30.04.2022

uzun lafın kısası

dostoyevski:
temiz giysilerin bile yakışmadığı insanlar vardır.

paulo coelho: sorunlarımızın çoğu kurallara uymaktan kaynaklanır.

cenap şahabettin: kırda gezerken süprüntü görmeye başladınız mı, anlayınız ki biraz sonra bir insan topluluğuna rast geleceksiniz.

goethe: halk, kadınlar gibi muamele görmek ister. onlara duymak istediklerinden başka bir şey söylenemez.

halil cibran: insanlar salgın hastalıktan korku ve dehşet içinde; ama iskender ve napolyon gibi yok edicilerden hayranlıkla söz eder.

tolstoy: dinim falan yoktur benim. çünkü kendimden başka hiç kimseye inanmam. hiç kimseye. bir adım olduğunu sanıyorlar. oysa yoktur adım. hepsini attım; ne adım vardır ne yurdum. ben varım yalnız.

victor hugo: en iyiler bile bencil düşüncelerden büsbütün arınmış değildirler.

zygmunt bauman: gerçekten ilelebet hatırlamamız gereken şey, herhangi bir şeye ve herhangi birine ömür boyu bağlılık konusunda ant içmekten kaçınmak gerektiğidir.

scott adams: her zaman zebra gibi bir şeyin evrende hareket halindeki bir grup molekülden nasıl oluştuğunu merak etmişimdir.

octavio paz: tutsaklar, uşaklar ve baskı altında ezilen halklar sürekli maske taşırlar; gülen ya da asık yüzlü bir maske.

jodi picoult: eşcinsel evliliğe izin verecek bir anayasa değişikliğini protesto etmek için bu kadar uğraşan eylemcileri uyarıyorum: hiçbir şey değişmiyor.

irvin yalom: ölüm korkusu daima, yaşamlarını dolu dolu yaşamamış olduklarını hissedenlerde en fazladır.

ateizm

clark adams: eğer ateizm bir dinse sağlık da bir hastalıktır.

george herbert: şeytan dünyayı ateistler ve batıl inançlılar olarak ikiye böler.

julien de la mettrie: dinbilimciler tarafından çıkarılan savaşlar sayesinde imkansız bir olguya dönüşen, dünyada mutluluğa ulaşmanın tek yolu ateizmdir.

john mccarthy: bir ateistin, tanrının var olmadığını kanıtlayabileceğini düşünen biri olması gerekmez. sadece tanrı konusunda öne sürülebilecek kanıtların, kurt adamlar konusunda öne sürülebilecek kanıtlardan pek de farklı olmadığına inanan biri olması gerekir.

sidney e. mead: bağnazların dine bakış açıları ya hep ya hiç felsefesine uyduğu için, onların hiçbir dinin tarafını tutmayan bir sivil otorite tasavvur etmeleri imkansızdır. biri onların bağnaz "hristiyan" tanımına uymuyorsa, ister istemez kafir, ateist, tanrısız ya da entelektüellerin günümüzde yaygın olarak söylediği gibi laik olması gerekir.

jonathan miller: berbat, garip, mantığa aykırı bir biçimde, ateistler dini takipçilerinden daha fazla ciddiye alma eğilimindeler.

james morrow: "avcı çukurlarında ateist olmaz", ateizme karşı değil, avcı çukurlarına karşı bir argümandır.

john pariury: teistlerin sevdiği iddialardan biri de, ateistlerin kozmos hakkında bilinebilecek her şeyden haberdar olmadıklarıdır. bu iddianın sorunu, teistler için de rahatlıkla geçerli olabilmesidir.

ignots pistachio: tüm dinler sonunda yok olur. fakat ateizm, eski dinin yerini hangi yeni din alırsa alsın varlığını sürdürecektir.

29.04.2022

hakikat

jiddu krishnamurti

sahiplenmede sevgi yoktur.

sözde günahkâr denilen kişi saygın insandan daha yakındır tanrı'ya; çünkü saygın insan ikiyüzlülük kisvesine bürünmüştür.

yeni bir dünya korkudan, batıl inançtan, kimi insanların yeni dünya idealinden değil; ancak özgürlükten doğabilir.

özgür bir insan kendini belli bir ülkeye, sınıfa ya da düşünce biçimine ait hissetmez asla. özgürlük her seviyede özgürlük demektir ve sadece belli bir çizgide düşünmek özgürlük değildir.

kendini bizimkinden daha az şeye sahip bir başkasıyla kıyaslamak suretiyle mutluluk duyan birisi en zavallı insandır; çünkü onun sahip olduğundan daha fazlasına sahip olan, ondan yukarıda olan birileri hep vardır.

sürekli ölen bir insan için ölüm yoktur.

dünyada büyük biri, başarılı biri olma dürtüsü varlığını koruduğu sürece zenginler ve yoksullar, sömürenler ve sömürülenler olacaktır.

hakikat takip edilebilecek bir şey değildir, keşfedilecek bir şeydir. doğruyu kendi başınıza keşfedin. ne dinsel teorileriniz ne de gelecek hayatta yeniden dirileceğinize duyduğunuz inanç; yalnızca hakikat sizi ölüm korkusundan kurtarabilir.

28.04.2022

gandhi

richard attenborough

cesur ve darbe almaya hazır olursan, saldırıyla cevap vermez ama pes de etmezsin. bunu yaparsan, insanın doğasında ortaya çıkan bir şey sana olan nefretini azaltıp saygısını artırır.

insanı şaşırtan hep basit şeylerdir.

hiçbir halk iyi bir yabancı gücü kendi kötü hükümetine yeğlemez.

bu davada, ben de ölmeye hazırım. ama dostum öldürmeye hazır olduğum hiçbir dava yok.

mücadele etmenizi istiyorum. öfkelerine karşı mücadele, kışkırtmak için değil. tek bir darbe vurmayacağız. ama darbeleri alacağız. acımız sayesinde adaletsizliklerini görecekler. acı verecek. her mücadele gibi. ama kaybedemeyiz. kaybedemeyiz. bedenime işkence edebilir, kemiklerimi kırabilir; hatta öldürebilirler. o zaman cesedime sahip olurlar, itaatime değil.

haksızlığın olduğu yerde, savaşa daima inanırım.

açlığa ve mutsuzluğa yol açıyorsa en iyi elbisede bile hiçbir güzellik yoktur.

