30.04.2020

uzun lafın kısası

alain:
bütün güzel şeyler güç ele geçer.

doris lessing: insan, yaşamında önemli olan şeylerin genelde farkında olmaz.

georges bataille: toprak soğuk bedenleri sever.

jeannette walls: hiç kimse mükemmel değildir. hepimiz canavarlardan sadece bir adım yukarıda ve meleklerden bir adım aşağıdayız. 

julio cortazar: yanılsamaları, eğretilemeleri veya rüyaları değiş tokuş ederdik; böyle geceler boyu kahve fincanları üzerinden birbirimize baktıktan sonra yalnız başımıza yola devam edecektik er ya da geç.

osho: kadın neredeyse tüm dinler tarafından dışlanmıştır. bunun nedeni çok açıktır: çünkü tüm dinler bedene karşıdır ve kadınsa bedenin merkezidir.

jean-françois millet: kendimi kötü ifade etmektense hiçbir şey dememeyi yeğlerim.

sigmund freud: insanın bütün umabileceği, isterik acıların yerine sıradan mutsuzluğun geçmesidir.

tomris uyar: oyalayıcı bir şey yazmaktansa kopkoyu bir karamsarlığı yeğlerim.

trevanian: mutluluğumuzu herkesle paylaşırız. yabancılarla bile. önemli olan hüznü ve acıları paylaşmaktır.

vincent van gogh: gerçekten sevilmeye değer şeyleri sadakatle sevmeyi sürdürebilirse kişi; sevgisini anlamsız, değersiz, önemsiz şeylere ziyan etmezse, zamanla daha çok ışığa kavuşacak, güçlenecektir.

goethe: sohbet her yerde yanılgıların değiş tokuşundan ve sınırlı özelliklerin çemberinden başka bir şey değildir.

29.04.2020

portakal

hüseyin rahmi gürpınar

farz ediniz ki bu dünya hacim bakımından bir portakaldır. biz de üzerinde gözle görülemeyecek kadar küçük canlılarız. bu portakalı ya zehirli bir hava içine yahut kızgın bir fırına atıyorlar. biz, yeryüzündeki bütün bu mahluklar, temizlenmek için aleve tutulan bir pilicin hafif tüylerinden daha çabuk ütüleniriz. bütün müneccimler, bütün astronomlar, bütün fen adamları rasathaneleriyle alet ve edevatıyla bir saniyede yok olurlar. ne âlimi kalır, ne cahili, ne zekisi ne de kalın kafalısı. her zor meselee hemcinslerinin zararına kendi selametlerini temine uğraşan akıllılar da ahmaklarla eşit şekilde yok olurlar. artık yaltaklanma, riya, iltimas, hile gibi yalan dolan vasıtaları ve servet kuvveti gibi insanların kısmetli kısmına has olan fırsatlar galiba ilk defa olarak hükümsüz kalır. bütün hayırsever ve büyük insanların, filozofların, sosyalistlerin insanlığın refah ve mutluluğunu temin için hayatları pahasına esisine uğraştıkları "eşitlik" işte o muazzam saniyede ilk ve son defa olarak başarı yüzünü göstermiş olur.

28.04.2020

büyük acılar

oğuz atay

insanlar büyük acılara her zaman ilgi göstermişlerdir. büyük insanlar ve büyük acılar! işte tiyatronun iki temel direği. fakat nerde eski acılar, nerde kralların eski iç çekişleri? nerde büyük ihanetler ve büyük sadakatler? şimdi sıradan vatandaşların okuyucu mektuplarında yer alan dertleriyle seyircide merhamet uyandırmaya çalışıyoruz. yani seyirciye kendisini göstermeye çalışıyoruz. insan kendisi gibi olanlara merhamet eder mi hiç? dilenciler ya da soylu kişilerle doldurmalıyız sahneyi. çünkü insan ya düşkünlere acır ya da yüce varlıkları kıskanır. eskiden tanrılar varmış, insanların kaderine hükmeden tanrılar! ve onların yeryüzündeki gölgesi krallar, imparatorlar! onlar bir iç çekti mi bütün millet inlermiş.

günah

ömer hayyam


var mı dünyada günah işlemeyen, söyle
yaşanır mı hiç günah işlemeden, söyle
bana kötü deyip kötülük edeceksen
yüce tanrı, ne farkın kalır benden, söyle

27.04.2020

ayrı yol

andre gide

her şey insanın içindedir.

özgür olmasını bilmek hiçbir şey değil; güç olan, özgür olduğunu bilmek.

ölümün kanadıyla sıyırıp geçtiği bir kimse için, eskiden önemli görünen artık önemli değildir; başka şeyler önemlidir, eskiden önemli görünmeyen ya da var oldukları bilinmeyen şeyler.

edinilen bütün bilgiler, aklımızın üstünde bir boya gibi ufalanır, sonra yer yer etin kendisini, gizlenen gerçek yaratığı gösterir.

insanların en güzel yapıtları acılı yapıtlardır hep. bir mutluluğun öyküsü ne olabilirdi? mutluluğu hazırlayan, sonra da yıkan şeylerden başka hiçbir şey anlatılamaz.

insan her zaman yalnız yaratır.

ilkelere bağlanan bütün insanlardan nefret ederim. - onlar bu dünyanın en nefret uyandırıcı varlıklarıdır, içtenliğin hiçbir türlüsü beklenemez onlardan; çünkü ancak ilkelerinin gerektirdiği şeyleri yaparlar, böyle yapmadılar mı kötü görürler yaptıklarını.

insan yaşamın binlerce biçiminden yalnız birini tanıyabilir. başkasının mutluluğunu kıskanmak çılgınlıktır; insan o mutluluktan yararlanamaz ki.. mutluluk hazır bir şey değildir, ölçü üzerinedir.

insan bir şeye sahip olduğunu sanır; oysa sahip olunan kendisidir.

kaynaşma duygusundan nefret ederim; bütün bulaşmalar onda saklanır; insan ancak güçlülerle kaynaşmalıdır.

yoksulluk tutsaklıktır, karın doyurmak için tatsız bir işi kabul eder. keyifli olmayan her iş nefret vericidir.

yapıtlarını görenlere: "bunun da güzel olduğunu o zamana kadar nasıl anlamadım?" dedirtecek kadar doğal şeylere güzellik hakkı vermeyi göze alanların büyük sanatçı olduklarına her zaman inanmışımdır.

anı, mutsuzluğun uydurmasıdır.

gökyüzünün bu mavi sürekliliği kadar hiçbir şey cesaretini kıramaz düşüncenin.

26.04.2020

gece

katherine mansfield

insan geceleri niçin değişik duyumsar kendini? herkes uyurken uyanık olmak niçin böylesine heyecan vericidir? geçtir, vakit çok geçtir. ama gene de her an kendinizi daha uyanık duyumsarsınız; sanki yavaş yavaş, neredeyse her soluğunuzla yeni, olağanüstü, gün ışığı dünyasından çok daha ürpertici, heyecan verici bir dünyaya uyanıyormuşsunuz gibi. sonra bu suç ortaklığı duygusu nedir? usulca, sinsice dolaşırsınız odanızda. tuvalet masasından bir şey alıp sonra onu hiç ses çıkarmadan yerine koyarsınız. her şey, karyolanızın sütunları bile sizi tanır, size karşılık verir, gizinizi paylaşır.

ah, insanın bir şeylere sahip olması ne sevindirici bir şey!

