31.05.2020

uzun lafın kısası

şükrü erbaş:
tarla kuşu, yağmur damlasından dünyayı içsin diye yazarız.

alain de botton: yanında zayıf davranabileceğim kadar seviyor musun beni? herkes gücü sever, ama sen beni zaaflarımla seviyor musun? asıl sınav budur. yitirebileceğim her şeyden arınmış olsam, yalnızca ömür boyu sahip olacağım şeyler için sever misin beni?

cemil meriç: zındık olun, dindar olun ama düşünün, insanı öldüren kanser kayıtsızlıktır.

franz kafka: dünyaya bırakmamacasına yapışır, sonra dünyanın yakamıza yapıştığından yakınırız.

pittakos: iktidar insanın özünü ortaya koyar.

la rochefoucauld: aşkın varlığından habersiz olsalardı asla âşık olmayacak insanlar vardır.

montesquieu: bir saatlik okumanın dağıtmadığı hiçbir üzüntüm olmadı.

samuel beckett: yalınlık bir cenaze arabası kadar ağır ve bir idam mahkumunun son kahvaltısı kadar uzundur.

thomas mann: ölümümüz bizden çok sağ olanların sorunudur; çünkü bir bilgenin dediği gibi, biz var olduğumuz sürece ölüm yoktur, ölüm olduğunda da biz yokuz.

walter benjamin: baudelaire, kalabalık tarafından itilip kakılmış olmayı, hayatını belirleyen tüm deneyimler içinde en belirleyicisi, en benzersizi olarak niteler.

yorgo seferis: toplumsal yaşamımız, herkesin birbirini kurnazlık, iftira, korkaklık, utanmazlıkla suçlayarak boğazladığı bir cengel. bu insanları görünce bir dumanı çiğniyor duygusuna kapılıyorum.

goethe: yabancı dil bilmeyen kendi dilini de bilmiyordur.

28.05.2020

amazon

eduardo galeano

korku saçan kadınlar olan amazonlar, henüz herakles iken herkül'e karşı ve truva savaşı'nda da akhilleus'a karşı savaşmışlardır. erkeklerden nefret ederlerdi ve daha isabetli ok atabilmek için sağ göğüslerini keserlerdi.

amerika kıtasını boydan boya geçen büyük nehre amazon adını veren kişi ispanyol fatih francisco de orellana'dır.

orellana, doğduğu noktadan denize döküldüğü yere kadar bu nehirde seyahat eden ilk avrupalıdır. ispanya'ya eksik bir gözle döndü ve emrindeki askerlerin, çıplak bir halde saldıran, vahşi hayvanlar gibi kükreyen ve canları sevişmek istediğinde bir erkeği kaçırıp bütün gece onu öpücüklere boğduktan sonra şafak vakti öldüren savaşçı kadınların oklarıyla delik deşik edildiğini anlattı.

ve hikayesine belli bir yunan saygınlığı katmak isteyen orellana, onların tanrıça diana'nın hayranlığını kazanmış olan amazonlar olduklarını söyledi ve yurtlarının bulunduğu nehre onların ismini koydu.

asırlar geçti, amazonlarla ilgili başka hiçbir şey işitilmedi ama nehrin ismi öyle kaldı. böcek zehirleri, kimyasal gübreler, madenlerin cıvası ve teknelerin yakıtıyla her gün kirletilmesine rağmen nehir balıklar, kuşlar ve hikayeler yönünden dünyanın en zengin suları olmayı sürdürüyor.

27.05.2020

kürtler

sevan nişanyan

bir, zannettiğinizin aksine vakit türklerden değil kürtlerden yana. cumhuriyetin ilk devrinde oraları bugünkü kadar kürdistan değildi. mardin'e kürtleri sokmazlardı. siirt'te, urfa'da, adıyaman'da kimse kürtçe konuşmazdı. şimdi git bak ne oldu. van'ı saymazsan türk kalmadı. süryani kalmadı. araplar sindi, kayboldu. zazalar araziye intibak etti. kürt nüfus deli gibi arttı. ve batıdan göründüğü gibi hiç değil, özgüvenleri geldi, kürtlükleri keskinleşti. iyi mi oldu kötü mü oldu demiyorum bak. 35 yıldır memleketi bucak bucak gezen ve bölgenin tarihini iyi bilen biri olarak, gördüğümü söylüyorum.

iki, sopa yöntemi ters tepti. haklıydı, haksızdı, ama insancıklar yazık filan demiyorum. onlar ayrı mevzu, sırasıyla ona da geliriz. buz gibi bir tespit: adamları vurdukça, dövdükçe, hapiste bilmem nerelerine cop soktukça tırsmadılar; daha bilendiler. itiraf edeyim, direnmeleri hoşuma gidiyor. bana da yapsalar inşallah ben de bilenirdim. ama hoşuma gitse de gitmese de olgu bu. fakt yani. 76'da, 80'de oralara giderdim, o zamanki haleti ruhiye ne, bugünkü haleti ruhiye ne. arada uçurumlar var ve korkma, sinme, tevekkül etme yönünde değil, zalimi hor görme yönünde. galip geleceklerine inanmışlar. daha bundan öte başa çıkamazsın. yenildiğini kabul edeceksin. bitti. değiştir plağı. hepsinin sorumlusu ergenekon'du de, beş tane aptal paşayı içeri at, yeni sayfa aç.

26.05.2020

champollion

carl sagan

1801 yılında joseph fourier adında bir fizikçi fransa'da isere eyaleti belediye başkanıydı. il sınırları içindeki bir okulu teftiş ederken on bir yaşındaki bir öğrencinin zekası ve doğu dillerine yatkınlığı ilgisini çekti.

fourier çocuğu evine bir sohbet için davet etti. çocuk fourier'nin evindeki mısır'dan getirilmiş sanat yapıtları ve eşyası koleksiyonunun etkisi altında kaldı. napolyon'un mısır seferi sırasında bu ülkedeki eski uygarlıklarından kalma astronomi anıtlarının kataloğunu çıkarmakla görevlendirilmişti fourier. hiyeroglif yazıtlar çocuğun merak duygusunu kamçıladı, "peki, bunların anlamı nedir?" diye sorduğunda. "hiç kimse bilmiyor." yanıtını aldı.

bu çocuğun adı jean françois champollion'du. hiç kimsenin okuyamadığı bir dilin gizlerini çözme merakıyla yanıp tutuşan çocuk, doğu dillerine merak sardı ve eski mısır yazısını çözmeye koyuldu. o tarihlerde fransa, napolyon tarafından çalınan, sonra da batılı bilim adamlarının incelemesine sunulan mısır yapıtlarıyla dolup taşıyordu. napolyon'un mısır seferine ilişkin kitabını genç champollion kısa zamanda yuttu. büyüyünce champollion çocukluğunun düşünü gerçekleştirdi: eski mısır hiyeroglif yazısını çözmüştü.

ancak 1828 yılında, yani fourier ile tanıştıktan yirmi yedi yıl sonra, champollion ilk kez mısır'a ayak basabildi. düşlerinin toprağına ayak bastıktan sonra, kahire'den nil nehri yoluyla, uğruna yaşamını adadığı kültürün kaynaklarına gitti. zaman içinde giriştiği bir yolculuktu bu. yabancı bir uygarlığa yapılan yolculuk.. 

"akşam dendera'ya vardık. mehtap muhteşemdi. tapınaklara ulaşabilmemize bir saat kalmıştı. bu denli yaklaşmışken duraksamak olur muydu? biz ölümlüler arasındaki en soğukkanlı yaratığa soruyorum! bir an önce oraya ulaşma dürtüsüne dayanılır mı? o anın insana verdiği emir şöyleydi: bir iki lokma yedikten sonra hemen yola çıkın! muhafızsız ve yalnız, fakat tepeden tırnağa kadar silahlı olarak geniş araziler aştık. tapınak, sonunda kendini gösterdi bize. bu tapınağın boyutları ölçülebilir istenirse. fakat bu tapınak hakkında bir fikir verebilmek olanaksızdır. güzellikle görkemin en yüksek düzeyde buluştuğu bir yer burası. ağzımız iki saat açık kaldı. tapınağın odaları ve bölmeleri arasında oradan oraya koşup durduk. ay ışığında dış duvarları üzerindeki yazıları okumaya çalıştık. tekneye döndüğümüzde sabaha karşı saat üçtü. sabahın yedisinde yine tapınaktaydık. ay ışığında güzel olan güneş ışığında da güzeldi. güneş ışığı bize yazıların ayrıntılarını da gösterdi. avrupa'da bizler cüceleriz ve hiçbir toplum, eski ya da yeni, mimariyi mısırlılar kadar yüce ve görkemli bir anlayışa kavuşturmamıştır. her şeyin otuz metre boyundaki insanlara göre yapılmasını buyurmuşlar."