"göze göz" tüm dünyayı kör bırakır.

sivil direnişçinin işlevi tepki yaratmaktır.

hapsedilince hiçbir yer iyi değil.

yoksulluk en kötü şiddet biçimidir.

burada hindulara ve oradaki müslümanlara dünyadaki tek şeytanın kalbimizde dolaştığını kanıtlayacağım. ve tüm savaşlarımızın orada yapılması gerektiğini.

umudumu yitirdiğimde, doğruluk ve sevgi yolunun tarih boyunca daima kazandığını hatırlarım. zorbalar ve katiller hep vardır ve bir süre için yenilmez görünebilirler. ama sonunda daima yenilirler. daima.

albert einstein: gelecek nesiller, etten kemikten böyle birinin bu dünya üzerinde yürüdüğüne inanamayacak.

27.04.2022

kadın ve deha

jose ortega y gasset

kadınlar; dehasına ek olarak, bu dehayla pek bağdaştırılamayacak, ağır basan başka nitelikleri bulunduğu zamanlar dışında dahilere hiçbir zaman ilgi duymamışlardır. bir şey kesindir: erkekte, ilerleme ve insanlığın yücelmesi açısından genelde en saygın nitelikler olarak kabul edilen nitelikler, erotik açıdan kadını hiç ilgilendirmez. erkeğin büyük bir matematikçi, büyük bir fizikçi ya da büyük bir politikacı vb. olmasının, bir kadın açısından önemi yoktur. kültürü yaratıp yaygınlaştıran ve erkeklik erkini harekete geçiren tüm erkeksi yeteneklerin ve çabaların kadını çekmede kendi başına hiçbir etkisi olmadığı doğrudur. öte yandan, kadını aşık eden niteliklere bakarsak, bunların türün genel olarak mükemmelleştirilmesi olduğunu görürüz. kadının gözünde dahi, 'ilginç bir erkek' değildir. bu zavallı büyük adamların, çoğunlukla kadın sıcaklığından ne kadar yoksun yaşamak zorunda kaldıklarını görmek üzücüdür. dehanın, neredeyse kadınları dehşete düşürdüğü söylenebilir. kadın, büyük adamı rastlantı sonucu değil, tersine bilinçli olarak hor görür. insanların seçilmesi açısından bakıldığında bu, duygusal tercihlerinde kadının, erkeklerin yaptığı gibi, türün kusursuzlaştırılmasında işbirliğine gitmediği anlamına gelir. tersine kadın, erkeklerin açısından bakarak söyleyecek olursak, en iyi bireyleri -yenilikleri bulanları, yüce girişimleri başlatanları- eleme eğilimindedir ve sıradanlığı seçmede kararlı bir heves içindedir. üstün nitelikli erkekler konusunda heyecanlanma yolunda zaman zaman gösterdiği iyi niyetli çabalar, çoğunlukla hüsranla sona erer; öte yandan, sıradan erkeklerin arasında dolaşırken kadının, öz maddesine kavuşmuş gibi, kendi zevk denizinde yüzdüğü görülür.

dizeler

umay umay

kar yağarken çocukları kurşuna dizdiler. herhangi bir nedeni yoktu. ne ellerini ne de gözlerini bağladılar. soru sorulmadı. yalnızca en esmer olana ağaca bakmaması söylendi. o da gözlerini askerin çamurlu botlarına çevirdi. sonra sessizlik oldu. çocuklar hiç üşümediklerini fark etmediler. korkuyorlardı, nedenini boşverdiler. yalnızca esmer çocuk ikide bir ağaca bakıyor, ıslak bir kızarıklık rüzgarla gözlerine bulaşıyordu. sarı dişleriyle alt dudağını ısırarak "lanet olsun" dedi. "ben kötü bir şey yapmadım ki. neden dövüyorlar bizi? sadece duvarlara yaşamak istediğimizi yazdık. daha iyi bile değil sadece yaşamak istediğimizi. bağırmış da olabiliriz. belki sokaklarda çok hızlı yürüdük, belki botlarımızın sesi biraz fazla çıktı. ama biz üşümemek için koşuyorduk. belki de baba bütün suç senindi."

yağmur yağıyordu ve çocuklar ilk kez bir şey hissettiler. dönecek yerleri yoktu. "ayağıma bakma" diye bağırdı asker. "ben de bir şey yapmadım. ama bir suçlu gerek adalet için. ve adalet için kurban gerek bir kahramandan çok." ama çocuklar yine de askere bağırmak istediler: "neden av tüfekleriyle vuruyorsunuz, neden salıncakların ipleriyle boğuyorsunuz, neden yağmurdan sığındığımız duvarların altında taşa tutuyorsunuz? kalbinizi söküp alan biz değildik ki."

yağmur yağıyordu. ucuz siyah ayakkabısı, yakası naylon deriden işlemeli montu, ötekinin çorapları beş gündür kurumamıştı ve yeni girmişti ergenliğe. düştükçe kalkıyordu ayağa, düştükçe kalkıyordu. bahara aldanıp çiçek açan ağaca bakıyordu esmer olanı. ağaç devrilirse diyordu içinden. ya ağaç devrilirse. ağacın arkasından askerin hıçkırık sesleri duyuluyordu. asker mırıldanıyordu: "sen bugün suçlusun; yarın belki de kahraman olacaksın. ama ben hep suçlu kalacağım. köye dönünce iyi asker diyerek yanaklarımdan öpecekler. lütfen affet beni; yoksa ben de öleceğim."