25.04.2020

kalbim

louis aragon

kalbim senin sesinde çırpınıyordu bir yelken gibi

sen olan bir akşamdı kapılar örtüldüğünde

ve bir giysinin dinlenişi gibi sandalye üzerinde

görülen şeylerin bütün çıplak ve uzun geçmişi


akşamdı bütün var olmamış akşamları andıran

dünya kendiliğinden hatırladığında hemen her şeyi

gazete okumak için vakit çok geç değil mi

ancak kendi nabzının atışını duyuyor insan


bir bahçenin hıçkırığı kanıyor bir yerlerde

belki de bir tedirginlik köpeğiydi bu

kulak uzun uzun inceler suskunluğu

dinlerim dirseğime dayanarak ve birdenbire

düş görmektesin işte

24.04.2020

din

cenap şahabettin

ibadetlerin bile tuzu biberi şeytandır.

her dua bir gereksinim anlatır. muhtaçların hepsi dindardır.

dinsizliğin en güçlü yayıcıları, yetersiz din bilginleridir.

bir kişi dinsiz yaşayabilir; ama bir toplum için din bir yaşam gereğidir.

tanrı'dan uzun ömür isteyenler tuhafıma gider: "azizim, mümkün mertebe geç görüşelim!" demektir.

inanmak biraz yenilmektir. çok kolaylıkla insan ya çok sevdiğine ya çok korktuğuna inanır.

her din, kendinden önceki dinleri kaba, akla ve gerçeğe aykırı saçmalıklarla doldurur.

namazdan sonra çok uzun dua, onun ibadet sıfatını kuşkuya düşürür.

benim bildiğim tanrı, büyüklüğünü anlatmak için hiçbir vaizin tercümanlığına muhtaç değildir.

inkâr ile başlamamış olan iman temelsizdir.

din, o kadar pek canlıdır ki bir kez kanımıza girdi mi, orada boğulsa bile ölü durumunda yaşar.

evreni yaratmakla yaratıcı, kendini de yaratmıştır.

her dindar, bir papa ya da bol arpalıklı bir şeyhülislam olacağından emin olsaydı, yeryüzünde bir tek bile dinsiz kalmazdı.

23.04.2020

pkk

sevan nişanyan

terör örgütü mü emniyet yastığı mı?

dışarıdan baktığın zaman siyasi organizmaları bir özne olarak görmek kolaydır. falan parti şunu istedi. filan devlet şöyle yaptı çünkü şunu hedefliyor. falan teşkilatın stratejisi şu. oysa yakından (veya içeriden) baktığın zaman bilirsin, her yönetici kadronun vaktinin ve enerjisinin yarıdan epeyi fazlası, içeride otoriteyi tesis etmeye gider.

emrin altında bir sürü benzemez insan var. bir karar verdiğinde senle beraber yürümelerini nasıl sağlayacaksın? karar toplantısında karşı oy kullanmış adamın, o karara uyacağından nasıl emin olacaksın? "ordular ilk hedefiniz akdeniz'dir, ileri!" diye yol verdiğinde kiminin şam'a kiminin bağdat'a kaçmasını nasıl önleyeceksin?

gelenek ve alışkanlık senden yanaysa işin nispeten kolaydır. adam hayat boyu sana itaat etmiş, sırf tembellikten de olsa emrine itaat etmeye devam eder; hayatın normal akışı sayar. yasalar senden yanaysa gene işin kolaydır. emirlerine itaat etmeyeni cezalandırırsın. doğru düşünen insanların çoğu, öbür tarafın haklı olduğu şüphesini içlerinde taşısa da sana hak verir.  ne gelenek ne de yasa senden yanaysa işin yamandır. silah zoruyla insanları bir yere kadar korkutabilirsin: o korkunun nerede dağılacağı hiç belli olmaz. hele eli silahlı adamlarla iş yapıyorsan işin daha zordur. o silahın verdiği güç sarhoşluğuyla nasıl başa çıkacaksın? kedilerden ordu kur, daha kolay.

kürtlerde eşkıya olup dağa çıkma geleneği eskiden beri var. soylu ve onurlu bir davranış sayılıyor. haklarında destanlar, masallar, türküler söyleniyor. bütün dünyada, otoriteye karşı kendini ezik ve dışlanmış hisseden kırsal halkın tipik tepkisidir, bkz. korsika, osmanlı yunanistanı, kafkasya, hindistan, robin hood vs. bunun üstüne yüz sene aralıksız süren aşağılamayı, zulmü, zorbalığı, hoyratlığı ekle. elbette ki dağa çıkacaklar. elbette soygun yapacaklar. elbette kralın adamlarını pusu kurup vuracaklar. başka türlü olsun diyenlerin aklından ve vicdanından ben şüphe ederim.

"açılım oldu artık aşağılama yok" diye aklınızdan geçiyorsa eğer tavsiye ederim, sabır gösterip, mesela muş veya bitlis veya şırnak valiliğinin internet sitelerini okuyun. bu kadar pervasızca ırkçı, bu kadar yalancı, bu kadar zorba meşrep adamlara karşı dağa çıkmak ya da daha beterini yapmak bir insanlık görevi midir değil midir diye bana yazarsınız daha sonra.

soru şu: pkk'nin bunda işlevi nedir? bu adamları pkk mi dağa çıkarıyor? yoksa zaten dağa çıkacak adamları bir ölçüde zapturapt altında tutan bir emniyet yastığı mıdır pkk? dağdaki adamlar üzerinde ne kadar otoritesi vardır? şöyle soralım: onların duygu ve taleplerine çok zıt gittiği zaman otoritesini nereye kadar koruyabilir? bunlar pek kıyıcı, pek terörist, pek leninist adamlardır, dağdakileri korkuyla yönetiyorlar filan demeyin bana. kıyıcılık yapman için elde kıyıcı adamların olması gerekir. karayılan -veya her kim ise- elde silah dere tepe gezmiyorsa şayet, kıyım emirlerini verdiği adamların kendisine itaat etmesini nasıl sağlayacak? işten mi kovacak? emekli ikramiyesini mi kesecek?

olaya bu açıdan bakınca tc'nin pkk'ye nasıl göbekten bağlı olduğu, göz kamaştırıcı bir netlikle ortaya çıkıyor. hayır, komplo teorisi değil söylediğim, ergenekon mergenekon hikâyesi de değil. gayet basit, gayet mantıklı, adeta kaçınılmaz bir diyalektik. düşün: her dağın başında ayrı eşkıya çetesiyle başa çıkmak mı daha kolaydır, bunca sene neredeyse kan kardeşi olduğun, huyunu suyunu bildiğin, yönetici kadrolarını yakından izleyebildiğin bir tek düşmanla mı?