dendera'daki karnak sütunlarıyla duvarlarındaki yazıları, mısır'ın her yanındaki yazıtları champollion hiç zorluk çekmeden çözebildiğini gördü. ondan önce çok kişi denemişti; fakat başaramamıştı hiyeroglif yazısını çözmeyi. hiyeroglif, "kutsal oyuntular" anlamına gelmekteydi. çoğu araştırmacı ve bilgin bu yazıyı resim şifresi sanmıştı, özellikle kuşlarla dolu olmak üzere eşek arıları, hamam böcekleri, göz küreleri ve dalgalı çizgilerle dolu karmakarışık mecazlar sanmışlardı.

hiyeroglifler konusundaki karışıklık büyüktü. mısırlıları çin'den gelme sömürgeciler sananlar vardı. tersini düşünenler de vardı kuşkusuz. sahte çeviriler cilt cilt dolaşıyordu ellerde. çeviri yapan araştırmacılardan biri, rosetta taşı'na bakıp o ana dek hiyeroglif yazıları çözümlenmemiş bu taştaki yazının anlamını hemen çıkarıvermişti. bakar bakmaz çıkardığı anlamın "uzun uzadıya düşünmenin yol açtığı sistemli hatalardan" koruduğunu, bu nedenle de fazla düşünceye dalmadan daha iyi sonuçlar elde edildiğini söyledi.

champollion hiyerogliflerin resim biçiminde mecazlar olduğu savına karşı koydu. ingiliz fizikçisi thomas young'un zekice suflörlüğü sayesinde champollion şöyle bir fikir silsilesi kurdu: rosetta taşı 1799 yılında bir fransız askeri tarafından nil deltasındaki raşit kasabası müstahkem mevkilerinde bulunmuştu. arapça bilmeyen avrupalılar bu taşa rosetta adını vermişlerdi. eski bir tapınaktan kopmuş bir taş parçasıydı. aynı mesajı üç ayrı dilde anlatıyor gibiydi. üstte hiyeroglif yazısı, orta bölümünde demotik denilen hiyeroglifi andıran bir el yazısı vardı ve sorunun çözümlenmesinde anahtar rolünü gören üçüncü bölümse yunancaydı.

yunancayı iyi bilen champollion söz konusu rosetta taşı'nın kral v. ptolemy epiphanes'in mö 196 yılında taç giyme töreni dolayısıyla yazıldığını anlamıştı. bu vesileyle kral siyasi tutukluları serbest bırakmış, vergi iadesi yapmış, tapınakları donatmış, asileri bağışlamış, askeri hazırlıkları artırmış, kısacası, çağdaş yöneticilerin de iktidarda kalmak için yaptıklarını tekrarlamış.

rosetta taşı'ndaki yazının yunanca bölümünde ptolemy kelimesi birkaç kez geçiyordu. hiyeroglif yazılı metinde de hemen hemen aynı yerlerde etrafı kabartmayla çevrelenmiş bir simge vardı. champollion, bu simgenin ptolemy kelimesi yerine konulduğunu fark etti. eğer böyleyse yazı resim ya da mecaz temeli üzerine oturtulmuş olamaz; tersine, birçok simge, harf ya da hece yerine geçiyor, diye düşündü.

champollion bu arada, yunanca sözcüklerin sayısıyla metin boyu aynı olan hiyeroglif yazısındaki hiyerogliflerin sayısını da karşılaştırmayı akıl etti. şimdi bütün sorun, hangi hiyeroglifin hangi harf yerine kullanıldığını çözmeye kalmıştı. bir şans eseri, champollion öyle bir dikili taşla karşılaşmıştı ki, bunda yunanca yazılı kleopatra adının hiyeroglif yazısındaki karşılığını saptamış bulunuyordu. bu taş philae adında bir yerdeki kazılarda ortaya çıkarılmıştı. ptolemy adıyla kleopatra adında ortak harflerin bulunması, champollion'un hiyeroglif yazısını çözmesine yardımcı oldu.

ptolemy adının ilk harfi p'nin hiyeroglif yazısında bir kareyle simgelendiğini fark eden champollion, böylece ortak yanları saptamaya koyuldu. her iki isimde de l harfi vardı. champollion baktı, l yerine birer aslan yatıyordu hiyeroglif yazısında. a harfi yerine bir kartal konmuştu. böyle böyle hiyeroglif yazısının temel yapısı belirmeye başlamıştı.

mısır hiyeroglif yazısı, temelde basit şifrelerden oluşmuştur. ne var ki, her hiyeroglif bir harf ya da hece değildir. hiyeroglif yazıları arasında resme dayanan anlamlar da bulunur. ptolemy oyuntusunun son bölümü, "çok yaşa, tanrı ptah'ın sevgili oğlu" demektir. kleopatra adının son bölümündeki yarım daireyle yumurta da "isis'in kızı" demektir.

harflerin resimlerle karışık durumda oluşu, champollion'dan önceki araştırmacıların kafalarını karıştırmıştı. şimdi geriye doğru göz atınca kolay gibi görünüyor hiyeroglif yazısı. fakat nice yüzyıllar sürmüştü incelenmesi. yazıyı çevreleyen kabartmalar, hiyeroglif yazısını çözmek için bulunan büyük anahtarların küçük anahtarlarıydı. mısır firavunları kendi isimlerinin etrafını kabartmayla çevrelemeleri, sanki iki bin yıl sonra bu yazıyı çözmeye uğraşanlara sunulan birer önemli anahtar armağanıydı.

champollion karnak'taki büyük hypostyle koridorlarını kendinden öncekileri de büyüleyen hiyeroglif yazıları okuyarak dolaşıyordu. böylece çocukluğunda fourier'e yönelttiği sorunun yanıtını da vermişti. kim bilir duyduğu zevk ne büyüklü! başka bir uygarlıkla iletişim kanalını açmak.. binlerce yıldır tarihi, tıbbını, sihirbazlarının büyücülüğünü, dinini, siyasetini, felsefesini dünyaya anlatamayan bir kültüre böylesine büyük bir kapı aralanmıştı.

24.05.2020

çin şi huang

eduardo galeano

çin, ismini ilk imparatoru olan çin şi huang'dan alır.

çin şi huang, o ana dek birbirlerine düşmanlık güden küçük krallıklardan bir ulus yarattı; bu ulusa ortak bir dil ve ortak ölçü birimleri empoze etti; bronzdan, ortası delikli ortak bir para çıkardı. topraklarını korumak amacıyla, haritayı boydan boya geçen ve iki bin iki yüz yıl sonra bugün dünyanın en çok ziyaret edilen askeri savunma yapısı olmayı sürdüren çin seddi'ni yükseltti.

ancak bu tür ufak tefek işler onu kesmedi. yaşamının en büyük eseri ölümü oldu: yani ölümünün ardından kalacağı mezarı.

mezarının inşasını on üç yaşında tahta geçtiği gün başlattı ve yıllar geçtikçe mozole bir şehrin büyüklüğünü fazlasıyla aştı. ayrıca kendisini korumakla görevli, yedi binden fazla süvari ve kan rengi üniformalı, simsiyah zırhlı piyadelerden oluşan bir ordu kurdu. bugün dünyayı şaşırtan bu çamurdan savaşçılar, en iyi heykeltıraşlar tarafından yapılmışlardı. doğumla birlikte yaşlanmadan muaf oluyorlardı ve ihanet etmeleri mümkün değildi.

cenaze anıtının inşaatında çalışanlar mahkumlardı. bunlar işin güçlüğü nedeniyle zayıf düşüp ölünce bedenleri çöle atılıyordu. imparator eserin inşasını en ince ayrıntılarına kadar yönetiyor ve hep daha fazlasını istiyordu. çok acelesi vardı. düşmanları birçok kez onu öldürmeye teşebbüs etmişlerdi ve bir mezarı olmadan ölme düşüncesi onu paniğe sevk ediyordu. kılık değiştirip yolculuk ediyor ve her gece farklı bir yerde uyuyordu.

ve devasa iş günün birinde tamamlandı. ordu tamamlanmıştı. muazzam mozolenin inşası da bitmiş ve ortaya tam bir şaheser çıkmıştı. herhangi bir değişiklik mükemmelliğine zarar verebilirdi.

işte o sıralarda, imparator yarım asırlık yaşamını tamamlamıştı ki ölüm kapısını çaldı, o da kendini ölümün kollarına bıraktı.

büyük tiyatro hazırdı ne de olsa: sahne perdesi yükseliyor, yapının işlevi başlıyordu. o da randevusuna gitmezlik edemezdi. bu sadece tek bir seslik opera olacaktı.

