca sarınmış, boynuna ince bir kayışla asılı kontrol saati, peydahlandı.
"ne o hamid ağa" dedi, "gene ne kızıyon?"
inşaat bekçisine dönen bakkal, "allah seni inandırsın, durmuş" dedi, "yarın ekmekçiye bir, tahancıya iki, yoğurtçuya üç, bu üç yere para yatıracam! almadan vermek allah'a mahsus. onda bunda belik pürtük var bir iki yüz lira kadar."
seyran dimdik dikiliyor, pabucundan taşan çatlak topuğuyla çamurlu toprağa basıyordu.
bakkal, dükkanı kilitleyip gitti.
inşaat bekçisi çoktandır seyran'ın peşindeydi. kadını efkarlı görünce sokuldu.
"kocan pereleri kumara yütüzdü ha! israfil'nen hasan çavuş üttüler."
kadın hiçbir şey sormadı, savuşup gitmedi de. bekçi etrafına bakındı. gecenin içinde mahalle sessizdi. yolda da ne gelen vardı ne giden. inşaatın öbür ucundaki direkte yanan ampulün ışığı, kadının kara don içinde kabarmış kalçalarını aydınlatıyordu. bekçi az daha sokuldu:
"bize de nasip oldu beş liresi."
kadın gene cevap vermedi.
"ne düşünüyon?"
"..."
"öyle mi? seyran.. ne düşünüyon?"
"heç.."
hafiften yağmur başlamıştı. kadın, bakkalın tahta saçağı altına çekildi, açlığını bütün kuvvetiyle duymaya başladı. bekçi onu kolundan tuttu.
"ne düşünüyon kız?"
"heeç.."
bekçi, kolu daha kuvvetle sıktı.
"nasıl heç?"
kadın öbür eliyle bekçinin elini itti.
"bırak kolumu."
bekçi daha kuvvetle sıktı.
"kocanın peresini sana verecem!"
kadın etrafa bakındı.
"korkma" dedi bekçi, "ne gelen var ne giden."
kadını çimento ambarına doğru çekmek istedi. kadın direndi:
"bırak! gelen mülen olur."
bekçi tekrar, daha kuvvetle çekti. kadın çekilen tarafa birkaç adım attı.
bekçi, "ekmek yiyek!" dedi.
"karnım tok, bırak."
"ekmek yiyek lan!"
"bırak be.. deli mi ne oğlan? bağırırım ha!"
"pere verecem."
"n'apiym.."
"entari ne alacam."
"heye, entari ne alacan. hep yalandırırlar da."
"ırzıma nikahıma essah. pereliyim bugün lan."
"n'apiym, teber geliverir."
"gelmez. o şimdi kızlara getti."
kadın sertçe döndü.
"ne? orospilere mi?"
"heye."
"yalansın.."
"yalancı senden irezil olsun!"
bekçi, yirmi iki yaşın kuvvetli arzusuyla kadını tekrar çekti. onu hızlanan yağmurun altından, çimento ambarının bitişiğindeki boş ahıra çekerken, "heye" dedi, "olsun.. peresi var da aç itin.."
yağmur dinmiş, acı poyraz çıkmıştı. bir ara kuvvetli ay ortalığı ıslak ıslak aydınlattı.
teber çelik'in karısı evine telaşla döndü. dört yaşındaki oğlu kasım, uzun etekleri yan beline kadar ıslak, yalınayakları çamur içinde, kapı önünde bekliyordu. bu çocuk her gün erken erken evden çıkar, akşamın geç saatlerinde dönerdi. bütün gün şehrin her tarafında yalınayak ve yarı beline kadar ıslak dolaşır, dilenirdi.
anasını görünce, "anam anam, kurban anam.." dedi, "bir kirtik epmek vey!"
kadın, "dert!" dedi, "dert soyka dölü. geberecen tekmil. çık yukarı hadi!"
oğlunu kolundan yakaladı, içeri soktu. sonra kara donunun uçkurluğundan demin inşaat bekçisinden aldığı bir kağıt lirayı çıkardı, çarşıya, ekmek almaya giderken hırslı hırslı söylendi:
"aç it. orospilere gider bir de.."
beton amelesi teber çelik, inşaattan geldiği sıra, karısı seyran eşikte oturmuş, yüzü avuçları içinde, kocasını bekliyordu.
ev tek gözden ibaretti, damı saz örtülüydü, kerpiç duvarları da kambur kambur.
teber çelik, karısının yanına gelince, "ne oturuyon kız?" diye sordu.
seyran omuz silkti.
"heeç."
kalktı, kocasına yol verdi. bastıkça gıcırdayan üç basamaklı merdiveni birbiri peşi sıra çıktılar. teber çelik odanın ortasında durdu, tembel gerinirken elini mintanının altına sokup kaşındı.
"karnım da bi aç ki.."
seyran, "benim de" dedi, "burgul ne getirmedin ki a hey."
adam omuz silkti.
"pere almadık daha."
kadın, "heye almadınız." dedi. "herkes aldı da.."
"almadık dedik. dini pohlu katip boldroyu yapmamış."
"hep yalan.."
teber çelik sövdü:
"almadık dedik kız! aldık aldık, almadık almadık."
seyran yumruklarını beline dayayıp sordu:
"herkes aldı da katip bi seni mi kodu?"
"kız çektirin dininden imanından ha! almadık dedik işte."
"emne'nin ali'si hep almışlar da?"
adam cevap vermedi. kirli cam geçirilmiş bir oyuktan ibaret pencereden vuran hafif ışık yüzünü aydınlatıyordu: kara kuru bir yüz.