ölümü göze almış birey karşısında dünyanın her güvenlik teşkilatı çaresizdir. adam (veya daha tehlikelisi, kadın) çeker pimi üstüne yürür, bakakalırsın. başa çıkmanın tek yolu, onun güvendiği, inandığı, az veya çok emirlerine itaat edeceği bir teşkilattır. emniyetin alacağı her tedbir, öfkeli adamın öfkesini biraz daha bilemekten başka şeye yaramaz. oysa teşkilat "bekle" dese -belki, bir süre- bekleyecektir. ya da eylemi eğer teşkilata zarar verebilecek gibiyse, teşkilatın çıkarını kendi öfkesinin önüne koyacak kadar özveri gösterebilir. eğer bugün diyarbakır'da günde otuz tane tc elemanı öldürülmüyorsa, hiç şüpheniz olmasın, pkk izin vermediği için öldürülmüyor. üniformalı takımının basireti yüzünden değil.

hayır, tc kadroları pkk'yle dosttur, el ele çalışıyorlar filan demiyorum, bakın. eminim ciğerine kadar nefret ediyorlardır, günü geldiğinde kan banyosunda boğmaktan zevk alacaklardır. başka şey söylüyorum. pkk'ye muhtaçlar. elleri mahkum. onsuz yapamazlar. üstelik sadece var olması da yetmez pkk'nin. güçlü olması, otoritesini koruması da tc için hayati önemdedir. sahadaki militanına söz geçiremedikten sonra ne işe yaradı teşkilat? sahadaki militan "bizim parti de yumuşaklaştı artık, tc'nin oyuncağı oldu." diye düşünmeye başladığı gün, bölgedeki güvenlik durumu iyileşir mi, kötüleşir mi sizce? seyrettiğiniz onca amerikan polis filmini düşünün, ondan sonra cevap verin. mantığı sonuna kadar izlemeye çalışın.

anladınız mı şimdi, neden tc on seneden beri esir kampında dünyadan kopuk yaşayan bir adama ısrarla ve bilinçli bir şekilde "lider"i oynatıyor, neden onun uğradığı birtakım "haksızlıkların" medyada bu kadar büyümesine göz yumuyor, neden mücadelenin hedefini usulca "şefi kodesten kurtarma" operasyonuna kaydırıyor? anladınız mı şimdi, karayılan "vallahi yerel unsurlara söz geçiremiyorum." diye dert yanarken aslında ne demek istiyor? hayır, günah çıkarma değil yaptığı. tc'yi uyarıyor. "beni bu kadar zayıflatırsan militanlarıma hakim olamam, sonuçlarına katlanırsın." diyor.

anladınız mı neden pkk'nin bazı "şiddet" eylemleri aslında tc'nin işine geliyor, teşkilatın eksik bıraktıklarının tamamlamak için bazen onca müzaheret gösteriyorlar, kolaylık sağlıyorlar? anladınız mı neden pkk ile ilgisi olmadığı besbelli olan bazı bireysel eylemleri, mesela önceki sene dersim'de kamyonet dolusu patlayıcıyla karakola dalan adamı "pkk'li" diye damgalamakta o kadar acele ediyorlar? çünkü yalnızca pkk'ye değil, 'street credibility' sahibi bir pkk'ye ihtiyaçları var. çünkü acımasız ve müntekim bir teşkilat miti olmadan, ne taş atan çocukları kontrol atında tutabilirsin, ne jandarmanın çamurlu postalıyla evi çiğnenmiş genci, ne sevgilisinin karnı deşilmiş kadını, ne köyü yakıldığı ya da okulda sabah akşam hakarete uğradığı için hayat boyu kırık kalmış adamı, ne de "senin ataların orta asya'dan gelmediği halde sana hoşgörü yaptık, sevin!" diye ağzıyla osuran validen sıtkı sıyrılmış odacıyı. bu kadar basit.

sonu ne olacak? inanın bilmiyorum. memleketin başına çökmüş cahil ve buyurgan bürokratik zümreyi topyekün tasfiye etmeden gerçek bir çözüm zor. o yönde umut verici herhangi bir belirti de görünmüyor. dolayısıyla insanlar dağa çıkmaya -ya da şehirlerde, yeraltına inmeye- devam edecek. 180 yıldan beri bölgenin temel gerçeği olan eşkıyalık/gerillacılık olgusu, muhtemelen artarak devam edecek. binaenaleyh devletin, pkk veya ona benzer bir teşkilata bağımlılığı da devam edecek.

uzun vadede türkiye'nin bölgeyi bugünkü şartlarda elinde tutması bana imkânsız gibi görünüyor. öyle ya da böyle, pkk veya bir benzeri ile anlaşmak zorundalar. hatta türkiye'nin bölgede bir etkisi ve gücü olmasını istiyorlarsa, bana sorarsanız, pkk veya benzeri ile ciddi düzeyde ittifaka da gitmek zorundalar.

mutluluk

pascal

bizi dışarı fırlatan şeylerle dolu içimiz.

içgüdülerimiz bize mutluluğu dışımızda aramamız gerektiğini duyuruyor. tutkularımız bizi dışarıya itiyor, dışarıda onları harekete geçirecek hiçbir şey olmasa bile. dışımızdakiler bizi kendiliğinden cezbedip çağırıyor, onları hiç düşünmüyor olsak bile. bu yüzden felsefecilerin, "kendi içinize çekilin, iyiliği orada bulacaksınız." demeleri boşunadır, inanmayız onlara. ve inananlar da en boş ve en aptal olanlardır.

stoacılar şöyle diyor: "kendi içinize çekilin, huzuru bulacağınız yer orasıdır." fakat bu doğru değildir.

başkaları şöyle diyor: "dışarı çıkan ve mutluluğu bir eğlencede arayın." ki bu da doğru değildir. hastalıklar baş gösterir.

mutluluk ne dışımızda ne içimizdedir; tanrı'dadır, hem dışımızda hem içimizdedir.

22.04.2020

piyango

hüseyin rahmi gürpınar

halkımız, ciddi girişimler ve büyük çabalar sonucunda servet toplayanların çalışma ve kazanma biçimlerini ve ticari işleri incelemek bile istemez. bu tarafı kendi yaratılışı, yeteneği için kapalı, karanlık, kuşkulu bulur. bu konuda talihini deneme cesaretini gösterebilen kararlı kişiler pek azdır. onlar da hemen çoğunlukla büyük sıkıntılar karşısında apışıp kalırlar. fakat piyango gibi zahmetsiz, havadan gelme ihtimali olan bir serveti duyunca buna külahlarını atarlar. piyango denilen şeyin esasını, bunun kaç yüz bin yahut milyonda bir kişiye isabet ihtimali bulunduğunu incelemezler. şehrimizde ceplerindeki cüzdanları yabancı piyangolarının adeta birer faturasına benzeyen bazı kişiler vardır. bunlar hamburg'un, lyon'un, atina'nın, filadelfiya'nın daha bilmem nerelerin amaçları kuşkulu piyango biletlerine haftada, ayda para yetiştirmeyi iş güç edinmişlerdir. her biletin günü, saati vardır. bu merakta bir adam sarraf sarraf dolaşır. almanya'dan, avusturya'dan mektup, telgraf sorar. ciddi işini terk ederek aldığı numara listelerinde, saatlerce biletlerin rakamlarını araştırır. dört buçuk ayda bir üçte bir hissenin beşte birine çeyrek numara isabet eden ne akıl ermez dolambaçlı hesaplara zihin sardıracağım diye hırsla didinir, çabalr, bunalır. ayda bu uğurda dört beş yüz kuruşu fedadan sonra iki üç ayda bir isabet eden yarım kramiç yahut çeyrek krona, "talihin lütfuna uğradım, kâr ettim." diye sevinir durur.