26.04.2022

kirli yüzlü melekler

attila ilhan


sayende sayeban olduk istanbul şehri
sayende sebil olduk aç kaldık sefil olduk
yıldızlar dem çekti güvercinler gibi başucumuzda
ve yaktı perişan eyledi sine-i sad-paremizi
saplanıp hançer misali bir hilal
sokaklar serseri biz serseri
yüksekkaldırım'da
bir cezayir şarkısını dile getirdi plaklar
cadde-i kebir bütün ışıklarını yakmış bir gemidir
sinemalar neredeyse boşalacaklar

vay anam vay
sen ne dersin istanbul
sen garip bir şair olsan söyle ne halt edersin
kimin gücü yeterse kahretsin parasızlığı
sefalet akıyor gürül gürül sokaklardan
yol üstünde bir şehvet çarşısı tıklım tıklım
yol üstünde sevda pazarlığı aşk pazarlığı
kurtulamadık gitti bu denli kepaze hayattan
hep böyle gecelerin koynunda yaşadık
geceler serseri biz serseri
karakoldaki aynada safran gibi kirli yüzümüz
gözlerimiz hasta gözleri ellerimiz hasta elleri
kırılmış kavala dönmüşüz

sen söyle serseriler kralı istanbul
sen söyle iki gözüm
hangi merhem çaredir şu bizim yaramıza
yel üfürdü su götürdü gençliğimizi
elimiz boşa geldi meydanlarda kaldık
meydanlar serseri biz serseri
sağımız sefalet solumuz ölüm
işte geldik gidiyoruz
kahrolasın
kahrolasın istanbul şehri

25.04.2022

ithaka

konstantinos kavafis


ithaka'ya doğru yola çıktığın zaman
dile ki uzun sürsün yolculuğun
serüven dolu, bilgi dolu olsun
ne lestrigonlardan kork
ne kikloplardan ne de öfkeli poseidon'dan
bunların hiçbiri çıkmaz karşına
düşlerin yüceyse, gövdeni ve ruhunu
ince bir heyecan sarmışsa eğer
ne lestrigonlara rastlarsın
ne kikloplara ne azgın poseidon'a
onları sen kendi ruhunda taşımadıkça
kendi ruhun onları dikmedikçe karşına

dile ki uzun sürsün yolun
nice yaz sabahları olsun
eşsiz bir mutluluk ve sevinç içinde
önceden hiç görmediğin limanlara girdiğin
durup fenike'nin çarşılarında
eşi benzeri olmayan mallar al
sedefle mercan, abanozla kehribar
ve her türlü başdöndürücü kokular
bu başdöndürücü kokulardan al alabildiğin kadar
nice mısır şehirlerine uğra
ne öğrenebilirsen öğrenmeye bak bilgelerden

hiç aklından çıkarma ithaka'yı
oraya varmak senin başlıca yazgın
ama yolculuğu tez bitirmeye kalkma sakın
varsın yıllarca sürsün daha iyi
sonunda kocamış biri olarak demir at adana
yol boyunca kazandığın bunca şeylerle zengin
ithaka'nın sana zenginlik vermesini ummadan
sana bu güzel yolculuğu verdi ithaka
o olmasa yola hiç çıkmayacaktın
ama sana verecek bir şeyi yok bundan başka

onu yoksul buluyorsan aldanmış sanma kendini
geçtiğin bunca deneyden sonra öyle bilgeleştin ki
artık elbet biliyorsundur ne anlama geldiğini ithakaların

23.04.2022

cam göz

ihsan oktay anar

rivayet ederler ki, taklamakan diyarında vaktiyle kör bir adam yaşıyordu. bu zavallı adam alemin güzelliklerini, harikalarını ve mucizelerini göremediği için o kadar çok üzülüyordu ki, sonunda gönlü de gözleri gibi karardı. kederi arttıkça arttı ve akıttığı gözyaşları dillere destan oldu. onun kara bahtı için şairlerin düzdüğü manzumeler, musikişinaslar tarafından bestelenip, hanendelerce okuna okuna nihayet memleket sınırlarını aştı. çok uzak ülkelerden birinde yaşlı bir sihirbaz, pazar yerinde ağlayan sızlayan bir kalabalık görünce, merak duygusuyla aralarına karıştı ve kör adamın kaderini dile getiren türkülerden birini okuyan muganniyi o da dinledi. gönlü o kadar kabardı, hisleri o kadar coştu ki, bir yolunu bulup zavallıya görme gücü kazandırmaya karar verdi. sarayına giderek papağanına tez zamanda uçup körü bulmasını ve ona davet mesajını iletmesini söyleyerek kuşu saldı. papağan uçup giderek, o sırada evinin bahçesinde ağlayan körün kafasına kondu ve ona sihirbazın davetini iletti. görme umudu canlanan zavallı da, omzunda kendisine yolu tarif eden papağan olduğu halde, demir asa demir çarık yollara düştü ve sonunda sihirbazın sarayına vardı. sihirbaz ona bir camgöz verdi. adam, efsunlu sözler söylenir söylenmez bu gözle görmeye başlayacaktı, öyle ki, ok yaydan böylece bir kez fırladığında, adamın tekrar kör olmasına imkan yoktu. adam gözü aldı ve efsunlu söz sihirbazın ağzından çıkar çıkmaz gözün gördüğü her şeyi görmeye başladı. fakat yol yorgunu olduğu için sevincini tam anlamıyla belli edecek durumda değildi. bu yüzden sihirbaz onu sarayında 40 gün ağırlamaya karar verdi. gelgelelim, sihirbazın karısını görür görmez adamın aklı başından gitti. günler ve gecelerce kadını düşündü durdu. sonunda sarayın hamamına gidip kadının yıkanacağı kurnanın üzerine bir yere sihirli cam gözü koydu ve derhal odasına geri döndü. kadın, o sırada içeride kendisini seyreden sihirli bir göz olduğunu, dolayısıyla adamın o anda memelerini ve mahrem yerlerini görmekte olduğunu bilmeden hamama girip yıkanmaya başladı. böylece adam kadını doya doya seyretti. ne var ki sihirbaz bu işin farkına varmıştı. bu yüzden adamdan gözü geri istedi ve onu kovdu. fakat adam, ne kadar uzakta olursa olsun, o sırada sihirbazın sarayında olan gözün gördüğü her şeyi görmeye devam ediyordu. intikam almaya kararlı olan sihirbaz, tellallar bağırtıp dünyanın en çirkin, en gudubet acuzesini buldu ve bir ressama kadının resmini yaptırdı. resmi bir odaya koyup gece gündüz aydınlık kalması için üstüne bir fener astı ve tam önüne de, o sihirli gözü koydu. sonunda o nankör adam, ömrü boyunca bu gudubet, çirkin acuzeyi seyretmek zorunda kaldı ki, bu da kör olmaktan bin beter bir şeydi.

bir soru

onat kutlar



akşamüstü oturdum yol kıyısına
düşündüm
ne kalacak bizden geriye
balkan yaylasından ve bozkırlardan
kafdağlarına giden şu bulut
sonsuz mevsimlerle esmerleşen
şu toprak ve derin çınar ağacı
biz yokken de vardı