23.05.2020

çoluk çocuk

patti smith

"dünya beni ardında bırakarak ilerliyor."

sanat tanrı'yı söyleyen bir şarkıdır ve nihayetinde yine ona aittir.

üzerindeki beyaz tişörtü tenine yapışmıştı. hırsızın günlüğü'nü yazan jean genet gibi robert da kötü bir hırsızdı. genet de çok nadir proust ciltleri ile ipek kumaş çalarken yakalanmış ve hapse atılmıştı. estetik hırsızları.

paul valéry: "şairler şiirleri bitirmez, onları terk ederler."

ölüm, bir hanımefendinin elbisesi gibi koridorda yerleri süpürerek gelir. ölüm, en iyi pazar kıyafetiyle otoyolda araba sürerken gelir. ölüm gelir, elimden bir şey gelmez. ölüm giderken arkada bir şeyler kalmalı. kaynağı bilinmeyen bir yangın bebeğimi benden aldı.

gerçekten çok çalışıyordum dünyaya neler yapabileceğimi göstermek için. ah, sanırım hiçbir zaman böyle olacağını hayal etmedim. dünya resimleri döndürüyor kalabalık güldüğünde gülmek nasıl hoşuma gidiyor aramızda sevgi akıyor ağzına kadar dolu bir tiyatro ancak bebeğim kalabalık evine gittiğinde dönüyorum ve yalnız olduğumun farkına varıyorum seni kurban etmek zorunda olduğuma inanamıyorum.

kocam olacak bu adama dair tek söylemek istediğim, insanlar arasında bir kral olduğudur ve insanlar bunu bilir. o, kişisel kozmolojimin takımyıldızındaki mavi yıldızdı.

dünyanın her yerinde insanlar kaybettikleri bir şeye yeniden sahip olma umudunu taşır. ancak bazen kiminin anılarını küçük pişmanlıklarımızı koyduğumuz çekmeceye yerleştirmek zorundayızdır. yine de arada sırada, eski bir mendilin katları arasında, bir zamanlar en mutlu öğleden sonralarımızı temsil etmiş bir deniz kabuğuna ya da ufak bir taşa rastlarız. kör talih duygusunun uçup gittiği bir ferahlama anı yaşarız. tıpkı, taksilerden oluşan bir labirentin içinde bir arka koltukta unutulan finnegans wake'in düzeltilmiş metninin, büyülü bir biçimde şaşkın ve minnettar james joyce'un ellerine dönüşü gibi.

22.05.2020

cemiyet

john steinbeck

bana her zaman garip gelmiştir: insanlarda beğendiğimiz güzel huylar; iyilik, cömertlik, açık kalplilik, dürüst ve anlayışlı oluş, hassasiyet hep bizim cemiyet düzenimizde başarısızlığın dostlarıdır. şiddetle eleştirip beğenmediğimiz sertlik, ihtiras, kazanç hırsı, aşağılık bencillik ve menfaatperestlik de başarıyı, şöhreti sağlayan etkenler oluyor. biz insanlar, birincisinin hayranı olduğumuz halde ikincisinin sonuçlarına bayılırız. karnı doymayacak olduktan sonra iyi olmayı kim ister?

mesele karın doyurmak da değil. bu bambaşka bir şey. dünyayı elde etmek için benliğimizi satmak tamamen içimizden gelen, hemen hemen istisnası olmayan bir durumdur; ama bunun da istisnaları yok değil.

21.05.2020

molek'in çocukları

georg büchner

danton: artık sakinleştin fabre.

bir ses (içerden): ölmek üzereyken.

danton: şimdi yapacağımızı da biliyor musun?

ses: neymiş?

danton: bütün hayatın boyunca yaptığın şeyi: kurtlanmak! (dizeler kurmak)

camille (kendi kendine): gözlerine delilik çökmüş. şimdiye dek bir sürü insan delirdi, dünyanın akışı böyle. ne yapabiliriz ki buna karşı? ellerimizi yıkıyoruz. hem böylesi daha iyi.

danton: her şeyi korkunç bir karışıklık içinde bırakıyorum. hiçbiri yönetmekten anlamıyor. robespierre'e orospularımı, couthon'a da taşaklarımı bıraksaydım, belki işler devam ederdi.

lacroix: özgürlüğü orospu yapardık.

danton: nasıl da olurdu! özgürlük ve bir orospu, güneşin altındaki en kozmopolit şeylerdir. şimdi arras'ın avukatının nikâhı altında namusuyla orospuluk yapacak. ama sanırım ona karşı klytaimnestra'yı oynayacak, ona altı ay bile tanımıyorum, onu yanıma çekiyorum.

camille (kendi kendine): tanrı onun huzurlu bir sabit fikre kapılmasına izin veriyor. sağlıklı akla atfedilen sıradan sabit fikirler, katlanılmaz ölçüde sıkıcıdır. baba, oğul ve kutsal ruh'un var olduğu kuruntusuna kapılabilen kişi en mutlu insan olurdu.

lacroix: biz geçerken eşekler, "yaşasın cumhuriyet!" diye anıracak.

danton: ne önemi var bunun? devrimin günah tufanı cesetlerimizi nereye sürüklerse sürüklesin, taşlaşmış kemiklerimizle her zaman tüm kralların kafası kırılabilecektir.

hérault: evet, özellikle çene kemiğimiz için bir samson bulunursa.

danton: kardeş katili bunlar.

lacroix: camille'in tutuklanmasından iki gün önce her zamankinden daha fazla canciğer olması robespierre'in bir neron olduğunun en iyi kanıtı. öyle değil mi camille?

camille: bana sorarsan, beni ne ilgilendirir bu? (kendi kendine) onun deliliği cazip bir şey haline getirmesi. neden şimdi benim gitmem gerekiyor. biz birlikte gülmüş, gezip tozmuş, öpüşmüştük.

danton: tarih bir gün çukurları açarsa, despotizm cesetlerimizin kokusundan boğulup ölebilir.

hérault: zaten hayatımız boyunca koktuk. bunlar bizden sonrakiler için söylenmiş sözler, değil mi danton, aslında bizi ilgilendirmiyor.

camille: öyle bir surat takınıyor ki, sanki taşlaşacakmış da sonraki kuşaklar onu antik bir eser gibi kazıp çıkartacakmış çukurdan.

surat asma, kıpkırmızı kesilme ve iyi bir aksanla konuşma zahmetine de değer. bir kere maskelerimizi çıkartsaydık, dört bir yanı aynalarla kaplı bir odadaymışız gibi her yerde sayısız kadim, bozulmaz koyun kafası görürdük, ne fazla ne eksik. çok da büyük bir fark yok, hepimiz alçak ve meleğiz, salak ve dehayız ve üstelik hepsi bir arada. bu dört unsura aynı bedende yer var, sanıldığı kadar büyük değiller. herkes uyuyor, hazmediyor, çocuk yapıyor. gerisi aynı temanın değişik seslerle yapılan çeşitlemeleri. bu sırada daha iyi görmeye çalışıp surat asma ihtiyacı, birbirinden utanma ihtiyacı duyuluyor. hepimiz de aynı sofradan yiyip hastalandık, karnımız ağrıyor; neden peçelerle örtüyorsunuz yüzümüzü? bağırıyorsunuz ve istediğiniz gibi ağlayıp sızlanıyorsunuz. böyle erdemli, esprili, kahramanca ve dahice suratlar takınmayın, birbirimizi biliyoruz, boşuna zahmet etmeyin.

hérault: evet camille, yan yana oturup bağırmak istiyoruz, insanın canı acıyorsa dudaklarını ısırmasından daha aptalca bir şey olamaz. yunanlılar ve tanrılar bağırdılar, romalılar ve stoacılar kahraman suratı takındılar.

danton: birileri de öbürleri kadar epikürcüydü. kendilerine tamamen keyifli bir benlik duygusu buldular. togasını süsleyip de gölgesi uzun düşüyor mu diye etrafa bakınmak hiç de kötü bir şey değil. niye kendimizi paralayalım? önümüzü defne yaprağıyla, gül çelengiyle ya da asma dalıyla örtsek veya o çirkin şeyi açıkta taşıyıp köpeklere yalatsak ne fark eder?

philippeau: dostlarım, bütün bu karmakarışık dalgalanmayı ve yakamozlanmayı artık görmemek için ve gözlerin birkaç büyük, tanrısal çizgiyle dolması için özellikle ayaklarını yere basmamak gerekiyor. bizi sağır eden iç içe geçmiş bağırışların ve imdat feryatlarının bir uyum ırmağı olduğunu duyan bir kulak var.

danton: ama biz fakir müzisyenleriz, bedenimiz de çalgımızdır. bu çalgılardan acemice çıkartılan sesler yalnızca daha yükseğe ve daha da yükseğe çıkıp sonunda şehvetli bir soluk gibi usulca sessizleşerek ilahi kulaklarda ölmek için mi var?