21.04.2020

ateist

antonio lopez campillo / juan ignacio ferreras

ateistler için dogmalar ve vahyedilmiş hakikatler diye bir şey yoktur. onların yerine ateizmde, insanoğluna ve insanoğlunun evrenin kalanıyla ilişkisine dayalı bir ahlaka ulaşan bir dizi düşünce ve akıl yürütme vardır.

ateist için inancın kıymeti yoktur. tanrı var mı, yok mu sorusuna akılcı, eleştirel veya insani ateistin cevabı öncelikle şu olur: "bilmiyorum, ama ben olmadığına inanıyorum."

ateist ne dinsizden ne de kafirden ibarettir; aksine düşünmeyi sürdürmek isteyen adamdır.

ben insan aklının varlığını savunuyorum; anlamamızı, yaşamamızı sağlayacak yegane şey odur. aklına ters düşen her inanç, her duygu insanın lehine değil, aksine aleyhinedir.

ateist için dinden doğmuş bir ahlak her zaman için tartışmalıdır; zira kötülük üretmesi daima ihtimal dahilindedir.

sırf tanrısal ceza korkusuyla mümin daima iyi davranışlarda bulunur. olabilir; ama ateist de sırf ortak, sivil, laik ahlaka saygı göstermek için hep iyi davranışlarda bulunur. ben ateisti yeğlerim; çünkü saygılı davrandığı halde hiçbir ödül beklemez. insanlığa inanmakla, başkasına saygı duymakla, kabul etmediği bir şey uğruna değil sırf insan adına yaraşır bir insan olmakla sınırlar kendini.

20.04.2020

kölelerin dünyası

elsa morante

ileri ülkelerde, endüstrilerin giderek ve dev gibi gelişmesi yayılıyor, en iyi enerjileri emiyor ve bütün güçleri kendilerinde topluyorlar. makineler insanlara hizmet edecek yerde onları kendilerine hizmet ettiriyorlar. endüstrilerde çalışmak ve ürünlerini satın almak, insan topluluğunun temel işlevleri haline geliyor. silah bolluğuna aldatıcı ve pazar gereksinmeleriyle -tüketicilik- hemen modası geçiveren bir tüketim malları bolluğu ekleniyor. biyolojik çevrime yabancı olan yapay ürünler -plastikler- karayı ve denizi, yok edilmesi olanaksız bir çöp deposu haline dönüştürüyor. dünya topraklarının, havayı, suyu ve organizmaları zehirleyen, fabrikalarının içinde zincirlere vurulmuş insanları yok eden, yerleşme bölgelerini kuşatan, mahveden, insanları insanlıktan çıkaran endüstri kanseri durmadan yayılıyor. endüstri güçlerinin emrindeki kol gücü yığınlarının sistemli bir biçimde toplanması için, kitle iletişim araçları -gazeteler, dergiler, radyo, televizyon- yozlaşmış köleleştirici ve aldatıcı bir "kültürün" propagandasını yapmakta kullanılıyorlar. bu kültür, adaleti ve insan yaratıcılığını çürütüyor, var oluşun her tür gerçek nedenini ortadan kaldırıyor, sağlıksız denecek kolektif olayları -şiddet, akıl hastalıkları, uyuşturucu madde alışkanlıkları- zincirinden boşandırıyor. görülmemiş tüketim ve kazanç tutkusuyla, birçok ülke, geçici bir ekonomik patlama dönemine giriyor.

köle ruhlu insan

panait istrati

insanların çoğu köle ruhlu yaratılmıştır. özgür bir kafaya sahip olmak kolay değildir. köle demek, sırf kemerine çalışma zinciri vurulmuş insan demek değildir. kölelik, dünyanın kuruluşundan bu yana yönetilmeye, buyruk almaya yönelik bayağı bir özdür. niteliksiz, alçaklığı benimsemiş hayvansı bir şey. verimli toprağa oranla kum nasılsa, özgür insan karşısında kölenin durumu da aynıdır. köle devingen bir yapıya sahip değildir. kıpırtısızdır. hareketleri ancak başkalarının iradesi doğrultusundadır. tıpkı kuma rüzgarın etki edişi, onu istediği yere sürükleyişi gibi, başkaları bu insanlara istediğini yaptırabilir. o zaman da hareketi körü körünedir. gözü karadır. düşünmeden yapılmış felaket şeylerdir. önüne geleni siler geçer. ister gecekonduda yaşayan bir insan olsun, ister parlamentoda koltuğu bulunan daha sınırlı bir kitleye mensup biri, o her zaman daha güçlü bir elin kendisini yönetmesini bekler. bildiği sadece iki yaşayış biçimi vardır: egemen olmak ya da buyruk altına girmek. bu da kendisine kumanda eden yöneticiye bağlıdır. bu iki egemenlik arasında özgürlükten söz edilebilir mi?

19.04.2020

bahis

pascal

bir tanrı varsa kavrayış gücümüzü sonsuz aşmaktadır; çünkü ne parçaya ne sınıra sahip olduğundan bizimle hiçbir ilişkisi olamaz. dolayısıyla ne varlığını ne var olup olmadığını bilmeye kabiliz. böyle olduğuna göre kim bu soruyu çözmeye cüret edebilir? onunla hiçbir ilişkiye sahip olmayan bizler değil elbette.

şu halde, akılla açıklayamadıkları bir dini ikrar eden hristiyanları, inançlarını akla dayandıramadıkları için kim suçlayabilir?

tanrı ya vardır ya yoktur, hangi tarafa meyledeceğiz? aklın bu hususta tayin edebileceği bir şey yoktur. onunla bizi ayıran sonsuz bir kaos vardır. bu sonsuz uzaklığın ucunda bir yazı tura oyunu oynanır. hangisi için bahse gireceksiniz? akla göre ikisinden birini seçmek veya reddetmek için sebebiniz yok.

dolayısıyla, bir tercih yapmış olanları yanılgıyla suçlamayın; çünkü bu konuda bir şey bilmiyorsunuz.

hayır, ben onları şunu ya da bunu tercih etmelerinden ötürü değil, bir tercih yapmalarından ötürü suçluyorum. çünkü yazıyı tercih eden oyuncu turayı tercih edenden daha hatalı değil, ikisi de aynı derecede hatalı. doğru olan, hiç bahse girmemektir.

evet, ama bahse girmek mecburidir. bu, isteğe bağlı bir şey değil; oyuna dahil olmuş durumdasınız. öyleyse hangi tarafı seçeceksiniz?

bir bakalım. mademki seçmek mecburi, hangi seçeneğin daha az kazançlı olduğuna bakalım. kaybedecek iki şeyiniz var: gerçek ve iyi. ortaya süreceğiniz iki şey var: aklınız ve iradeniz, bilginiz ve saadetiniz. doğanız gereği kaçınacağınız iki şey var: hata ve sefillik.

seçmeye mecbur olduğunuza göre, aklınız birini değil de öbürünü seçmekten ötürü daha çok rencide olmayacak. bu, işin bir boyutunu hallediyor. peki ya saadete ne olacak? tura diyerek tanrı'nın varlığı için bahse girdiğimizde kaybedip kazanacaklarımızı bir düşünelim. şu iki durumu değerlendirelim: kazanacak olursanız her şeyi kazanmış olursunuz, kaybedecek olursanız hiçbir şey kaybetmezsiniz. öyleyse hiç tereddütsüz tanrı'nın varlığına bahse girin.

itiraz: kurtulmayı umut edenler bu umut sayesinde mutludurlar; fakat bunu dengeleyen bir cehennem korkusu da duyarlar.

cevap: cehennemden korkmak için kimin daha çok sebebi vardır? bir cehennem olduğunu bilmeyen ve varsa eğer lanetleneceği kesin olan mı yoksa bir cehennem olduğuna kesin olarak inanan ve varsa eğer ondan esirgenmeyi umut eden mi?