"belle ki aldık.. n'olacak?"
kadının üstüne yürüdü.
kadın, "heç ağam" dedi, "yani aldıysan, burgul ne alak da aş maş edek diyeceğdim."
adam öfkesini zapta çalışırmış gibi, başını sallayarak merdivene yürürken, "dinini imanını ... avradı!" diye sövdü, indi gitti.
seyran, odanın karanlığında, sırtı duvara dayalı, kalakaldı. sonra o da merdivenleri indi, sokağa çıktı. yağmurlu karanlığın içinde, elektriklerin ıslak ışığına, ışıkların sarı sarı aydınlattığı karşı inşaata baktı. kocası orda çalışırdı. aklına birden inşaat bakkalı geldi. ordan alışveriş ederlerdi. yarım somunla tahin helvası almayı kurarak dükkana yürüdü.
inşaat bakkalı, kısa, siyah paltosu omzunda, dükkanı kilitliyordu.
"ne o kız?" diye sordu.
"heç hamid ağa.. düğeni mi kapadıyon?"
"heye. kocan gene borcunu bi temam ödemedi habarın olsun, aksatayı kestim!"
kadın sarsıldı.
"ödemedi mi?"
"ödemedi. allah bin belasını versin öyle adamın. öteberi alırken, ver ver ver, borç ödemeye geldi mi.."
"heç mi ödemedi?"
"otuz yedi lira borcu vardı, yirmisini verdi."
bu sırada inşaatın uzun boylu, delikanlı bekçisi, gocuğuna sıkıca sarınmış, boynuna ince bir kayışla asılı kontrol saati, peydahlandı.
"ne o hamid ağa" dedi, "gene ne kızıyon?"
inşaat bekçisine dönen bakkal, "allah seni inandırsın, durmuş" dedi, "yarın ekmekçiye bir, tahancıya iki, yoğurtçuya üç, bu üç yere para yatıracam! almadan vermek allah'a mahsus. onda bunda belik pürtük var bir iki yüz lira kadar."
seyran dimdik dikiliyor, pabucundan taşan çatlak topuğuyla çamurlu toprağa basıyordu.
bakkal, dükkanı kilitleyip gitti.
inşaat bekçisi çoktandır seyran'ın peşindeydi. kadını efkarlı görünce sokuldu.
"kocan pereleri kumara yütüzdü ha! israfil'nen hasan çavuş üttüler."
kadın hiçbir şey sormadı, savuşup gitmedi de. bekçi etrafına bakındı. gecenin içinde mahalle sessizdi. yolda da ne gelen vardı ne giden. inşaatın öbür ucundaki direkte yanan ampulün ışığı, kadının kara don içinde kabarmış kalçalarını aydınlatıyordu. bekçi az daha sokuldu:
"bize de nasip oldu beş liresi."
kadın gene cevap vermedi.
"ne düşünüyon?"
"..."
"öyle mi? seyran.. ne düşünüyon?"
"heç.."
hafiften yağmur başlamıştı. kadın, bakkalın tahta saçağı altına çekildi, açlığını bütün kuvvetiyle duymaya başladı. bekçi onu kolundan tuttu.
"ne düşünüyon kız?"
"heeç.."
bekçi, kolu daha kuvvetle sıktı.
"nasıl heç?"
kadın öbür eliyle bekçinin elini itti.
"bırak kolumu."
bekçi daha kuvvetle sıktı.
"kocanın peresini sana verecem!"
kadın etrafa bakındı.
"korkma" dedi bekçi, "ne gelen var ne giden."
kadını çimento ambarına doğru çekmek istedi. kadın direndi:
"bırak! gelen mülen olur."
bekçi tekrar, daha kuvvetle çekti. kadın çekilen tarafa birkaç adım attı.
bekçi, "ekmek yiyek!" dedi.
"karnım tok, bırak."
"ekmek yiyek lan!"
"bırak be.. deli mi ne oğlan? bağırırım ha!"
"pere verecem."
"n'apiym.."
"entari ne alacam."
"heye, entari ne alacan. hep yalandırırlar da."
"ırzıma nikahıma essah. pereliyim bugün lan."
"n'apiym, teber geliverir."
"gelmez. o şimdi kızlara getti."
kadın sertçe döndü.
"ne? orospilere mi?"
"heye."
"yalansın.."
"yalancı senden irezil olsun!"
bekçi, yirmi iki yaşın kuvvetli arzusuyla kadını tekrar çekti. onu hızlanan yağmurun altından, çimento ambarının bitişiğindeki boş ahıra çekerken, "heye" dedi, "olsun.. peresi var da aç itin.."
yağmur dinmiş, acı poyraz çıkmıştı. bir ara kuvvetli ay ortalığı ıslak ıslak aydınlattı.
teber çelik'in karısı evine telaşla döndü. dört yaşındaki oğlu kasım, uzun etekleri yan beline kadar ıslak, yalınayakları çamur içinde, kapı önünde bekliyordu. bu çocuk her gün erken erken evden çıkar, akşamın geç saatlerinde dönerdi. bütün gün şehrin her tarafında yalınayak ve yarı beline kadar ıslak dolaşır, dilenirdi.
anasını görünce, "anam anam, kurban anam.." dedi, "bir kirtik epmek vey!"
kadın, "dert!" dedi, "dert soyka dölü. geberecen tekmil. çık yukarı hadi!"
oğlunu kolundan yakaladı, içeri soktu. sonra kara donunun uçkurluğundan demin inşaat bekçisinden aldığı bir kağıt lirayı çıkardı, çarşıya, ekmek almaya giderken hırslı hırslı söylendi:
"aç it. orospilere gider bir de.."