hérault: saray sofraları için etleri daha lezzetli olsun diye kırbaçlana kırbaçlana öldürülen domuz yavruları gibi miyiz?

danton: bu dünyanın molek'in (kendisine çocuk kurban edilen eski bir orta doğu tanrısı) korlaşmış kollarında kızartılan ve tanrılar onların gülüşünden zevk alsın diye ışık ışınlarıyla gıdıklanan çocuklar mıyız biz?

camille: peki altın gözlü eter kutsal tanrıların sofrasına konmuş altın sazanlarla dolu bir sahan mıdır ve kutsal tanrılar sonsuza kadar gülerler mi, balıklar ebediyen ölür ve tanrılar ölüm mücadelesinin renk oyunundan ölümsüz bir zevk alırlar mı?

danton: dünya kaostur. hiçlik doğurmak üzere olan dünya tanrı'dır.

philippeau: iyi geceler dostlarım. altında tüm yüreklerin durduğu ve tüm gözlerin kapandığı büyük örtüyü sakince örtelim üstümüze.

hérault: sevinmelisin camille, güzel bir gecemiz olacak. bulutlar akşamın gökyüzünde solan, batan tanrı figürleriyle ateşi sönmekte olan bir olympos gibi asılı duruyorlar.

20.05.2020

yaz başı

murathan mungan

yaz başıydı gittiğinde. ardından, senin için üç lirik parça yazmaya karar vermiştim. kimsesiz bir yazdı. yoktun. kimsesizdim. çıkılmış bir yolun ilk durağında bir mevsim bekledim durdum. çünkü ben aşkın bütün çağlarından geliyordum.

yaz başıydı gittiğinde. sersemletici bir rüzgar gibi geçmişti mayıs. seni bir şiire düşündükçe kanat gibi, tüy gibi, dokunmak gibi uçucu ve yumuşak şeyler geliyordu aklıma. önceki şiirlerimde hiç kullanmadığım bu sözcük usulca düşüyordu bir kağıt aklığına, belki de ilk kez giriyordu yazdıklarıma, hayatıma.

yaz başıydı gittiğinde. bir aşkın ilk günleriydi daha. aşk mıydı, değil miydi? bunu o günler kim bilebilirdi? "eylül'de aynı yerde ve aynı insan olmamı isteyen" notunu buldum kapımda. altına saat: 16.00 diye yazmıştın ve saat 16.04'tü onu bulduğumda.

19.05.2020

hypatia

carl sagan

iskenderiye kitaplığında çalışan son bilgin bir matematikçi, astronom, fizikçi ve neoplatonik felsefe okulu önderiydi. herhangi bir çağda bir insanın gösterebileceği en olağanüstü başarıları kendinde toplamış olan bu kadının adı hypatia'ydı. 370 yılında iskenderiye'de doğmuştu. kadınların elinde çok az olanakların bulunduğu ve onlara eşya gözüyle bakıldığı bir dönemde, hypatia serbestçe ve geleneksel kurallara aldırış etmeden erkek çevrelerinde dolaşırdı. her bakımdan güzel bir kadınmış. peşinden koşan epey erkek olmasına karşın evlenme önerilerini reddettiği biliniyor.

hypatia döneminin iskenderiyesi artık epeydir romalıların egemenliği altında kalmış bir kentti ve gerginlik içindeydi. kölelik klasik uygarlığın canlılığını çürütmüştü. hristiyan kilisesi yeni doğmuştu, gücünü kökleştirerek putperestliğin etkisini ve kültürünü silmeye çaba harcıyordu. hypatia bu köklü sosyal güçlerin patlama noktası üzerindeki katalizör rolündeydi. iskenderiye başpiskoposu cyril, hypatia'nın romalı valiyle olan yakın dostluğu, öğrenimin ve bilimin simgesi olması, bunun da kilise tarafından putperestlikle eş görülmesi nedeniyle ondan nefret ediyordu. ama hypatia hayatının tehlikede olduğunu bile bile öğretime ve öğretilerini yayınlamaya devam etti.

415 yılında bir gün işe giderken başpiskopos cyril'in müritleri tarafından yolda kıstırıldı. atlı arabadan indirildi, elbiseleri yırtıldı ve katiller ellerindeki deniz kabuklarıyla hypatia'nın etlerini kemiklerinden kazıdılar. kalıntısı yakıldı, eserleri yok edildi ve adı unutuldu. cyril'e ise azizlik payesi verildi.

iç savaş manzaraları

hans magnus enzensberger

hangisi daha tuhaftır: insanın tanıdığı kişileri öldürmesi mi, yoksa hakkında hiçbir tasarımının, belki de hatalı bir tasarımının bile olmadığı bir rakibini öldürmesi mi?

ikinci dünya savaşı'nda kullanılan bombardıman uçaklarının mürettebatı için düşman salt bir soyutlamaydı; bugün de hala sığınaklardaki füze rampalarının başında bekleyen timler, düğmeye bastıklarında yol açacakları olayların etkilerini hiçbir biçimde algılamamaları için, sıkı biçimde yalıtılmışlardır – o kadar çarpık bir durum ki, bunun karşısında en saçma iç savaş bile neredeyse normal görünüyor.

insanın nefret ettiklerini yok etmesi ki, bu da genelde kendi mekanındaki rakipleri oluyor, büyük olasılıkla istisna değil, kuraldır. insanın en yakınlarına duyduğu nefret ile yabancılara duyduğu nefret arasında açığa çıkarılmamış bir bağlantı vardır. nefret edilen diğer kişi, aslında hep komşu olmuş, ancak büyük topluluklar oluştuktan sonradır ki sınırların ötesindeki yabancı düşman ilan edilmiştir.

günümüz iç savaşçılarının yeğledikleri kurbanlar kadın ve çocuklardır. bir hastanede yatanları katletmekten gurur duyanlar sadece çetnikler değil: her yerde görüldüğü gibi, öncelikli olan, güçsüzlerin ortadan kaldırılmasıdır. makineli tüfeği olmayan, haşerat sayılıyor. failler hemen hemen yalnızca genç erkeklerden oluşuyor. çeteler savaşında her yerde kaybedenler kaybedenlere ateş ediyor.

"almanya almanlarındır." bu slogan salt barbarca olmakla kalmıyor. bunu ciddiye alanın, yabancı şirketleri kamulaştırması ve frankfurt havalimanını kapatması gerekir.

eski dünya görüşlerinin iz bırakmaksızın ortadan kayboluşu, geride sadece onların amaçsız saldırganlık arzularını bırakmaktadır.

çağdaş kitleleri geçmiş zamanların güruhlarından ayıran, kendi esenliklerine karşı feragatlilikleri ve ilgisizlikleridir.

otuzlu yıllardan farklı olarak günümüzün saldırganları ne törenlere, resmi geçitlere, üniformalara, programlara ne de vaatlere ve bağlılık yeminlerine gerek duyuyor. liderlerinden de vazgeçebilirler. nefret onlara yetmektedir. o zamanlar terör, totaliter yönetimlerin tekelindeyken, günümüzde özelleştirilmiş biçimde karşımıza çıkıyor.

böylece her metro vagonu küçük çapta bir bosna'ya dönüşebilir. soykırım için yahudilere, temizlik için karşı devrimcilere artık gerek yok. birisinin başka bir futbol takımını tutması, bir manav dükkanının komşusundan daha çok müşteriye sahip olması, insanların farklı giyinmesi, başka bir dil konuşması, tekerlekli sandalye kullanması ya da başörtüsü takması yeterli oluyor. her farklılık, yaşamsal bir tehlikeye dönüşüyor.

tüm dinlerin insanın kurban edilmesinden kaynaklanmış olması mümkündür ve dünyanın tanrısızlaştırılmasından sonra da insanlar, hiçbir zaman uğrunda öldürebilecekleri ve ölebilecekleri yüce bir amaç bulma sıkıntısı çekmemiştir.

frantz fanon: sömürge insanı, sürekli kovalama hayali kuran bir kovalanandır. kan davaları ile, kolektif belleğe gömülü olan nefret duyguları yeniden canlanıyor. sömürge insanı, tüm benliği ile böyle bir intikamın peşine düşüyor. yani bir toplumun canla başla kendi kendini yok etmesi, sömürgeleştirilmişlerin psişik gerginliklerini aşmak için denedikleri yollardan biridir.

ne kadar çok insan dünyaya gelirse, kendilerinin ve başkalarının yaşamlarına biçtikleri değer o kadar hızla azalmaktadır.

iç savaş çıkartanlar çoğu kez seçimlerden ezici çoğunlukla çıkmışlar, konumlarını sandıkta güçlendirmişlerdir.

komando giysili keskin nişancı, toplama kampı gardiyanı, nazi sloganları veya halk şarkıları mırıldanan ya da salavat getiren katil başka bir yıldızın insanı değil, öfkesini, acımasızlığını, kinciliğini kemirdiği bir toplumun temsilcisidir. insanlar ancak eylemlerinin ve görmezden geldiklerinin ölümcül sonuçlarını kendi bedenleri üzerinde hissettikleri zamandır ki, masumların saati gelmiş demektir.

bir sav dünya görüşüne uymadığında, olduğundan daha aptalmış gibi davranan çok insan var.