çocukların şu gülen sarı feneri
ay ışığı
ve ıssız balkonlarda
kırmızı biberlerle üzgün yaşlıları
aynı mandalda kurutan güneş
çayırda gölgeler bırakacak
dalgın yeryüzünden çekilirken

kalabalık çarşılara tortusu
çökecek
tüccarın kan pazarından
mezarlığa taşıdığı paranın
değirmeni döndüren ter ırmağı
kuruyunca ardında tuz kalacak
ve bir anı öfkeli işçilerden

sihirli kediler bir tekir şerit
olacak
ve bir çöl esintisi
dörtnala kaybolan arap atları
bir çavdar haritası çizecek
bozkırı terk eden tarla faresi
kuş tüyleri gökyüzünün camını
buzlu yazılarla donatacak

her şey değişiyor ama ne yapsak
duracak
tarihin uzun duvarı
taşlara kırmızı izler bırakan
ve aynı kıyıdan yürüyen köle
silecek kralların adını
gene de karanlık dağ başlarında
yarın bir kin gibi hatırlanacak
kanlı soy ağacının dalları

kiraz ve kamıştan kavalımızın
sesleri
dağılıyor havada
bir kuyu ağzından geçiyor gibi
rüzgârı mor fistanlı zamanın
bu güzel şarkı da unutulacak
kıyımlar acılar kanlar içinde
savrulurken yaşadığımız günler
bu soruyu mutlaka soracaksın

ne kaldı, ne kaldı bizden geriye

yol

ece temelkuran

sen bir rota çizmiş olsan da kesinkes, yolun hep bir planı vardır senin hakkında. yolları yolculuk, yola çıkanı yolcu yapan budur. aldanmazsan, kapılmaz ve yanılmazsan varamazsın yolun gideceği yere. yolculuğun gizi budur: kaybetmezsen yolunu bulamazsın aslında.

bir soru'n olmalı mutlaka. o soruyu sormalısın, kimsenin anlamadığı bir dilde konuşan ve hep aynı cümleyi tekrar eden bir derviş gibi döne döne aynı soruyu sormalısın. cevap, başlangıçta tahmin ettiğinden ne kadar uzakta ise gerçeğe o kadar yakındır. sarsılmamışsan, soru'nu kaybetmekten korkmuşsan, hiçbir yere gitmemişsindir aslında.

düzenin bozulmalı. evden çıkmak budur aslında. yolculuk, bir düşmek ve kalkmak meselesidir. eve yaralarla dönülmüyorsa hiç gidilmemiştir.

sadece uzaklardan gelenler bilirler evlerinin kokusunu. yollara, evlerimizi anlamak için çıkılır. fakat yolda bulduğun cevaplar eve geldiğinde, yakalanmış kelebeğin renklerinin sönmesi gibi parça parça dağılır. yola ait cümleler, yazıktır ki hep yolda kalır. onlar, yolun cevaplarıdır. döndüğünde anlatacağın hep biraz renksiz bir hikayedir. cevaplar, suyun altında çok renkli görünen ama sudan çıkarıp kuruduğunda renkleri sönen çakıl taşları gibidir. bu, sana böyle gelir. oysa yeni çocukların yeni yollara çıkması için o çakıl taşlarını getirmek, sözün büyülü suyuyla yeniden ıslatmak, renklerini yeniden canlandırmak gerekir.

göz doyar mı? ne kadar görse, doyar? bazı gözlerin ne görse öğüten bir bakışı vardır; doymaz kapanana kadar. akıl kaç soruyu cevapladığında soru sormaz artık? belki akıl, cevapladıkça çoğaltır soruları. kaç yüz gördüğünde görmüş olursun bütün yüzleri? kaç tanışma sona erdirir şaşırmayı? göğüs ne zaman sonuna kadar dolmuş olur aldığı nefeslerden? son nefesini verdiğinde mi?

bazısı insanların, durulmadan ölür. kimisi yosun tutmaz hiç. dünya ve insanlık, o insanların hayalleriyle iyileşir.

22.04.2022

alamut kütüphanesi

amin maalouf

166 yıl boyunca her türlü istilacıya kafa tutmuş haşşaşiyun kalesi de teslim olmayı tercih etti! cengiz han'ın torunu olan hülagu han bu askeri inşaat mucizesini bizzat gelip gözleriyle gördü; efsaneye göre, orada hasan sabbah devrinden beri el sürülmeden duran ve hiç bozulmamış erzak depoları buldu.

yaverleriyle birlikte kaleyi ve civarı teftiş ettikten sonra askerlerine her şeyi yıkmalarını ve taş üstünde taş bırakmamalarını emretti. kütüphaneyi de esirgemedi. bununla birlikte orayı ateşe vermeden önce, cüveyni adındaki 30 yaşında bir tarihçinin içeri girmesine izin verdi. cüveyni, hülagu'nun isteğiyle, cihan fatihi tarihi'ni yazmakla meşguldü. bu eser bugün bile moğol istilaları hakkında elimizde bulunan en değerli bilgi kaynağıdır. cüveyni, on binlerce yazmanın raflara dizilmiş, paketlenmiş veya rulo yapılmış halde beklediği bu gizemli yere girebildi; dışarıda bir moğol subayı ve el arabasına yapışmış bir asker bekliyordu. o el arabasına sığdırılabilen eserler kurtulacak, geri kalanlar alevlere yem olacaktı. ne metinleri okumaya ne de başlıkların fihristini çıkarmaya vakit vardı.

ateşli bir sünni olan cüveyni, birinci vazifesinin allah kelamını ateşten kurtarmak olduğuna hükmetti. kalın ciltleriyle kolayca ayırt edilen ve hepsi aynı yerde toplanmış mushafları telaşla toplamaya başladı. en az yirmi nüsha vardı; onları üç seferde el arabasına taşıdı ve el arabası hemen hemen doluverdi. peki şimdi hangi kitapları seçecekti? ciltlerin daha düzgün dizildiği bir duvara yöneldi ve orada hasan sabbah'ın otuz yıllık gönüllü inzivası sırasında yazdığı sayısız eseri buldu. bunlardan birini, bir öz yaşam öyküsünü kurtarmayı seçti. daha sonra kendi eserinde buradan bazı bölümleri alıntılayacaktı. yakın bir tarihte yazılmış ve belgelere dayandırıldığı anlaşılan ve mehdi'nin öyküsünü ayrıntılarıyla nakleden bir alamut tarihçesine de rastladı. onu da hemen yanına aldı; çünkü ismaili cemaatleri dışında bu hadiseyi bilen hiç kimse yoktu.