18.04.2020

başarı

cenap şahabettin

güzel bir kıyafet, iyi bir tavsiye mektubudur.

hangi yolda olursa olsun çok mesafe katetmek ister misin? yavaş yürü ama hiç durmaksızın.

geleceksiz başarılar, gerçekte gizli bozgunlardır.

sağlam ruhlar, baskı altında ezilmez, mühürlenir.

başkasının felaketi bahtsızı mutlu etmese de avutur. insan budalaca bencildir.

durumundan şikayet, üstü kapalı olarak yenilgiyi kabul etmedir. onun için karşımızdakinin gözündeki değerimizden bir kısmını kaybettirir.

çok kez hiç aramadığımız şeylerden söz ederken "bulamadım!" deriz.

insan için en büyük güç, kendisini olduğu gibi görebilmektir.

güzel bir genel kural: kiminle ve nerde konuşursan konuş, öyle farz edeceksin ki pek saygıya değer bir hanımefendi seni dinliyor.

17.04.2020

yıllar değerini artırır insanların

william butler yeats



düşlerle yıpranmışım ben
havanın aşındırdığı mermer
bir salyangoz kabuğu derelerde
ve bütün gün sabahtan akşama
gözlerim bu kadının güzelliğine takılı

sanki bir kitabı açıp
orada resmini bulmuşum
bakanların gözlerine şölen
ya da dinlemeyi bilen kulaklar
duyduğu için sevinen ve bilgeliğe
aldırmayan bir güzelin

oysa oysa
bir düş mü bu benim gördüğüm, yoksa gerçek mi
ah keşke karşılaşsaydık
gençliğimin ateşi sönmeden
oysa düşler içinde kocuyorum ben
havanın aşındırdığı mermer
bir salyangoz kabuğu derelerde

serüven

bertrand russell

kültür bakımından modern dünya umut kırıcı bir tekdüzelik içinde. lüks bir otelde, hangi kıtada olduğunuzu size gösterecek tek işaret bulamazsınız. her tarafta aynı şeyler çıkıyor karşınıza, hoş değil. bu yüzden de zenginler için düzenlenen gezilerde girişilen zahmete değmez. yabancı ülkeleri tanımak için insan yoksul gezmeli. bu bakımdan ulusçuluk yararına söylenecek çok şey var; çünkü sanatta, edebiyatta, dilde vb. çeşitleri koruyor. ama politikada milliyetçilik kötünün kötüsüdür. aksi savunulamaz.

serüven peşinde koşanlara serüven olanağı vermek çok önemlidir. çok para harcamadan dağlara tırmanmanın, kuzey ya da güney kutbuna gidebilmenin yollarını bulmalı. az para ve az zaman ile insanlara gerektiğinde tehlikeli, gençlerin düşlediği türden serüven olanakları sağlanmalı. kutuplara giderler, dağlara tırmanırlar ya da bir gün, olursa, uzayda gezerler. bütün bunlar çok kez savaşlarda harcanan enerjiye kullanım olanağı sağlar.

16.04.2020

patika

walter benjamin

üzerinde yürünen patikanın gücü, uçaktan seyredileninkinden farklıdır. benzer bir şekilde, okunan metnin gücüyle kopya edileninki de birbirinden farklıdır.

uçak yolcusu yalnızca patikanın manzara içerisinde kendisine nasıl bir yol açtığını, nasıl onu çevreleyen kırla aynı yasalara uyarak ilerlediğini görebilir. ama ancak yolu yürüyerek kat eden kişi, buyurabileceği güç hakkında fikir sahibi olabilir; patikanın nasıl cephede ordusunu mevzilendiren bir komutan gibi, uçaktan yalnızca yayılmış bir ova gibi görünen araziden, her kıvrımında yeni mesafeler, manzaralar, açıklıklar, menziller davet ettiğini öğrenebilir.

ancak kopya edilen metin kopya edenin ruhuna böyle hükmedebilir; okumakla yetinen kişi ise metnin ruhunda açtığı yeni yönleri, içinin gittikçe sıklaşan ormanındaki o yolu asla keşfedemez. çünkü okuyan hayallere dalmış zihninin özgür uçuşunu izlerken, kopya eden onu başka bir buyruğa teslim etmiştir.

çinlilerin kitapları kopya etme geleneği edebi bir kültür için eşsiz bir teminat ve çin'in bütün bilmecelerinin anahtarıdır.

15.04.2020

çiçek dürbünü

robert musil

bir insanın güzelliği neredeyse tümüyle kanıtlanabilir ve tikel olanda değil ama küçük çirkinliklerden bile yararlanan o sihirli şeylerde yatar.

en uzun ömürlü olan şey onurdur.

bilmek bir tutumdur, bir tutkudur. aslında onaylanamayacak bir tutumdur; çünkü içki tutkusu, cinsellik tutkusu ve zorbalık tutkusu gibi, bilmek zorunda olmak tutkusu da ortaya dengesiz bir karakter çıkarır.

gerçek yaşam yalınlaştırıcıdır.

insan, kesinliğe veya güzelliğe yönelik tutkulu bir gereksinimden, yuvarlanıp gitmenin yeni bir ruhla girişilecek bütün çabalardan daha çok hoşa gittiği bir noktaya varabilir.

insan ancak yalan söylediğinde hep bir adım ilerliyor.

bakışları ilk kez dünyayı sınayan bir insanın iç dünyasında tek güzel ve kesin olan, bir şeyler için seçilmiş olmaya ilişkin o gerilim dolu duygudur.

gerçekleştirilmesi güç olan herkese çekici gelir ve insanlar gerçekten elde edebileceklerini küçük görürler.

bir ressam, bir güzellik doktorudur.

eylem insanları sözcüklerin insanlarıyla bir araya geldiklerinde, en derinde yatan duyguları kötümserlik değil midir?

bir insanın gerçek öneminin büyük bir bölümü, onun kendini çağdaşlarına anlatabilmesinden kaynaklanır.

hayat, insanın etrafında düşünür ve ona, aklı kullandığı takdirde ancak güçlükle bir kaleydoskopa benzer olmaktan uzak bir biçimde bir araya getirebildiği bağlantıları bağışlar.

sığınak

pascal: ben yalnızca kendi hiçliğimi öğrenmeye çabalıyorum.

samuel beckett: alışkanlık öldürücü bir şeydir.

carlo collodi: ölüler ağladıkları zaman iyileşmeye başlamışlar demektir.

wallace stevens: olağan dışı gerçeğin karşısında, düş gücünün yerini bilinç alır.

augustinus: belleğin gücü çok büyüktür. çok geniş, ölçülemeyecek kadar büyük bir sığınaktır o.

herakleitos: doğruyu ararken beklenmedik şeylere hazır ol; çünkü onu bulmak zordur, bulunca da şaşırtıcıdır.

leibniz: her yaşayan madde, evrenin sürekli yaşayan bir aynasıdır.

vincent van gogh: herkes gibi ben de aile ve arkadaşlık, sevgi ve dostça ilişki gereksinimi duyuyorum. bir yangın musluğu ya da lamba direği gibi taş ya da demirden yapılmadım ki!

samuel beckett: iyi bir belleği olan kişi hiçbir şeyi anımsamaz; çünkü hiçbir şeyi unutmaz.

pascal: insanın tüm umutsuzluğu yalnızca bir tek şeyden kaynaklanır: odasında sessizce kalmayı başaramamasından.

14.04.2020

poetika

muzaffer tayyip uslu

şiir kelimelere tasarruf etmek sanatıdır.