18.05.2020

deniz balığının öyküsü

bilge karasu

adamın biri bir deniz balığı tutmuş günün birinde, o kadar sevmiş ki hep yanında kalsın istemiş. her gün suyunu tazelemiş, denizden kova kova çekip taşıyarak. bir süre sonra usanmış deniz suyu taşımaktan, musluk suyunu denemiş. balık biraz tedirgin olmuş ama alışmış sonunda tatlı suya. gel zaman git zaman adamın içine merak olmuş, tatlı suya alışan balık havaya da alışır mı diye. balık önce boğulayazmış, debelenmiş, sonunda havaya da alışmış. günlerden bir gün adamın denize gideceği tutmuş. balığı da yanında. koymuş onu çakıllığın gölgeli bir köşesine, kendi de denize girmiş. çocuklar geçiyormuş oradan. balığı görmüşler. nasılsa, acımışlar, bu balık karaya vurmuş, yazık, denize atalım demişler. adam deliler gibi yüzüp yetişesiye balık boğuluvermiş denizde.

via ali poyrazoğlu

17.05.2020

mutluluk

guy de maupassant

dünya üzerinde temiz, güzel, zarif ve ideal olan ne varsa tanrı değil, insan zekası yapmıştır.

aşkta tek bir serüven vardır. hep aynı şeydir o: tanıştık, anlaştık, seviştik. hepsi bu kadar.

insan niçin sever? dünyada tek bir varlığı istemek, kafamızda tek bir düşünce, kalbimizde tek bir arzu, dudaklarımızda tek bir isim yaşatmak. garip bir şeydir bu; öyle bir isim ki, kaynaklarından fışkıran su damlaları gibi, ruhumuzun derinliğinden dudaklarımıza kadar yükselir; bu ismi her yerde, her an bir dua gibi yavaş sesle fısıldar ve sürekli tekrarlarız.

insanlar seviştikleri sürece, her fırsatta aşklarını birbirlerine tekrarlamak isterler. söyleyemediklerimizi kalemlerimize söyletmek en büyük zevkimizdir. çünkü sözler uçucudur; havayı yumuşak, ılık, hafif bir musikiyle dolduran sözler anılarda kalır; ama yazılar öyle midir? onları gözlerimizle görürüz, okuruz, istediğimiz zaman, istediğimiz kadar ellerimizle, parmaklarımızla, dudaklarımızla okşayabiliriz de.

birbirine perçinli denecek kadar bağlı iki dosttan biri evlendi mi, bütün bu perçinler, bütün bu bağlar çözülüverir. kıskanç bir kadın sevgisi iki erkek arasına girdi mi, bunların birbirlerine karşı besledikleri güven ve sevgi de sarsılır; çünkü kadının aşkı, iki erkek arasındaki bu güven ve sevgiye anlayış göstermez. dünyada aralarındaki üçüncü bir kişinin varlığına en az tahammülü olanlar yeni evlilerdir. en çok yalnız kalma ihtiyacı duyanlar onlardır çünkü.

insan, servet sahibi olunca kendini mutlu hissediyor. para oldu mu, kederlere, ıstıraplara bile dayanılabiliyor. para olunca istenilen yere gidiliyor, seyahat ediliyor, eğleniliyor. ah, bir zengin olsaydım!

bir bayırın tepesinde, bazen bir yığın çakıl taşını andıran bir kasabacık çarpar gözünüze; ama buraları işlenmemiş bakir, ıssız topraklardır; ne tarım, ne sanat, ne zanaat vardır buralarda; yontulmuş bir ağaç parçasına, oyulmuş bir taşa, nefis eserlere dedelerimizin duydukları sevgiye ve bu sevgiyle yaşattıkları anıtların hiçbirine rastlayamazsınız. bu azametli, sert iklimde üstünüzde etki yaratan neyse onunla yetinmek zorunda kalırsınız.

üzerinde yansılarının kayarak silindiği aynalar gibi; kalplerinde yaralar açan olayları, gönüllerinde fırtınalar koparan yaşantıları kolaylıkla unutanlara ne mutlu!

16.05.2020

phaistos diski

jared diamond

3 temmuz 1908'de girit adası'nda, phaistos'ta eski minoa sarayında kazı yapan arkeologlar teknoloji tarihinin en olağanüstü nesnesini buldular.

ilk bakışta hiçbir olağanüstülüğü yoktu: 16 cm çapında, pişmiş tuğladan, yuvarlak, küçük, yassı, boyasız bir diskti. yakından bakılınca her iki yüzünde de diskin kenarından merkezine doğru saat yönünde sarmallar oluşturan beş çizgi ile o beş çizginin üzerinde yazılar görülüyordu. toplam olarak 241 gösterge ya da harf dikey çizgilerle, belki de sözcükleri oluşturan göstergeler halinde, düzgün bir biçimde çeşitli öbeklere ayrılmıştı.

bu diske yazı yazan kişi işini çok dikkatli bir biçimde planlamış ve uygulamış olmalıydı. yazı kenardan başlıyor, sarmal oluşturan çizgi üzerinde kullanılabilecek yerler tamamıyla kullanılıyor ama tam ortaya ulaşıldığında da yer kalmaması gibi bir sorunun çıkmadığı görülüyordu.

bu disk toprak altından çıkarıldığı günden bu yana yazı tarihçileri için bir sır olarak kaldı. işaretlerin sayısına bakılırsa (45) bir alfabeden çok hece yazımı olmalı ama hâlâ şifresi çözülmüş değil, işaretlerin biçimleriyse bilinen hiçbir yazı sistemindekine benzemiyor.

bu disk keşfedildikten sonraki 89 yıl içinde bu tuhaf yazıyla yazılmış en küçük bir şey bulunamadı. bu nedenle yerel bir girit yazısını mı yoksa girit'e dışardan gelmiş yabancı bir yazıyı mı temsil ettiği konusu çözülebilmiş değil. teknoloji tarihçileri için phaistos diski daha da kafa karıştırıcı: mö 1700 olarak hesaplanan tarihine bakılırsa dünyada ilk basılı belge olması gerekiyor.

diskteki işaretler girit'in daha sonraki çizgisel a ve çizgisel b yazıları gibi elle kazınmak yerine, kabartma matbaa harfleri gibi göstergeler taşıyan damgalarla (daha sonra pişirilen ve katılaşan) yumuşak kilin üzerine basılmış. baskıyı yapan kişinin diskte görülen her bir işaret için bir damga olmak üzere besbelli ki 45 damgası vardı. bu damgaları yapmak için herhalde çok emek harcanmıştı ve damgalar hiç kuşkusuz yalnızca bu tek belgeyi basmak için yapılmamıştı. bunları kim kullanıyor idiyse o kişi pek çok yazı yazıyor olmalıydı. bu damgaların sahibi bu damgalarla çok daha hızlı ve düzgün bir biçimde başka kopyalar yapabilirdi, yazılı metindeki her bir karmaşık göstergeyi her seferinde eliyle yazmaya benzemezdi bu iş.

phaistos diski insanoğlunun bir sonraki adımının öncüsü, ilk basım girişimiydi, matbaacılıkta da aynı şekilde kesme matbaa harfleri ya da bloklar kullanılmıştı ama kağıt üzerine ve mürekkeple basılıyordu, mürekkepsiz ve kil üzerine değil. bununla birlikte o bir sonraki adım çin'de 2500, orta çağ avrupa'sında daha da geç, 3100 yıl sonrasına kadar atılmadı.

o diskin erken geliştirilmiş teknolojisi girit'te ya da eski akdeniz'de niçin yaygın olarak benimsenmedi? mürekkep ve baskı düşüncesini ekleyip matbaa makinesine sıçramak niçin binlerce yıl aldı? disk, dolayısıyla tarihçiler için tehdit edici bir sorun oluşturuyor. bu diskin bize gösterdiğini sandığımız gibi icatlar kişiye bağlı ve öngörülemez şeylerse teknoloji tarihiyle ilgili genellemeler yapma çabaları daha başında başarısızlığa yazgılıdır.