tarihçi, ömer hayyam'ın semerkant yazması'nın varlığından haberdar mıydı? herhalde değildi. böyle bir eserden bahsedildiğini duymuş olsa onu arayıp bulur ve sayfalarını karıştırdıktan sonra kurtarır mıydı? bilmiyoruz. rivayet edilen o ki, gizli ilimlere hasredilmiş bir deste eserin önünde çakılıp kalmış ve onlara öyle dalmış ki saati unutmuş. ona saatin geç olduğunu hatırlatmaya gelen moğol subayının sırtında kırmızı şeritli kalın bir zırh varmış, başındaki miğferin arka tarafı da kabarık bir saç gibi genişliyormuş. elinde bir meşale taşıyormuş. acelesi olduğunu iyice göstermek için, ateşi tozlu bir rulo yığınına yaklaştırmış. tarihçi daha fazla ısrar etmemiş, taşıyabileceği her şeyi hiç bakmadan ellerine kollarına ve koltuk altlarına sıkıştırmış, "gökcisimlerinin ve sayıların ebedi sırları" başlıklı yazma da elinden kayıp düşünce eğilip yerden alma zahmetine katlanmamış.

haşşaşiyun kütüphanesi yedi gün yedi gece boyunca yanmış, hiçbir yedek nüshası da bulunmayan sayısız eser kül olmuş. bunların içinde kainatın en iyi korunan sırlarının bulunduğu rivayet edilir.

toplumsallaşma

theodore kaczynski

insanlar, toplumlarının şeklini bilinçli ve akılcı olarak seçmezler. toplumlar, akılcı insan kontrolü altında olmayan sosyal evrim süreçleri yoluyla gelişir.

bir toplumun ekonomik ve teknolojik yapısı, sokaktaki adamın nasıl yaşayacağını belirlemede politik yapısından çok daha önemlidir.

sistem, bireyin hayatını pek çok yönden kolaylaştırır; ama bununla birlikte onu kendi kaderini kontrol etmekten yoksun bırakır.

toplumumuzda akıl sağlığı kavramı büyük oranda bireyin sistemin ihtiyaçlarına uygun olarak davranma ve bunu stres belirtileri göstermeden yapma düzeyine göre tanımlanır.

bir insan, toplumunun ahlaki törelerine inanıp uyarsa ve o toplumun işleyen bir parçası olarak içinde yer alırsa onun iyi sosyalleşmiş olduğu söylenir.

toplumsallaşmış bir insan, kabul edilmiş ahlaka karşı gelen duygu veya düşünceleri suçluluk duymadan yaşayamaz bile; "temiz olmayan" düşünceleri düşünemez. bu insan psikolojik bir tasma ile bağlanır ve yaşamını, toplumun onun için döşediği raylar üzerinde koşarak geçirir.

işeyen kalabalığın görünümü

federico garcia lorca


erkekler yalnız kaldı
son geçen bisikletlerin hızını gözlüyorlardı
kadınlar yalnız kaldı
japon yelkenlisinde bir çocuğun ölmesini bekliyorlardı
erkeklerle kadınlar yalnız kaldılar
can çekişen kuşların açık gagalarıyla, düşlere dalarak
yeni çiğnenmiş kurbağayı
delip geçen sivri şemsiyeleriyle
güdük su ağızlarının altında
bin kulaklı bir sessizliğin
ayın şiddetli saldırışına
direnen dar sokaklarda
ağlıyordu yelkenlideki çocuk, yürekler paralanıyordu
her şeyin tanıklığından, uyanıklığından kaygılı
hâlâ kara kara işlerin kaldığı göksel kaldırımlarda da
karanlık adlar, nikel ışınlarla tükürükler haykırıp durduğu için
son iğneyi çaktıklarında susması önemli değil çocuğun
pamuk taçyapraklarında yelin rotası da önemli değil
bir ölüm dünyası vardır çünkü, kendilerini kemer altlarında gösteriverecek
ağaçların arkasında kanınızı donduracak, değişmeyecek denizcileri olan
boştur aramak yolda, gecenin
yolculuğunu unuttuğu girintiyi
pusuda beklemek, paçavrasız
kabuksuz, ağıtsız bir sessizliği
örümceğin minicik şöleni bile çünkü
bütün göğün dengesini bozmaya yeter
ne japon yelkenlisindeki iniltiye çare bulunur
ne de dörtyol ağızlarında ayağı takılan bu gizli kapaklı adamlara
kökleri hep bir yere toplamak için kuyruğunu ısırır kır
otların arasında sürü, doyundurulmamış, uzanmak özlemini arar
ay ışığı, polis memurları, transatlantik düdükleri
kıldan, dumandan ev yüzleri: şakayıklar, çamsakızı eldivenler
gece içinde her şey kırık, her şer yırtık
sessiz, korkunç bir çeşmenin
ey baylar, ey kadıncıklar, ey askerler
budalaların gözlerinde yolculuk etmek gerekecek
gözü kamaşmış uysal kobraların tısladığı açık alanlarda
en serin elmaları üreten kurganlarla dolu topraklarda
gelsin diye ölçüsüz ışık
korktuğu varlıklıların büyüteçlerinin arkasında
bir yanı zambak bir yanı fare bir tek vücudun kokusu
bir iniltinin çevresinde işeyebilen bu kalabalığın yanması için
yahut hiç tekrarlanmayan dalgaların yuvarlandığı ince kadehler içinde

şeyhin biri

ömer hayyam


sokağa düşmüş bir kadına biri şeyhin
demiş: "sarhoşsun sen, herkese açık elin"
yosma demiş ki şeyhe: "bildiğin gibiyim
acaba sen de bilindiğin gibi misin?"

derviş

sabahattin eyüboğlu

derviş, inandığı bir insanın ardından, sevgi ateşiyle içini temizleyip gerçek varlıkla, doğrulukla arasındaki perdeleri kaldırmaya çalışır. kendini bilmek ve yenmek isteyen dervişin yolu hacının hocanın yolu değildir; cennetten umudu, cehennemden korkusu yoktur.