"gerçek şair, yaşadığının farkına varan insandır, halis şiir yaşamak sevincinin bir tezahüründen başka bir şey değildir."

nurullah ataç şiire dair bir konuşmasında andre gide'in bu fikri şöyle hulasa ettiğini zikrediyor: "sanatkâr güzel odalar yapsın, okuyucu ona kiracı bulur."

bugün artık inkar edilmez bir gerçektir ki bütün sermayesi vezin ve kafiyenin temin edeceği ahenkle; teşbih, istiare gibi söz sanatlarından ibaret olan şiir tarzı iflas etmiştir ve şiirin kapıları insanı ilgilendirmeyen problemlere çoktan kapanmıştır.

biliyorum, edebiyatımızın teşbihler ve mecazlar dünyasında yüzmesi ekonomik, sosyal, tarihsel sebeplerin zaruri bir neticesidir. medreseden gelen skolastik zihniyete karşı tekke edebiyatının epiküryenci dünya görüşünün teşbihe ve mecazlara sığınacağı muhakkaktır. fakat bilmem bugün ortada böyle bir sebep var mı? niçin ağacı ağaç, bulutu bulut ve denizi deniz olarak seyretmeyelim? niçin çiçek açmış canım erik ağacını ciğeri beş para etmez bir teşbih uğruna feda edelim?

şair harcıalem şeylere teşbih ve mecazlarla layık olmadığı bir değeri vermek için çabalayan bir sahtekar değil, bulanık düşünceleri berraklaştıran bir hakikat arayıcısıdır.

13.04.2020

hugh ve armande

vladimir nabokov

dağlarda, elverişli noktalarda, granit kalbin özel zulalarında, bitişikteki kayaların beneklerine benzetilerek boyanmış çelik yüzeylerin arkasında ne güçlü sözler, ne silahlar saklıdır! ne var ki, kısa nişanlılık ve evlilik günlerinde sevgisini dile getirmek istediğinde hugh person onu inandıracak, onu duygulandıracak, onun katı kara gözlerini parlak yaşlarla dolduracak sözcükleri nerede arayacağını bilmiyordu. öte yandan, iyisini kötüsünü tartıp dökmeden rastgele söylediği bir şey, entipüften bir söz, o ruhu kurumuş, aslında mutsuz kadının birdenbire histeri derecesinde mutlu olmasını sağlardı. bilinçli girişimler sonuçsuz kalıyordu. hugh, bazen olduğu gibi, saatlerin en sıkıntılısında, zerre kadar cinsel niyet taşımaksızın, okumayı bırakıp onun odasına girer ve kendinden geçmiş, tanımsız, yere inmiş bir tembel hayvan gibi dizleriyle dirseklerinin üstünde, iniltili bir sesle derin sevgisini dile getirerek ona doğru ilerlerse, soğuk armande, ayağa kalkmasını ve soytarılık yapmaktan vazgeçmesini söylerdi ona. düşünüp bulabildiği en ateşli seslenişler -prensim, sevgilim, meleğim, hayvanım, eşsiz yaratığım- onu çileden çıkartmaktan başka bir işe yaramıyordu. "niçin" diye soruyordu armande, "bir beyefendinin bir hanımla konuştuğu şekilde doğal, insan gibi konuşmuyorsun benimle; öyle soytarıca hareketler yapmak zorunda mısın; niçin ciddi, sade ve inanılır olmuyorsun?" ama sevgi, hugh'un söylediğine göre, asla inanılır olamazdı; gerçek yaşam gülünçtü, sevgiye saf köylüler gülerdi. hugh, armande'nin eteğinin ucunu öpmeye ya da pantolonunun ütü çizgisini, öfkeli ayağının iç yanını, parmağını ısırmaya çalışırdı -ve bet sesiyle ağlamaklı, alışılmadık, ender, kanıksanmış hiçbir şeyleri ve her şeyleri kendi kulağına mırıldana mırıldana yerde sürünürken, yalın sevgi ifadesi, sanki, görünürde dişiden eser yokken yalnızca erkeğin yaptığı bir tür yoz kuş gösterisine dönüşüyordu -uzun boyun dosdoğru yapılır, sonra bükülür, gaga daldırılır, boyun yeniden dosdoğru yapılır. bütün bunlar, kendisinden utanmasına neden oluyordu; ama hugh duramıyordu. armande ise anlayamıyordu; çünkü hugh, öyle zamanlarda doğru sözcüğü, doğru nilüferi hiç bulup çıkaramadı.

yol

halil cibran

dostum, yollar yürümek içindir; fakat şu gerçeği de hiç unutma: yürümekle varılmaz; lakin varanlar yürüyenlerdir.

doğru yol, insanların çoğunun gittiği yol değildir; düşünen öz akıl sahiplerinin yoludur.

dostum, güneşe bak, toprağa bak, suya bak, buluta bak; fakat arkana bakma. kimin geldiği önemli değil, kimin gelmediği de. unutma, yolcu değişir, yol değişir; ama menzil değişmez. yolcuya bakıp yolunu tanıma. yola bak, yolcuyu tanı, yolcu hakkındaki kıymet hükmünü ona göre ver.

"en doğru yol, en dikensiz yoldur." diyenler seni aldatıyorlar. onlar, karanlık evlerinde kaybettiklerini sokak lambasının altında arayan şaşkınlardır.

aldırma; ayağına batan dikenler, aradığın gülün habercisidir. dikenine katlanmaktan söz edenler, aşıkmış gibi davrananlardır. gerçek aşık olanlarsa dikenini de sever.

"tek doğruyu buldum." değil, "bir doğruyu buldum." de. "ruha giden yolu buldum." değil, "kendi yolumda yürürken ruhu buldum." de.

arzu

giovanni papini

kimsenin duymadığı bir arzuya sahip olan kişi, diğer insanlara nazaran, olduğu gibi olmamaya giden en iyi yoldadır.

insanlar gözleriyle gördüklerinden fazlasını görmeyi bilmezler ve o neredeyse sıradan bedenin içinde, evren tarihinde yeni bir sayfa açacak bir fikrin barındığını düşünmezler.

mutluluk beni budalaca gülüşleriyle sardığı zamanlarda kendi kendini öldüren ama yaşamaya devam eden tek insan olduğumu düşünürüm.

dünyada idollerin durumundan daha rahatsızlık verici ve gülünç bir durum yoktur.

kalbinizin yavaş hareketiyle ve varlığınızın amansız tiktakıyla yetinen siz mutlu, sağlıklı ve düzene konmuş insanlar.. siz yaşadığınızdan eminsiniz ve hareketsizliğinizin daimi uyumundan hoşnutsunuz.

her şeyi içinde barındırır ruh; geçmişin hatırasını da başkalarından en çok saklananları da.

karşılığında başka bir iyilik elde edeceğini bile bile yapılan iyiliğin bir anlamı yoktur; bu sadece bir değiş tokuş, bir pazarlıktır. gerçek iyilik, kötülük umarak yapılandır.

12.04.2020

gustave flaubert

a. burak zeybek

gustave flaubert, 1821 yılında, rouen hastanesinin başcerrahı bir babayla, yine hekim kızı bir anneden, varlıklı bir ailenin içinde doğar.

ondan önce iki kardeşi ölmüştür ve kendisi de hayli zayıf doğan gustave'ın fazla yaşayacağına ihtimal verilmez. nitekim, senelerce bir parmağı ağzında oturur. ağabeyi çok parlaktır ve herkes ona hayrandır, gustave ise sartre'a göre o zamanlar ailenin geri zekalı evladıdır, o muameleyi görür.