15.05.2020

intihar

amin maalouf

ölümü son çıkış olarak düşüneceksin. bil ki kimse seni bundan alıkoyamaz ve tam da bu nedenle, elinin altında olduğu için onu yedekte tut, sonuna kadar. diyelim ki geceleyin bir kabus gördün. bunun bir kabus olduğunu, başını oynattığın anda kurtulabileceğini bilirsen her şey daha kolay, daha çekilir hale gelir; hatta bir bakarsın ilk başta en korktuğun şeylerden zevk alır olmuşsun. hayat seni istediği kadar ürkütsün, canını yaksın, en yakınların çirkin maskeler taksınlar. hayat bu, de kendi kendine, ikinci kez çağrılmayacağım bir oyun, bir zevkler ve acılar oyunu, bir inançlar ve aldatmalar oyunu, bir maskeler oyunu, bir aktör ve bir gözlemci olarak sonuna kadar oyna, gözlemcilik daha iyidir, ne zaman istersen bırakabilirsin. beni sorarsan, "imdat çıkışı" sayesinde ayaktayım. çünkü emrimde ve onu kullanmayacağımı biliyorum. ama öteki dünyanın anahtarı bende olmasa kendimi kapanda hissederdim, derhal kaçmak isterdim.

sürgünler

james joyce

kişinin kendinden başkasını tanıması zordur.

yaşamda hiçbir şey huzur ve mutluluk getirmiyor size. yalnız şunu bilin ki özlediğiniz huzur ve mutluluk bir yerlerde sizi bekliyordur. belki de manastırın birinde, kim bilir.

bitti artık, bitti. bitirmek istiyorum bu yaşamı, alacağımı aldım artık ben bu dünyadan. her şeye bir son vermek için -ölüm. yüksek bir uçurumun tepesinden kendini bırakıvermek boşluğa, sonra da dosdoğru denizin dibine.

en güzel kadında bile en çekici şey nedir? en güzel kadında olup da öteki kadınlarda olmayan nitelikler değil de, o kadının ötekilerle ortak nitelikleri. yani. en ortak, sıradan.

bir kadınla dokuz yıl yaşamış bir adamın pek çok düşünce takılır usuna.

sevdiği kadına sahip olmak için -bedenine sahip olmak için yani- can atmayan hiçbir erkek bu yeryüzünde yaşamamıştır bugüne dek. doğa yasasıdır bu.

ölümden sonra da yaşamını sürdürür ruh. ölüm dediğin, yaşamın, geriden gelecek yeni bir yaşamın doğmasını sağlayan en yetkin aşamasıdır. doğanın da değişmez yasasıdır bu zaten.

savaş.. tüm yaşam bir fetihtir, insan tutkusunun alçaklığın buyruklarına karşı kazandığı utkudur.

biz doğmadan önce bir sonsuzluk vardı: biz öldükten sonra da başka bir sonsuzluk gelecek.

yalnız tutkunun -özgür, alnı açık, önüne geçilmez tutkunun- o gözler kamaştıran anı; kölelerin, yoksulların yaşam dedikleri şeyin bezginliğinden kaçıp kurtulabileceğimiz tek çıkış yoludur.

insanlarca konan hiçbir yasa sevi güdüsü önünde saygıya değmez. kim demiş onu, yalnız bir kişi için yaratıldık diye? eğer öyleysek, kendi varlığımıza karşı işlenen bir suçtur bu.

hiçbir yasa konmamıştır güdülerin önüne. yasalar tutsaklar ve köleler içindir. yalnızca bizi gençlik ve güzelliğe yönelten güdü ölmez.

daha nice iyi günler var önümüzde. hayır, yaşam boyunca ancak bir kez gelir öyle bir dönem. yaşamın geri kalan yılları da o dönemi anıp durmaktan başka bir şeye yaramaz.

14.05.2020

uyanış

vladimir nabokov

altın pus, tombul yorgan. bir uyanış daha; ama henüz son uyanış olmasa gerek. sık sık oluyor böyle: uyanıp kendini-söz gelimi- şık bir ikinci mevki kompartımanında, iki şık yabancıyla birlikte buluyorsun; ama aslında sahte bir uyanış bu, düşünün bir sonraki aşaması sadece, sanki bir katmandan ötekine geçiyorsun ama hiçbir zaman yüzeye varamıyorsun, hiçbir zaman gerçeğe ulaşamıyorsun. ama düşüncen, büyülenmiş gibi, düşün her yeni katmanını gerçeğin eşiği sanıyor. inanıyorsun ona ve soluğunu tutarak, sonsuz hayallerin bitiminde vardığın gardan ayrılıp istasyon alanını geçiyorsun. hemen hemen hiçbir şey göremiyorsun; çünkü hava sisli, gözlüklerin buğulanmış, elinden gelen hızla alanın karşısında hayalet gibi duran otele varmak, yüzünü yıkamak, gömlek manşetlerini değiştirip ışıl ışıl sokaklarda gezmeye çıkmak istiyorsun. ama bir şey oluyor -saçma bir kaza- ve gerçek gibi görünen şey birden gerçeğin tınısını, tadını yitiriyor. bilincin aldatılmış: derin uykudasın hâlâ. anlamsız bir uyku beynini köreltiyor. sonra aldatıcı bir bilinç anı daha geliyor: altın rengi bir sis ve "montevideo" olan bu oteldeki odan. kasabadaki tanıdık bir dükkan sahibi, bir berlin özlemlisi, bu adı bir kağıt parçasının üzerine yazmıştı senin için. ama kim bilebilir ki? gerçek -son gerçek- bu mu, yoksa bu da yeni ve aldatıcı bir düş mü?

13.05.2020

eski toprak

behçet necatigil


eski toprağa ektiklerin
bir yeni güçle göğerdi gür
ey dünya, toprağın üstü senin
toprağın altı, belki yalnız benimdir

ikiye bölünen vikont

italo calvino

o sıralarda dayım ilk gençliğini sürüyordu; duyguların karışık bir coşku halinde olduğu, iyi ile kötünün daha ortaya çıkmadığı çağı; ölümcül, kıyıcı bile olsa, her yeni deneyimin etkileyici, yaşam sevgisi dolu olduğu çağı.

atlar kendi bağırsaklarının kokusundan hoşlanmazlar hiç.

düşman sahibi olmak, sonra da bunların kafalarında tasarladıkları gibi olup olmadıklarını görmek kadar keyifli bir şey yoktur insanlar için.

cüzzamlıların bir özelliği vardır: yanarken acı duymazlar, uykudayken yangın çıkacak olursa, hiç kuşkusuz bir daha uyanamazlar.

bilenmiş duygularımın içinde, bütünlerin adına sevda dedikleri duyguya karşılık olabilecek hiçbir şey yok. böyle aptalca bir duygu, onlar için bunca önemli olduğuna göre, bendeki karşılığı kim bilir ne denli parlak ve korkunç olurdu.

kötü ruhlarda sapık düşüncelerin bir yılan sürüsü gibi çöreklenmediği, erdemli ruhlarda ise dünya nimetlerine sırt çevirmenin, özverinin çiçek açmadığı ay ışıklı bir gece yoktur.

bütün olan her şey böyle ortadan bölünebilecek olsa; herkes körelmiş, cahil bütünlüğünden sıyrılırdı. bütünken her şey doğal, bulanık, hava gibi saçmaydı benim için; her şeyi gördüğümü sanıyordum; oysa gördüğüm kabuktu sadece. sen de bir gün kendinin yarısı olursan, ki olmanı dilerim evladım, tam beyinlerin sıradan akıllarının ötesinde neler bulunduğunu anlarsın. kendinin, dünyanın yarısını yitirmiş olacaksın; ama kalan yarı, bin kez daha derin, daha değerli olacak. o zaman sen de, her şeyin kendin gibi bölünmesini, parçalanmasını isteyeceksin; çünkü güzellik de, bilgi de, adalet de ancak parçalara bölünmüş olanda vardır.

bazen insan kendini eksik sanır; oysa sadece gençtir.

ikiye bölünmüş olmanın iyi tarafı şu ki: yeryüzündeki her erkeğin, her kadının, her şeyin kendi eksikliği konusunda duyduğu acıyı anlıyorsun. bütünken anlamıyordum; dört bir yana ekilen acıların, yaraların arasında, bütün olmayan birinin inanma yürekliliğini gösterebileceği bir ortamda, sağır, iletişimsiz deviniyordum. sadece ben değil pamela; ben bölünmüş, parçalanmış bir varlığım; ama sen de, herkes de. artık ben daha önce, bütünken tanımadığım bir kardeşliğe sahibim, yeryüzündeki bütün sakatlıklarla, eksikliklerle kardeşim. benimle gelecek olursan pamela, herkesin derdinin acısını çekmeyi, başkalarının derdini giderirken kendi derdini gidermenin yolunu öğrenirsin.

yeryüzünde karşılaşan iki varlık, hep birbirlerini oyarlar. benimle gel. bu kötülüğü iyi biliyorum ben, yanımda, başka hiç kimseyle olamayacağın kadar güvencede olacaksın. ben de herkes gibi kötülük yapıyorum ama başkalarından farkım, elimin keskin olması.