peygamber, tanrı'nın sevgili kulları olan dervişleri görmek istemiş, toplandıkları eve gitmiş, kapıyı çalmış, açmışlar, kimsin diye sormuşlar kendisine; o da, peygamberim, demiş. koca peygamber bu kapıdan sığmaz, güle güle deyip kapıyı yüzüne kapamışlar. uzaklaşırken, gökten bir ses, ya muhammed, vazgeçme, dön bir kez daha çal kapılarını, demiş. peygamber bir daha gitmiş. kimsin diye sormuş dervişler. bu sefer de ben tanrı'nın elçisiyim, demiş. öyle ulu kişi buralara sığmaz; hem bizim elçilerle işimiz yok demişler, kapamışlar yine kapıyı. çaresiz uzaklaşırken, yine bir ses göklerden, ya muhammed, dön bir daha dene, demiş. dönmüş muhammed, bir daha çalmış kapıyı, açıp sormuşlar yine kimsin diye. bu sefer muhammed, yoksulların hizmetçisi, diye karşılık verince kapı sonuna kadar açılmış: merhaba, hoş geldin, buyur, baş üzre yerin var, deyip içeri almışlar. 

muhammed aralarına oturmuş ve sormuş dervişlere: sizler kimsiniz, nesiniz? bizler kırklarız, birimiz neysek hepimiz oyuz, demiş dervişler. öyle olduğunuz ne malum? diye sormuş peygamber. birimizden kan aksa, hepimizden kan akar demişler. bunu gösterebilmeniz gerek, demiş muhammed. bunun üzerine bir derviş bıçağıyla kolunu yarınca hepsinin kollarından kanlar akmaya başlamış. bu sefer peygamberi imtihan etme sırası dervişlere gelmiş. önüne bir üzüm tanesi getirip "ey yoksulların hizmetçisi, bunu bize bölüştür" demişler. peygamber şaşırmış kalmış, hey allahım, bir üzüm tanesini kırk yoksula nasıl dağıtırım diye düşünürken, tanrı cebrail'e, tez yetiş, demiş, nurdan bir çanak al cennetten, sevgili muhammed'ime götür; üzüm tanesini o tabak içinde ezip şerbet yapsın. muhammed nurdan çanakta üzüm tanesini ezip üstüne su katmış ve dervişlere sunmuş. dervişler bu şerbetten içip sarhoş olmuşlar ve muhammed'i de aralarına alıp dönmeye başlamışlar. dönerken muhammed'in başından sarığı düşüp dağılmış. dervişler bu sarığı almış, kırka bölüp bellerine sarmışlar.

derviş hiçbir sınır dinlemeden, kuralları, kalıpları, korkuları yenerek yoluna gider. hiçbir yerde durmaz, hiçbir halde kalmaz; bir göklere çıkar, bir yere iner; bir çamura batar, bir tertemiz olur; bir ağlar bir güler; ama hep yürür ve bilgisini geliştirir. yaşanan bir bilgidir onunki; ezberlenip tekrarlanan bilgi değil.

derviş, başlıca dört kapıdan geçer. her birinin içinde küçük küçük kırkar kapı olan bu dört kapının birincisi şeriat kapısıdır. burada derviş, hocanın dediğine uyar, ezber bilgiler edinir, anlamadan öğrenir. ikincisi tarikat kapısıdır; orada inandığı bir insanı seçip onun ardından sevgiyle, merakla yolunu arar, kendi kişiliğini geliştirir: ateşli, coşkun bir kapıdır bu. üçüncüsü marifet kapısıdır. burada derviş gerçek bilimi tadar; kendini ve dünyayı anlamaya başlar ve burada bulduğu anahtarla dördüncü kapıyı açar; bu kapı artık son kapı, hakikat kapısıdır. orada artık insan varlıkla, yaradılış ve yaradanla, doğa ile bir olmuş gibidir.

21.04.2022

bağlantı

barış bıçakçı

aşk eşitler arasında yaşanır.

dört kişilik yemek masasında komşu kenarlarda oturan iki kişi birkaç saniye bakışınca ne olur? şu olur: bu iki kişi kendilerini diğerlerinden yalıtır. birbirine dönersin! iki insan birbirine döner! bu, bakışlarla olur ya da aynı yerde susmayla örneğin, en basit biçimde. sonra, öyle birbirine dönük, kendi dilini yaratırsın.

yakınlarını kaybetmek türünden felaketlerin etkilerini hemen oracıkta ararız; ama çok uzakta bir yerde de olabilir; ancak zamanı geldiğinde ortaya çıkar.

bu dünyada hiçbir zaman ortada, hazır bir bağlantı yoktur. bağlantıları biz kurarız.

mutfak iyice karanlık olmuştu. ocağın alevi tencerenin altından mavi-beyaz, solgun bir ışık yayıyordu. sokaktan hala çocuk sesleri geliyordu. ayakta hareketsiz duruyorduk. her şey çok çocukça ve çok keder vericiydi. aklıma sevdiğim bir romandan bir cümle gelmişti. kederin bizi başrole taşıdığı, ikimiz dışında her şeyi cılız bir manzaraya dönüştürdüğü o anda, cümleyi kendimce yeniden kurdum: bizim büyük çaresizliğimiz nihal'e aşık olmamız değil, sesimizin dışarıdaki çocuk seslerinin arasında olmayışıydı. asıl çaresizlik buydu.

insan severken basit sınıflandırmaların sınırlarını değil kendi sınırlarını görür, kendi sınırlarında dolaşır, kendi sınırlarına değer.

yalnız aklıyla hareket eden bir insan gerçek bir insan değildir. insan duygularıyla insandır.

oedipus kompleksi

alfred adler

anneleri tarafından el bebek gül bebek büyütülen, her isteklerinin yerine getirilmesini başkalarından haklı olarak bekleyebilecekleri inancı içinde yetiştirilen, aile dışında ortaya koyacakları bağımsız çabalarla başkalarının ilgi ve sevgisini kazanmak diye bir şeyi asla yaşamamış bütün çocuklar, oedipus kompleksinin kurbanlarıdır.

gözyaşları ve sızlanmalar, toplumun rahatını kaçırmada ve başkalarını kendine kul köle yapmada son derece etkin bir araçtır.