üç yaşındayken, çok iyi arkadaşı olacak olan kız kardeşi caroline doğar. dört yaşındayken de ölümüne kadar yanında kalacak olan dadısı julie gelir: kendisine kol kanat gerecek ikinci kadındır julie. 
gustave, cerrah babasının saygısını kazanamasa da, muhteşem bir ana kuzusu olarak, kadınların duygusal dünyasına hükmetmeyi öğrenecektir. on bir yaşında ortaokula başlar. tarih ve edebiyatta çok iyidir.

duygusal hayatını derinden etkileyecek başlıca hadiselerden biri 1836 yılında başına gelir: ailesiyle tatile gittikleri trouville'de, kendisinden büyük ve evli bir kadın olan elisa schlesinger'le tanışır ve bu kadına delice âşık olur.

madam schlesinger o sırada yirmi altı yaşındadır. anıları okunduğunda nasıl etkilendiği anlaşılır. flaubert, hayli uzun bir bölümü buna ayırmış; hatta insana öyle geliyor ki, belki de bu kitabı bu aşkı ifade edebilmek için yazmıştır.

elisa'yla yaşadığı düş kırıklığı gustave için belirleyici olur. bundan sonra hiçbir kadına bütün duygularını teslim etmez.

sonradan şöyle diyecektir: "her birimizin kalbinde bir kraliyet odası vardır. ben, benimkinin kapısını ördüm ama yıkılmadı, duruyor."

kraliyet odasının kapısını örmüşse de misafir odasının kapısını ardına kadar açar gustave. yakışıklı bir delikanlı olduğu için kadınların da ilgisini çeker ve henüz on beş yaşındayken, annesinin hizmetçilerinden biriyle birlikte olur. kendi deyişiyle, "toparlanma"sı hayli çabuk olduğu için kadınlar onu pek beğenirler.

madam schlesinger ise duygusal eğitim'deki madam arnoux'ya esin kaynağı olacaktır.

flaubert'in okulla ilgili hisleri, bir noktada dayanılmaz olmuş olmalı ki, gustave bir yıl sonra isyan bayrağını çeker ve 1839 yılında, olay çıkardığı için ve itaatsizlikten ötürü, rouen lisesi'nden atılır. 1840'da tek başına olgunluk sınavını verir ve baba zoruyla olsa gerek, 1841 yılında paris'te hukuk fakültesine girer. ama doğal olarak flaubert'in ilgisini daha çok paris'in renkli hayatı çeker. sınıfta kalır.

1844 yılında ilk sara krizini geçirir ve önce rouen'a, oradan da aile evinin bulunduğu croisset'ye çekilir. sara hastalığı, flaubert'in hayatındaki belirleyici etkenlerden biridir. her ne kadar biz romanlarının çoğunu belki de bu inzivaya borçluysak da, hastalık flaubert için çilelidir: "her kriz, sinir sisteminin kanaması gibiydi. ruhum bedenimden kopuyor gibi oluyordu, korkunçtu."

alkol ve tütün yasaktır. kan alma, haplar, bitki çayları.. annesi, oğlunu iyileştirmek için her şeyi yapar ve üstündeki baskısını da gitgide artırır. ömrünün son 8 yılı hariç, annesi boğucu şekilde ona bakar ve seyahat projelerine varıncaya kadar bütün hayatını örgütler.

1846 yılı flaubert için ciddi bir dönüm noktasıdır. önce babası ölür. ondan iki ay sonraysa çok sevdiği kız kardeşi caroline yirmi bir yaşında ölür. ardında, kendisiyle aynı adı taşıyan kızını bırakmıştır. gustave, vasisi olur. gene aynı yıl, yakın arkadaşı alfred de poitevin evlenir. gustave, arkadaşına tepkisini şu normal sözlerle dile getirir: "anormal bir şey yapıyorsun."

bazı yorumculara göre, bu düş kırıklığını savmak için, yazar ve şair louise collet'yle çalkantılı bir ilişkiye atılır. louise kendisinden yaşça büyüktür. unutamadığı madam schlesinger'le benzerlikleri vardır. birlikte olmalarından sadece altı gün sonraysa kavgalar başlar: "çığlıklarına sahip ol! beni mahvediyorlar. ne yapmak istiyorsun? her şeyi bırakıp paris'te yaşamaya gidebilir miyim?"

louise, gustave'ın onu sürekli görmeden sevebilmesini anlayamaz. "eğer bir kadın olsaydım, âşık olarak kendimi istemezdim, o kesin. geçici bir heves olarak evet ama yakın bir ilişki için, hayır."

gene de 8 sene sürer bu ilişki, tutkuludur ama 1854 yılında, şu sözlerle sona erer: "aşk istiyorsun ve sana çiçek yollamadığım için yakınıyorsun, öyle mi? ah! ne de çiçek severim ya! kendine taze bir delikanlı bul, kibar hareketleri olan bir herif bul. ben, başına kıllar yapışık penisleriyle dişiyi parçalayan kaplanlar gibiyim."

son derece artistik.. flaubert seyahat etmeyi sever. hayal gücünü körükleyen egzotik yerler görmek ister. avrupa'dan başlar. 1845 yılında italya ve isviçre'ye gider. bunu britanya takip eder.

1848 yılında alfred de poitevin, 32 yaşında ölür. alfred'le ilgili duygularını flaubert on beş yıl sonra dile getirebilecektir: "hatta öyle sanıyorum ki hiç kimseyi (kadın ya da erkek) onun gibi sevmedim." otuz beş yıl sonraysa, anılarında baş köşeye oturacaktır alfred: "onu düşünmeden geçen bir gün bile yok."

flaubert 1849 yılında, ilk uzun eseri olan aziz antonius ve şeytan'ı arkadaşları louis bouilhet ve maxime du camp'a okur. sempatik arkadaşları ona eseri ateşe atmasını tavsiye ederler. ateşe atmasa da eseri çekmeceye kaldırır gustave ve uzun doğu yolculuğuna çıkar. 1849'la 1852 arasında sürecek bir yolculuktur bu: mısır'a, filistin'e, suriye'ye gider, dönüşte de konstantinopol'e ve italya'ya uğrar. gemi azıya aldığı ya da kendisini her anlamda doğu'ya teslim ettiği bir seyahat olur bu.

mısır'da fahişelerle ve plaj oğlanlarıyla birlikte olur. 1850 yılında da mısır'da frengiye yakalanır. cıva tedavisine başlar. neredeyse bütün saçlarını kaybeder, kilo alır. biri hariç, bütün dişleri dökülür. cıvadan ötürü, tükürüğü sürekli siyahtır.

1852 yılında, hayatla ilgili gene iyimser bir tarif verecektir: "hayat ne fena bir şey değil mi? üstünde çokça kıl olan bir çorba gibi. buna rağmen içmek gerekiyor."

madame bovary maratonu flaubert için 1851 senesinde başlar. o yıl, roman üstünde çalışmaya koyulur. kitabı tamamlaması 1856 yılını bulacaktır. 1857 yılında, romanın toplum ahlakına aykırı olduğu gerekçesiyle gustave'a dava açılır. gustave, usta bir avukat sayesinde davayı kazanacaktır. 

baudelaire ve lamartine kendisini tebrik ederler. bundan sonra da toplumsal başarı gelir. madame bovary'nin başarısından sonra gustave, toplumun kaymak tabakasıyla görüşmeye başlar. sadece şöhret sahibi yazarlarla, düşünürlerle değil, soylularla da içli dışlıdır artık. imparatoriçeye kamelyalar yollar, prenseslerin salonlarının müdavimi haline gelir.

bu şaşaalı hayat tarzının bir gereği olarak parasını çarçur eder. annesi, borçlarını kapatmak için mal mülk satmak zorunda kalacaktır. varlığını güvence altına almak isteyen gustave, her şeyini yeğeninin kocasının üstüne yapar. damat ne yazık ki iflas eder ve gustave meteliksiz kalarak çiftliğini de satar ve yeğeninin yanına sığınır. ömrünün son yılları kötü bir roman gibidir. yeğeniyle kocası onu aşağılar ve "tüketici" olarak adlandırırlar.

bouvard ve pécuchet'yi yazmaya başlar ama bitiremeden, beyin kanamasından ölür. son yıllarındaki tesellisi, evlatlığı guy de maupassant'ın başarısı ve emile zola'nın başını çektiği toplumsal gerçekçilik hayranlarının kendisine gösterdiği saygıdır. yalnız ve fakir olarak ölür.

