30.06.2008

uzun lafın kısası

balzac:
 her büyük servetin arkasında bir suç gizlidir.


emma goldman: kendi alanında napolyon olmak, toplumsal savaşta sıra neferi olmaktan iyidir.

guy debord: insanlar babalarından çok, yaşadıkları zamana benzerler.

mario vargas llosa: kadınlar uyanıktır; ancak işlerine gelirse aşık olurlar. adamın biri kendileriyle ilgilenmedi mi sırtlarını dönüp bir başkasını ararlar. hiçbir şey olmamış gibi.

j.j. rousseau: iyi yönetilen bir devlette cezalar azdır.

nancy h. kleinbaum: eğer kararlı birer ateist yetiştirmek istiyorsan onları dindar birileri olacak şekilde yetiştir. her zaman işe yarar.

karl marx: her çağın egemen düşünceleri, egemen sınıfın düşünceleridir.

john milton: eğer insanların meyvesini yemelerini istemediyse tanrı neden cennetin ortasına yasak bir ağaç diksindi ki?

marquis de sade: siki kalktığında zorbalık yapmak istemeyecek erkek yoktur.

george washington: bir ülkede içki serbest olursa, içki kültürü olan aklı başında insanlar yetişir. eğer içkiyi yasaklarsanız bol bol alkolik elde edersiniz.

28.06.2008

terapist

lidia yuknavitch

psikoterapistler, zaten en derin ve de en karanlık sırlarınızı duymaya can attıkları için ne kadar yalan söylerseniz o kadar mutlu olurlar. böylece kazı yapma şansını elde ederler. penetre etme. acayip el hareketleri yapma. salak saçma notlar alma. ayrıca bu hasta-doktor ilişkisi boku tam anlamıyla pornodur. siz içinizi döküp salak gibi ağlarken onlar da size "gel babanın kollarına" derler. tanrım. bayan k'nin babamın çalışma odasında götünü havaya dikmesinden ne farkı var bunun? evet. bunun adına tahakküm kurma dendiğinden eminim. marlene öğretmişti.

söylemek istediğim, bu gibi durumlarda ya üstünlüğü siz kurarsınız ya da sıçtığınızın resmidir.

27.06.2008

özgürce

marcus aurelius

bütün tedirginlikler içimizdeki düşünceden kaynaklanır. 

şeyleri, fikrini zorla kabul ettirmek isteyen kimsenin yargıladığı ya da senin onları yargılamanı istediği gibi değil, gerçekte oldukları gibi gör.

insanlar en kalıcı birlikteliği yaşadıkları şeyle uyuşmazlık içindedirler. her gün karşılaştıkları olayları kendilerine yabancı görürler. 

boş gurur korkunç bir yanıltıcıdır.

iyilik konusunda bazı insanlar üzüm üreten, bir kez meyvesini verdikten sonra başka bir ödül beklemeyen asmalar gibidirler.

başına ne gelirse gelsin felsefeden uzaklaşmamak, budalalarla ve cahillerle konuşmamak tüm felsefe okullarının ortak ilkesidir.

başına gelecek her türlü kötülük ya da zararın gerçek barınağı kendi zihnindir. 

öfke ve üzüntü, bizi öfkelendiren ya da üzen şeylerin kendilerinden çok daha fazla zarar verir.

iyi bir insanın nasıl olması gerektiğini tartışma artık, iyi bir insan ol.

herkes bağıra çağıra sana karşı dilediği suçlamayı yöneltse de, yabanıl hayvanlar seni saran şu yumuşak kili pençeleriyle parçalasalar da, özgürce, sevinç içinde yaşa.

26.06.2008

çağımızın nevrotik kişiliği

karen horney

bütün olumsuz kibirliliklerin, isteklerin, düşmanlıkların arkasında acı çeken, yaşamı arzu edilir kılan her şeyden sonsuza dek dışlandığına inanan, istediği şeyi elde etse bile bundan zevk alamayacağını bilen bir insanın bulunduğunu görmek ilginçtir. 

eski yunan'da kendi ihtiyaçlarının gerektirdiğinden daha fazla çalışmayı isteme tutumu açıkça genel ahlaka aykırı olarak değerlendiriliyordu. 

para kazanmaya gerekli olandan daha fazla zaman ayırmayı reddeden sanatçı, nevroza sahip olabilir ya da kısaca, rekabetçi mücadelenin akışına kapılmaya razı olmayacak kadar akıllı da olabilir. öte yandan, yüzeysel gözleme göre var olan yaşama biçimine ayak uyduran birçok insan ağır bir nevroza sahip olabilir. 

nevroz, korkular ve bunlara karşı kurulan savunmalar ve çatışan eğilimler için uzlaşmalı çözümler bulmaya yönelik girişimler tarafından yaratılan ruhsal bir rahatsızlıktır. 

bir nevrozun yapısı karmaşık olsa da, nevrotik süreci devreye sokan ve etkinliğini sürdüren motor gücü kaygıdır. korku, kişinin göğüslemek zorunda kaldığı tehlikeyle orantılı bir tepkidir; oysa kaygı, tehlikeyle orantısız bir tepkidir; hatta hayali tehlikeye yönelik bir tepkidir.

normal insan, yaşadığı kültürde kaçınılmaz olandan daha fazla acı çekmez. öte yandan nevrotik kişi değişmez bir biçimde, ortalama insandan daha çok acı çeker. aslına bakılırsa nevrotik bir insan her zaman için acı çeken bir insandır.

nevrotik çatışmaları bir kültürde var olan genel çatışmalardan ayıran şey, nevrotik insandaki çatışmaların daha keskin ve daha ağır olmasıdır. nevrotik birey uzlaşmalı çözümler arayıp bulur; bu çözümler ortalama bireyinkilerden daha az doyurucudur ve kişiliğin tamamında büyük bir bedele mal olurlar. 

nevrotik birey, kendi yoluna dikildiği -kendini engellediği- duygusuna sahiptir. nevrotik sevecenlik ihtiyacının bütün tipik özelliklerindeki ortak nokta, nevrotik bireyin kendi çatışan eğilimlerinin, ihtiyaç duyduğu sevecenliğe giden yolu tıkadığı gerçeğidir.