12.05.2020

marksizm vs. anarşizm

vladimir ilyiç lenin

marksistleri anarşistlerden ayırt eden şeyler şunlardır:

marksistler, devleti tamamen ortadan kaldırmak istemekte devam ederek, bunun ancak sosyalist devrimle sınıfların ortadan kalkmasından sonra, devletin yok olmasına götüren sosyalizmin kuruluşu sonucu olarak gerçekleşebilir bir şey olduğuna inanırlar; anarşistlerse bunu olanaklı duruma getiren koşulları anlamaksızın, devletin bugünden yarına tamamen ortadan kalkmasını isterler.

marksistler, proletarya için, siyasal iktidarı ele geçirdikten sonra, eski devlet makinesini tamamen yıkmanın ve onu silahlı işçilerin komün örneğine göre örgütlenmesine dayanan yeni bir devlet makinesiyle değiştirmenin zorunlu bir şey olduğunu söylerler; anarşistler ise, devlet makinesinin yıkılmasından yana olmakla birlikte, proletaryanın onu ne ile değiştireceğini ve devrimci iktidarı nasıl kullanacağını ancak çok belirsiz bir biçimde düşünürler; onlar devlet iktidarının devrimci proletarya tarafından kullanılmasını yadsımaya dek, devrimci diktatörlüğü yadsımaya dek giderler.

marksistler, çağcıl devletten yararlanarak, proletaryanın devrime hazırlanmasını isterler; anarşistler ise böyle bir davranışa karşıdırlar.

engels, aynı düşünleri, çok daha ayrıntılı ve daha da popüler bir biçimde açıklar. her şeyden önce kendi kendilerine "anti-otoriter" ünvanını veren, yani her tür otoriteyi, her tür astlık-üstlük (hiyerarşi) ilişkisini, her tür iktidarı yadsıyan proudhonculardaki düşün karışıklığını alaya alır. bir fabrikayı, bir demiryolunu, açık denizdeki bir gemiyi alınız, der engels; belirli bir astlık-üstlük ilişkisi, yani belirli bir otorite ya da iktidar olmaksızın, makinelerin kullanılmasına ve birçok insanın yöntemli olarak işbirliğine dayanan bu karmaşık teknik yapılardan hiçbirinin işlemesine olanak olmadığı apaçık ortada değil midir? ve şöyle yazar: "en aşırı anti-otoriterlerin karşısına bu kanıtlarla çıksam, şu tek yanıtın arkasına sığınırlar: ‘ah! doğru, ama burada bizim, delegelerimize vereceğimiz bir otorite söz konusu değildir, biz onlara yalnızca belirli bir görev veriyoruz.' bu adamlar, bir şeyin adını değiştirerek, o şeyin kendisini de değiştirebileceklerini sanıyorlar."

engels'in özellikle küçük-burjuva demokratları arasında çok yaygın bulunan bir önyargıyı, olaylara dayanarak, yetkin bir açıklıkla çürüttüğünü belirtmek büyük bir önem taşır. bu önyargıya göre, federatif bir cumhuriyet, merkezi bir cumhuriyetten daha çok özgürlük içerir. bu, yanlıştır. engels tarafından söz konusu edilen, 1792-1798 merkezi fransız cumhuriyeti ve federatif isviçre cumhuriyeti ile ilgili olgular, bu savı çürütür. gerçekten de demokratik merkezi cumhuriyet, federatif cumhuriyetten daha çok özgürlük saklıyordu. başka bir deyişle, tarihin gördüğü azami yerel, bölgesel vb. özgürlükler, federatif cumhuriyet tarafından değil, merkezi cumhuriyet tarafından sağlanmıştır.

11.05.2020

yalan

slavoj zizek

sadece insan, bizzat doğruyu kullanarak aldatma yeteneğine sahiptir. bir hayvan gerçekte olduğundan başka bir şeymiş gibi yapabilir, gerçekte istediğinden başka bir şeyi istermiş gibi yapabilir; ama sadece insan, yalan sayılacağını beklediği bir doğruyu söyleyerek yalan söyleyebilir. sadece insan aldatıyormuş gibi yaparak aldatabilir.

lacan'ın sık sık zikrettiği, iki polonyalı yahudi hakkındaki freud fıkrasının mantığı da budur elbette. adamlardan biri öbürüne gücenmiş bir tonla şunu sorar: "niye aslında krakow'a gittiğin halde, ben lemberg'e gittiğini düşüneyim diye krakow'a gittiğini söylüyorsun?"

gözlem

zygmunt bauman

gözlemciler, insan mutluluğu için önemli şeylerin çoğunun hiçbir fiyatı olmadığını ve mağazalardan satın alınamayacağını ileri sürüyor. eldeki nakdiniz ve krediniz ne olursa olsun, bir alışveriş merkezinde, sevgi ve dostluğu, aile hayatının zevklerini, sevdiklerinizle ilgilenmekten ya da sıkıntıdaki bir komşuya yardım etmekten gelen tatmini, iyi yapılan bir işten elde edilen özsaygıyı, hepimizde ortak olan "zanaatkârlık yeteneğini" tatmin etmeyi, iş arkadaşları ve ilişki kurduğunuz diğer insanların takdir, sempati ve saygısını bulamazsınız. orada kayıtsızlık, küçümseme, tersleme ve aşağılama tehditlerinden azade olamazsınız.

10.05.2020

kapasite

adam phillips

geleceği bilen yalnızca siniklerdir; çünkü bu filmi daha önce görmüşlerdir.

her zaman beni daha çok sevecek, beni daha iyi anlayacak ve beni cinsel açıdan daha yaşam dolu hissettirecek biri vardır.

çocuklardan öğrenebileceğimiz en iyi şey, ilgimizi nasıl kaybedeceğimizdir. onların yetişkinlerden öğrenebilecekleri en kötü şey ise nasıl zoraki bir biçimde dikkat gösterileceğidir.

için için, hep ne kadar kötü olabileceğimizi görmek isteriz; ama sonunda gördüğümüz, kötü olmakta ne kadar iyi olduğumuzdur.

hayatta kalmamız, bir ile çok arasındaki farkı fark etmemize bağlıdır. hayatımıza bir kişi tarafından beslenerek başlamış olabiliriz; ama çok geçmeden fark ederiz ki, bunu başka bir sürü insan da yapabilir; hatta kendimiz de yapabiliriz.

mastürbasyonun tabu sayılması, seksin gerçeğinin tam da bu olduğunu, yani kendi başımıza yaptığımız bir şey olduğunu keşfetmekten korkmamızdandır. yalnızca güvenli seks değil, güvenli ensesttir de mastürbasyon.

insanlarda âşık olduğumuz özellikler, sonunda bizi öfkeden kudurtan özelliklerle aynıdır çoğunlukla.

bizi seçim yapma kapasitemiz olduğuna en çok ikna eden, özgür olduğumuz yanılsamasını en çok canlı tutan şey, davranışlarımızı düzene sokma yeteneğimizdir. ama yaptıklarımıza olan ilgimizi ve bunlardan aldığımız zevki en çok tahrip eden şey de bizatihi bu yetenektir.

9.05.2020

krishnamurti

"krishnamurti'yi dinlemek buddha'yı dinlemeye benziyor: öylesine güçlü, öylesine insanın içine işliyor ki!" (aldous huxley)

13 yaşındayken "dünya öğretmeni" seçilen krishnamurti, hayatını dünyayı dolaşarak, insanlarla, yaşama ve dünyaya dair konuşarak geçirdi. kendisine mesihlik yakıştırılmış olmasına rağmen bunu hiçbir zaman kabul etmedi. onun için, karşılaştığı herkes başlı başına bir bireydi. bu nedenle öğretmekten çok paylaşmayı ilke edindi. yine de dünya üzerindeki milyonlarca kişi ondan çok şey öğrendi.