erişkin kimseler olduklarında da annelerinin eteklerine yapışıp bırakmazlar. sevgide kendileriyle eşit haklara sahip bir arkadaş değil, hizmetlerine koşacak birini arar, destek ve yardımına en çok güvenecekleri kimse olarak da annelerini görürler. yeter ki ortada kendisini şımarık büyütecek, başka insanlara ilgi duymasını sağlamaya yanaşmayacak bir anne, kendisine umursamazlık ve soğuklukla davranacak bir baba bulunsun, her çocukta bir oedipus kompleksi yaratma olasılığı vardır.

gözle görülebilen ikinci şiir

paul eluard

altı yüz altmış altı güneş, ben lambayı söndürünce, gözlerimin uçurumuna indi. alp dağlarının çukuru gibi, yılın kısa gününün yıldırımlar saçan ışığı. alışkanlıklarıma engel oluyordu aydınlık, genel yaşamın utandırıcı koşullarında edinilmiş sıkılganlığı incitiyordu. kara kristal perde çatlamıştı. altı yüz altmış altı güneşin korkunç mu korkunç büyüteci altındaydım ve çamurlarla, kabuklarla, küllerle, birbirine dolanmış kıllarla, el sürmeyi göze alamadığım şeylerden daha itici nesnelerle kaplı sanıyordum kendimi.

ertesi gün, gözlerim açıkken, yosunlarla, kuşbaşı iriliğinde karlarla, mercanlarla, buzlarla, bir de altın parıltılı, sessiz, ufak bir ateşle örtüldüğümü gördüm art arda.

kısacası doğa büyüklüğünde.

2
yıldızların yüce soyu. göz zamanı dövüyor boşu boşuna zorlu kürekleriyle.

bir gözlemevinin gelgeç hevesi, zayıf bir kızoğlankızın, ilgisiz bir av hayvanı için duyduğu ilk heves.

kız rasgele nişan alıyor, çabalıyor boyuna. gözünü alamıyor.

çok uzaktan gözetliyor bütün yolları. bir şeyin seçtiği yok. ve attığı her ok düş kırıklığına uğratıyor onu.

3
ışıksız kalmış, kendi varlığının, ilk insanca halinin ışıklarını bile yitirmiş bir kadın. ayak bastığım uzun, verimli toprakları bozup dağıtan günah hayaleti. kendini içi boşaltılmış canavarların güçsüzlüğüne adamış olan hayvan, benim yanımda bilinmedik mutluluğun, oburcasına tadılmış zevkin yerini tutması gereken hayvan, doğruluyor ayaklarımın dibinde. hiçbir şeyin korumadığı hayvan.

dexter

masum biri öldüğünde bundan birçok insan etkilenir.

bazı kapılar kapalı kalmalı. eğer bir kapıyı açarsan, aynı kapıdan ikinci kez geçersin.

arkadaşlar her zaman birbirlerine karşı dürüsttürler. farklılıklarının ötesini görebilirler. bir anlaşmazlık olduğu vakit, arkadaşlar affetmek için vardır. gerçek bir arkadaş savaş baltalarını ne zaman gömeceğini bilir; çünkü arkadaşlık güven üzerine kurulu kutsal bir bağdır.

evlenmek kolaydır. tek yapman gereken düğünde orada olmak.

yaşamda öyle kilometre taşları vardır ki nihai oyunumuzdan bile çok ses getirirler: ölümden. bir zamanlar yürüyen, konuşan, öldüren ve tehdit eden şey artık boş bir kabuktan ibaret. ki bu durum çoğu zaman kendimi nasıl hissettiğimden pek de farklı değil.

asla insanların seni yarı yolda bırakma olasılıklarını eksik hesaplama.

bekarlığa veda partileri. törenin gerekliliğini anlarken bu olayların gerçekte damat için olmadığını duymuştum. tamamen diğerleri için.

yuvan kalbinin attığı yerse, kalbin olmadığı zaman nereye gideceksin?

kardeşimi iyi polis yapan şeylerden birisi ağzında kemik olan bir köpek gibi olması. bir şeye dişini geçirdi mi asla bırakmaz. tek yapmam gereken onu kemiğe götürmek.

kamuflaj, doğanın en kurnazca hilesidir.

denizcilerin, durgun medcezir dedikleri bir an vardır. medcezir ne gelir, ne gider ve tamamen dalgasızdır.  zaman durmuş gibidir sanki. her şey sakin ve huzurludur. tek dezavantajı çok çabuk geçmesidir.

20.04.2022

the shawshank redemption

frank darabont

bazı kuşlar asla kafeslenemez. tüyleri o kadar parlaktır ki.. ve uçup gittikleri zaman bir parçanız bilir ki, onları kilitlemek günahtır. gittikleri zaman yaşadığınız yer çok daha tekdüze ve boş olur. 

hapishane duvarları tuhaftır. ilk önce onlardan nefret edersin. sonra onlara alışırsın. yeterli zaman geçtiğinde onlara bağlanırsın.

umut tehlikeli bir şeydir. umut bir insanı delirtebilir. içerideyken hiçbir faydası yoktur.

hapishanede ilk gece en zor olanıdır. seni doğduğun günkü gibi çıplak yürütürler, şu bit önleyici şey yüzünden cildin yanarak ve yarı kör bir şekilde. seni o hücreye soktuklarında ve parmaklıklar kapandığında, işte o zaman, tüm bunların gerçek olduğunu anlarsın. gözünü açıp kapayana kadar eski hayatın uçar gider. tüm dünyada düşüneceğin hiçbir şey kalmaz. birçok yeni balık ilk gece çıldırmaya yaklaşırlar. her zaman biri dayanamaz ve ağlar. hep böyle olur. sorulacak soru, bunun kim olacağıdır.

bazı piçlerin ne kadar şanslı olduklarına inanamazsınız.

açık havada çalışan bir erkeğin bir şişe birası olursa kendini daha çok erkek gibi hisseder. 

her insanın bir dayanma noktası vardır. 