11.04.2020

bu ülke

thomas bernhard

bu ülkedeki politik koşullar şu sırada o kadar bunaltıcı ki, insanın yalnız uykusuz geceler geçirmesine yol açıyor.

ama diğer bütün ülke koşulları da bugün aynı biçimde bunaltıcı. hukukla karşı karşıya gelin hele, o zaman yalnızca rüşvetçi ve hain ve alçak bir hukuk olduğunu göreceksiniz. son yıllarda hukuk hataları diye anılan şeyin ürkütücü boyutta yığıldığını görmenizin dışında, bir hafta geçmiyor ki, çoktan kapanmış bir dava ağır usul hataları yüzünden yeniden ele alınmasın ve ilk karar denilen karar iptal edilmesin. ülke hukukunu son yıllarda, verdiği bu çok sayıdaki, düzenbaz hukuk yüzdesine damgasını vuran kararlar belirliyor.

bu ülkede bizim işimiz artık yalnız tamamen çökmüş ve şeytansı bir devletle değil, aynı zamanda da tamamen çökmüş ve şeytansı bir hukukla. ülke hukuku yıllardan bu yana artık inandırıcı değil, bozuk bir politikayla iş görüyor, olması gerektiği gibi bağımsız değil. ülkede bağımsız bir hukuktan söz etmek, gerçeğin yüzüne karşı alay etmek anlamı taşır. ülkemizde bugünkü hukuk politik bir hukuk, bağımsız değil. bugünkü hukuk gerçekten toplumsal tehlike içeren politik bir hukuk oldu. hukuk bugün politikayla aynı şeyi yapıyor.

bu ülke bugün yalnız avrupa'da değil, dünyada da en çok hukuk hatasının yapıldığı tek ülke, felaket olan da bu. avrupa'da daha karmaşık, daha rüşvetçi, daha toplumsal tehlike içeren, düzenbaz bir hukuk yoktur. budalalık rastlantıları değil, politik hainliğin niyetleri hakimdir dinci nasyonal sosyalist ülke hukukuna bugün.

burada gerçek ve hakikat tersyüz edilir. hukuk yalnız keyfilik değil, düzenbaz bir insan öğütme makinesidir. orada hak, haksızlığın saçma değirmen taşları tarafından öğütülür. hele bu ülkedeki kültür söz konusuysa, o zaman mide yalnız bulanmaya yarar. eski sanata gelince, bu, çoktan aşılmış, çoktan eritilmiş ve çoktan bitirilmiştir ve uzun zamandır artık dikkatimizi çekmeyi hak etmez, siz bunu benim kadar iyi biliyorsunuz. çağdaş sanat ise, hep söylenegeldiği gibi, beş para etmez. çağdaş sanat o kadar ucuzdur ki, utancımızı bile hak etmez.

10.04.2020

sevgili

julio cortazar

varoluş özden önce gelir, sevgilim.

yanılsamaları, eğretilemeleri veya rüyaları değiş tokuş ederdik; böyle geceler boyu kahve fincanları üzerinden birbirimize baktıktan sonra yalnız başımıza yola devam edecektik er ya da geç.

her şey yerli yerinde, acılı, aciz. yine de, şimdi gözlerimi yumsam, şehrin imgelerinden biri çalınırdı gözüme, uykuyla uyanıklık arasında olduğum zamanlarda, dalgınlık anlarında ya da başka bir şey üzerinde yoğunlaştığımda, her seferinde beni şaşırtacak, çağrılara umutlara, aldırmadan dönüp gelen bir imge.

sana ne hissettiğimi burada kal diye anlattım, git diye değil. bizi ayıran her şey aslında birlikte yaşayabilmemizi sağlıyor. hissettiklerimizi birbirimize anlatmayı bırakırsak ikimiz de özgürlüğümüzü kaybederiz.

aynada kendime bakamıyorum artık. kara bir boşluk görüyorum çünkü her baktığımda, şimdiyi iğrenç bir gurultuyla yutan bir huni. kendimi öldürecek ya da çekip gidecek gücüm de yok. rahatça çıkıp gidebilmesi için onu özgür bırakacak gücüm yok.

hiçbir oyun unutmanı sağlayamaz: ruhun soğuk bir makine, şaşmaz bir regülatör. seni başka bir şimdiye atmak için irili ufaklı her şeyi silip süpüren bu hortumda hiçbir şeyi unutmayacaksın; şehirdeyken bile kendinsin, önüne geçilmez bunun. çok geçmeden yöntemli bir biçimde unutacaksın, bir önce, bir sonra olacak; acele etme, gün hâlâ bitmedi.

bir keresinde ménilmontant'taki o kafede vivien leigh'den söz ederken pekala da birbirimizi öpebilirdik. ikimizin de çok kolay yaptığı bir şey bu. bizi kolay kolay sevmeyenleri öpüyoruz hep; çünkü biz de kendimizi pek sevmiyoruz muhtemelen.

uyumayacağım, bütün gece uyumayacağım, nice uykusuz gecelere tanıklık etmiş şu pencerede şafağın ilk ışıklarını göreceğim. hiçbir şeyin değişmediğini bileceğim, lütuf diye bir şey olmadığını.

seni unutacağım. çok yakında seni unutacağım, mecburum, biliyorsun. senin bana dediğin gibi "görüşürüz" diyeceğim ben de sana ve ikimiz de yalan söylemiş olacağız. ama biraz daha kal, zamanımız bol. bazen bu da şiirdir.

9.04.2020

kadın

nabizade nazım

bir kadının elinden her şey gelir.

kadınların hissiyatı aşk ve rekabet meselelerinde yanılmaz.

kıskanç, hırçın kadınlardaki his gayet nazik olur; onlar en ufak bir hareketten derhal bir hüküm çıkarırlar. bu hüküm genellikle de duruma uygun düşer. kadınların gönlünü hassas bir teraziye benzetmek mümkündür.

yaratılıştan kıskanç olan kadınlar, sevgilerine karşı yapılan hakaretlere mümkün değil sabırla tahammül edemezler. kadın gönlüyle şaka olmaz. kadınların gönlü oyuncak değildir.

hakikaten bazı zorunlu hallerde "boşanma" insaniyet için gerekli bir hareket ise de boşanmanın boşanan kadınlar üzerindeki acı etkilerine her yürek tahammül edemez. sadece boşanan kadınlarda değil, boşayan erkek üzerinde de çeşitli acılara sebep olan bu çareye insaf sahipleri öyle kolay kolay başvuramaz. bir ailenin dağılma sebebi olmak, pek uzun düşünüldükten sonra tercih edilebilecek bir felakettir. bu felsefi değerlendirmeler, senede başından üç nikah geçen vicdansız, hoppa kimselere tabii ki ait değildir.