"krishnamurti' nin dili yalın, ufuk açıcı ve ilham verici. gündelik hayatı engelli bir yarış veya bir fare kapanı olmaktan çıkarıp neşeli bir uğraşa dönüştürüyor." (henry miller)

"yoksulluk toplumun suçudur, açgözlü ve kurnaz insanların diğerlerini sömürüp yükseldikleri bir toplumun kabahatidir yoksulluk. anlaşılması gereken husus, neden zenginlerin ve yoksulların olduğu değil, başarı hırsıdır. değişmesi gereken şey, büyük biri olma, başarılı biri olma isteğimizdir. dünyada büyük biri, başarılı biri olma dürtüsü varlığını koruduğu sürece zenginler ve yoksullar, sömürenler ve sömürülenler de olmaya devam edecektir."

bencil gen teorisi

richard dawkins

bir gezegendeki zeki varlıklar, gün gelir, kendi varlıklarının nedenini soracak yaşa gelirler. eğer günün birinde uzaydan dünyaya üstün yaratıklar gelirse, uygarlığımızın düzeyini değerlendirmek için soracakları soru şu olacaktır: "evrimi keşfettiler mi?"

canlı organizmalar üç bin milyon yıldan daha uzun bir süre dünya üzerinde var oldular ve neden yaşadıklarını hiç bilemediler, ta ki güneş doğana ve ışınları bir tanesine ulaşana dek.

bu kişinin adı charles darwin'di. dürüst olmak gerekirse, başkaları gerçeği belli belirsiz sezmişlerdi. ancak ilk kez darwin, neden var olduğumuzun tutarlı ve kabul edilebilir bir açıklamasını yapmıştır. bölümün başındaki soruyu soran meraklı çocuğa mantıklı bir yanıt vermemizi darwin sağlamıştır. artık, "yaşamın bir anlamı var mı?", "niye varız?", "insan nedir?" türünden derin sorularla karşılaştığımızda hurafelere sığınmak zorunda kalmayacağız.

bu üç soruyu ileri sürdükten sonra, tanınmış zoolog george g. simpson şöyle bir yanıt veriyor: "söylemek istediğim, 1859 öncesinde bu soruları yanıtlamaya çalışan tüm çıkışların değersiz olduğu ve onları tamamen görmezden gelmemizin doğru olacağıdır."

bugün, dünya'nın güneş etrafında dönüyor olması ne kadar şüpheye açıksa, evrim kuramı da ancak o denli kuşkuludur. yine de, darwin'in yaptığı devrimin içeriği, geniş bir çevre tarafından, anlaşılmayı beklemektedir. zooloji, üniversitelerde hâlâ yan bir konudur ve zooloji çalışmayı seçenler bile, çoğunlukla, bu kuramın derin felsefi boyutunu görmeden kararlarını vermişlerdir. felsefe ve "beşeri bilimler" olarak tanıdığımız konular, hâlâ darwin hiç yaşamamışçasına öğretilmektedir. bunun zamanla değişeceğine hiç kuşkum yok.

ben başarılı bir gende baskın özelliğin acımasız bir bencillik olduğunu düşünüyorum. genin bu bencilliği, bireyin davranışlarında da bencil olmasına yol açacaktır. bununla birlikte, göreceğimiz gibi, bir genin bencil amaçlarına ulaşmak için tutabileceği en iyi yolun, sınırlandırılmış bir özveri benimsemek olduğu özel durumlar vardır. bu son cümledeki "sınırlandırılmış" ve "özel" çok önemli sözcükler. her ne kadar aksine inanmak istesek de, evrensel sevgi ve türün -bir bütün olarak- iyiliği hiç de evrimsel anlamı olmayan kavramlardır.

duygularım, sadece genlerin evrensel acımasız bencilliği yasası üzerine temellendirilmiş bir insan topluluğunun yaşamak için kötü bir topluluk olacağını söylüyor. ne yazık ki, bir şeye karşı olmamız onu gerçek olmaktan alıkoyamıyor.

eliaçık ve özverili olmayı öğretmeye çalışalım çünkü bencil doğuyoruz. kendi bencil genlerimizin ne istediğini anlayalım; böylelikle, en azından, onların tasarımlarını bozabiliriz. bu, başka hiçbir türün cesaret edemeyeceği bir şey.

8.05.2020

junkie

hakan günday

aynaya bakıp kendini tanıyamamak, insanın kendi anılarını bir başkası yaşamış gibi anlatması, dünyanın kendisi dahil üzerindeki hiçbir şeye kayda değer bir varoluş nedeni bulamamak ve zihnin bedenden binlerce kilometre uzakta olması o kadar korkunç ki!

yıllar önce ortaya atılmış bir fikir etrafında toplanan, büyük sapkınlıklar içinde birbirleriyle ilişkiler kuran, dünya üzerindeki değişik terör örgütlerinden hep nefret ettim. ve savundukları ne olursa olsun attıkları sloganlarından daima iğrendim. kalabalık bir terör örgütünü herhangi bir bürokratik düzenden ayırmanın anlamı yok. hiyerarşi zaten doğada da var. bir de insanların hayatına sokmaya ne gerek var?

bazı meslekler insanı şizofrenliğe iter. gardiyanlık, polislik, askerlik, politikacılık.. o kadar zordur ki, yapılan işi hayattan ayırmak. kişinin karakterinden söküp atabilmesi. hele çalışma saatleri sonunda gündelik hayata maruz kalmaları, otoritesiz ve üniformasız. delirmelerine neden olur bütün bunlar.

dünya üzerinde bir yerden uzaklaşmanın imkanı yok. uzaklaşılan tek şey stillerdir. hayatta ancak stiller değiştirilebilir. başka bir şey değil. coğrafya, çocuklara ergenliklerini unutturacak bir derstir. başka bir boka yaramaz. aslolan hayat stilidir. ve görünmez köprüler vardır dünyada bir ülkeden diğerine giden. aynı stil hayatı dünyanın her yerinde bulabilmek bir tesadüf değildir. nasıl bir junkie her yerde dozunu bulabilirse, benim gibi biri de bastığı her toprakta kadın, silah ve uyuşturucu teklifleriyle karşılaşır.

7.05.2020

oz

anatomi kaderdir.

hepimizin problemleri var, çözümsüz problemleri. sonra birisiyle tanışırız, bizden daha büyük problemleri olan birisi. veya problemleriyle başa çıkamayan birisi. ve bir şekilde zayıflıkları bize güç verir.

birisini cezalandırmak mı istiyorsun? onu ailesinden, kendisinden ayır ve kendi türündekilerle bir yere kapat.

tanrı gün batımını renklerle doldurdu ve tanrı yıldırım gibi koşan atları yarattı. tanrı portakalı, elmayı ve çileği yarattı. ama tanrı'nın yarattığı en muhteşem şey amdı. kaba saba olmak istemiyorum; bütün gün batımlarını, atları ve meyveleri alabilirsiniz; ama bana dünyadaki bütün amları verin. siktir, bütün amlara ihtiyacım yok. her gün bir tane verin.

birisinin gözlerinde hayatın söndüğünü görmek olağanüstü bir deneyimdir.

kimi mahkumlar yüzleşebileceğimiz en kötü şeyin şiddet olduğunu söylerler. bence doğrusu büyük bir esnemedir. sıkıcı, tekdüze günleri nasıl geçirebilirsiniz? hayatımıza anlam ve düzen katması gereken rutinlerimiz vardır. ama bence arkamdan şişlenmek rutinden daha az korkutucudur. çünkü rutin sizi öldürür.

şiddet kendi iyiliği için hiçbir sonuca varamaz.

müebbetler. bir noktada bir daha bir yere gitmeyeceklerini fark ederler. böyle olduğunu gördüm. gözlerine bir sakinlik çöker. sanki geri kalan hiçbirimizin göremediği bir şeyi fark ederler. birden başka türlü özgür kalırlar; ölmeye hazırdırlar ve bu bokun gerçekleşmesi için ellerinden geleni yaparlar.

hayalet

lawrence durrell

gerçeklik en çok yokluğuyla göze çarpan şeydir.

yaşamım hiç anlayamadığım, olanaksız bir geçmişin koyu sisiyle kaplı. hayaletlere yaraşır bir mahmurlukla günbegün uykuda geziyorum.

insan bazılarını ancak kan akıtarak ikna edebilir.

kafamda öylesine mükemmel bir cinsel hayat yaşamıştım ki en sonunda gerçeğine ulaştığımda bana korkunç boş geldi.

evli adam boşanmayı düşler ve bilim adamı bilimi iki amlı güzel bir kız olarak görür.

bir gün birden gerçek insanların gölgelere dönüşmüş olduğunu fark ettim -ego gibi bir özleri yoktu.

cinsel edim, günün en kalabalık saatinde kaldırımda yapılsa bile, doğası gereği mahremdir.

insan bıkıyor eski dostlardan bilge olsalar da sokrates kadar.

her fikrin, her umudun arkasında yatan dipsiz karanlıktan korktuğu için kendi düzenini getirmeye çalışmıştır insan.

birlikte ölme isteği birlikte yatma isteğinin imgesidir.

teknoloji her çağda, doğaya karşı takınılan tavırdan kaynaklanan ve tırtılın kelebeğe dönüşmesine yardım eden pasif bir mucizeden ibarettir.

doğa taşları üst üste dursunlar diye yaratmamıştır; onları yerle bir etmek için elinden geleni yapacaktır.