çocukken bir keresinde araba görmüştüm; fakat şimdi her yerdeler. dünya büyük lanet bir acele içinde.

bazı şeyler söylenmeden güzeldir.

komik olan şey, dışarıdayken dürüst bir adamdım, bir ok gibi düzgün. dolandırıcı olmak için hapse girmem gerekiyormuş.

hapishanede bir adam zihnini meşgul edebilmek için her şeyi yapar. hapishanede zaman yavaş geçer. böylece hızlandırmak için her şeyi yaparsın. bazıları pul toplar. bazıları da kibritten ev yaparlar. andy bir kütüphane kurdu.

yapılacak doğru şeyin ne olduğunu kestirmek bazen çok zordur.

umut iyi bir şeydir, belki de en iyisi ve iyi şeyler asla ölmez.

vicdan

victor hugo

insan vicdanının şiirini yazmak, bir tek insan için bile olsa, insanların en önemsizi için bile olsa, bütün destanları tek bir üstün ve nihai destanda eritmek olur. vicdan, insanı utandıran vehimler, tamahkârlıklar, girişimler karmaşası, hayaller fırını, fikirler ini, safsataların kaynaştığı cehennem başkenti ve ihtirasların savaş meydanıdır.

nasıl denizin bir kayaya gelmesine engel olunamazsa düşüncenin de bir fikre gelmesine öylece engel olunamaz. gemici için bunun adı med ve cezirdir; suçlu içinse vicdan azabı. tanrı, ruhu tıpkı okyanus gibi kabartır.

insan hiçbir zaman vicdanıyla hesap kesemez. kararını ver, brütüs! kararını ver, caton! vicdan, tanrı olduğu için, sonsuzdur. bu kuyuya insan bütün hayatının emeğini atar, servetini atar, zenginliğini atar, başarısını atar, özgürlüğünü ya da yurdunu atar, rahatını atar, sevincini atar. kabı boşaltın, kutuyu eğin! en sonunda oraya kalbini atmak gerekir. eski cehennemlerin sisleri içindeki bir yerlerde buna benzer bir kuyu vardır.

zap

ahmet oktay

uğultun sızıyor gecenin mineralinden, safran ve kil sözcükleriyle bir söyleşi taşılsı efsanelere ait, şanssız ölüler kumsalı dorukların borasıyla yarışan

yeni doğuyordun daha kalker sancımalarıyla, ey ay şavkını görkemli bir yabanıllıkla soluyan büyük tırpan

kurt dişleri gördü avcunda falcılar, saydam belleklerin burcuna haykıran çocuğu da

"hep fırtınanın sesi ağzımda küflenen, tuza banıp yediğim de bayat ekmek ve göğün yakarış dinlemeyen büyü-boşluğu

birden, yırtılan bir haşhaş çiçeği titreşimi
ey her şeyi kanatan akşam

sıska koyun sürülerini ve kaçakçı kervanlarını
kuruyan dere yatağı yüzler ki dağlanmış gördüm sözcüklerin gizemli yalımıyla

ve deniz
fatihlerin el kitabı

aslımız faslımız toprak doğur ayın on dördü buğdayını,
tan atımını şakağına kuşanan pusudan korkmaz oğlunu

neyi sevecek onlar
soylu gece atlarını
ışıyan buz çiçeğini
barajın şahdamarını

sonsuz bir hayret'im ben; çocuğum çünkü. çağrıldım tahta köprülerden yıkık değirmenlere, kar bir çan sesiydi

açıklandı yazgım:

anılarımız yok bizim
senin de olmayacak
ölülerimiz sayılmıyor
senin de sayılmayacak

kapalı yollar. ey tipide gözbebeğini kavlayan ulak, fırtınanın tirşeden kulesi

gezdiriyordu yüzünde ninem kurdun bilgisini, avın ve kanın kokusu ve tütün

kehribarsı, canyoldaşı üzüncünün, sabahçıl su kuşuyla karşılayan ilkyazı, ölülerin çetelesini tutan
aynı tadı veren türkçede de öteki dillerde de
tütün

açıkladılar yazgımı. gürültüyle düştü ağacın gölgesi, koydu avuçlarıma ninem:

bir tuz, katık et
bu gurbetçiliğin, katık et
bu yoksul ölümün
kabul et

tipi dindi ve buldular donmuş ulağı. paslı bıçağı, dibindeki buğuyu yarların, özlemin diş izlerini, bir de divit yazayım diye

kükürdün damarına
güzün görkemli çiçeklerine
buz tutmuş bıyığına türkülerin

çarığın ve kıl heybenin zaman kadar eski dört mevsimine

ey çarık ne çok şaşırttın uzaklığı
kıl heybe omuz kaslarını sen de masmavi kesilen, ebemkuşağı kaç kez düştü yolumun üstüne kıskançlıkla

küllenmez anısına buğdayın
çaylağın kurşun hızına
yolcunun hayretine

resmimizi çektiler. yüzümüz
doruklarda tan atımından daha keskin bir haykırış
ey kaçakçı ürkekliği
bir de menekşe olacaktı çatırdayan

kuyulara
çıkrıklara
talihsiz dölüme
yazayım diye açlığımı"

ey büyük su. kan kardeşi ölümün. sesini bin yıl içinde gezdiren ve kentlerde kara sevdadan beter bir ustalıkla kullanan oğlun böyle dedi

kıyılarında dimledim ben de tarihini kendi ağzından, sızılı bir akşam elime çarptı hoşap kalesi'nin orda

kuşanıp geldi hünerini su diplerinin, av yataklarının ve kılıçların öykücüsü. ey güzel hatemi'nin aşk üzre üç yitik cildi, yemin ve kasem eden kızoğlankız dili evliya çelebi'nin:

kar olur on adam boyu. her tan atımında geçerdi kızkaçıran cemal filintasının ucunda al bir mendille, kuş soyundandı küheylan oramar, velikan, horkaniş üstünden eserdi

bulunmadı hiçbirinin ne ölüsü, ne dirisi

ruh oldular herhal
bulunmadı kendilerini yukardan savuran kırk kalebent de
ağıt oldular herhal

ve üç gün üç gece geçti afyon kervanları
ve yedi gün yedi gece sürdü candarma taburları
ve açlık oldu
ve kıtlık oldu
kasem ederim

kasem ederim ey su altı bilginleri
ilkyaz sürünce kayaların ordan
açılınca yarların dibi
herkes iner ölülerini görmeye
ve konuşurlar sabah çiğinin yumuşak sesiyle
çünkü dönüşür her çiçek
bir sevdiğin yüzüne

ey su
ey toprak
ey insan

yaşanır, yazılmaz acı tarihin.