çağımızın nevrotik insanlarında ağır basan eğilimlerden birisi, bu insanların, başkalarının onayına ya da sevecenliğine olan aşırı bağımlılıklarıdır. hepimiz hoşlanılmak ve takdir edildiğimizi hissetmek isteriz; ama nevrotik insanlardaki onaylanmaya ya da sevecenliğe olan bağımlılık, yaşamlarında karşılarındaki insanların taşıdığı gerçek önemle orantısızdır.

fritz künkel, nevrotik bir tutumun çevrede bir tepki yarattığı; bunun da başlangıçtaki tutumu pekiştirdiği ve sonuçta bireyin giderek nevroza daha çok tutsak olduğu ve bundan kaçmasının da o kadar zorlaştığı gerçeğine dikkat çekmiştir.

nevrotik ebeveynler genellikle yaşamlarından hoşnut değildirler; doyurucu coşkusal ya da cinsel ilişkilerden yoksundurlar ve dolayısıyla çocukları kendi sevgilerinin nesnesi yapmaya eğilimlidirler. kendi sevecenlik ihtiyaçlarını çocuklar üzerinde boşaltırlar.

freud'a göre nevrozlar, insanlığın kültürel gelişme için ödemesi gereken bedeldir.

ister farklı bir salata tarifi vermek, ticari eşya satmak, bir görüşü savunmak, ister insanlar üzerinde iyi bir izlenim bırakmak olsun, belli bir özgüven ölçüsü her başarının ön koşuludur. nevrotik için başkalarının dize geldiğini görmek kendi başarısından daha önemlidir.

kitap

gustave flaubert

bana güzel gelen, yazmak istediğim şey, hiçbir konusu olmayan bir kitap, hiçbir dış ögeden medet ummayan, yalnızca biçem gücüyle ayakta duran bir kitap; tıpkı boşlukta asılı duran dünyanın, ayakta durmak için hiçbir dış ögeden medet ummaması gibi; hemen hiçbir konusu olmayan, en azından konusu neredeyse belirsiz bir kitap, böyle bir şey yazılabilirse tabii.

en yetkin yapıtlar, en az malzeme taşıyanlardır; anlatımın düşünceye yaklaştığı, dilin düşünceye yaklaştığı ve onunla kaynaştığı oranda parlak oluyor alınan sonuç. bence sanatın geleceği bu doğrultuda.

24.06.2008

ludmila

nikos kazancakis

bir zamanlar diyordum ki: bu türk'tür, bu bulgar'dır ve bu yunan'dır. ben, vatan için öyle şeyler yaptım ki patron, tüylerin ürperir; adam kestim, çaldım, köyler yaktım, kadınların ırzına geçtim, evler yağmaladım. neden? çünkü bunlar bulgar'mış ya da bilmem neymiş. şimdi kendi kendime sık sık şöyle diyorum: hay kahrolasıca pis herif, hay yok olası aptal! yani akıllandım, artık insanlara bakıp şöyle diyorum: bu iyi adamdır, şu kötü. ister bulgar olsun, ister rum, isterse türk! hepsi bir benim için. şimdi, iyi mi, kötü mü, yalnız ona bakıyorum. ve ekmek çarpsın ki, ihtiyarladıkça da, buna bile bakmamaya başladım.

ulan, ister iyi ister kötü olsun be! hepsine acıyorum işte! boşversem bile, bir insan gördüm mü içim cız ediyor. nah diyorum, bu fakir de yiyor, içiyor, seviyor, korkuyor, onun da tanrısı ve karşı tanrısı var, o da kıkırdayacak ve dümdüz toprağa uzanacak, onu da kurtlar yiyecek. hey zavallı hey! hepimiz kardeşiz be! hepimiz kurtların yiyeceği etiz. ve bu bir kadınsa, gayri o zaman, vallahi ağlayasım geliyor. sen ikide bir, kadınları seviyorum diye benimle alay edersin. nasıl sevmeyeyim be! nasıl acımayayım ki, onlar zayıf yaratıklardır, ne yaptıklarını bilmezler; memelerinden tutuversen kapılarını açıp teslim olurlar.

ben, bir zamanlar yine bir bulgar köyüne girmiştim. namussuz bir yunan köy ihtiyar kurulu üyesi beni ihbar etti, kaldığım evde sarıldım. dama fırladım, damdan dama atladım. ayışıklı bir geceydi. kaçmak için kedi gibi taraçadan taraçaya atlıyordum. ama gölgemi görüp damlara çıktılar, beni yaylım ateşe tuttular. ne yapabilirdim? bir avluya atladım; avluda uyuyan bir bulgar karısı geceliğiyle fırladı, beni görünce ağzını açıp bağırmak istedi; ama elimi uzatıp dedim ki: "aman! aman! sus!" ve göğsünü tuttum. kadın sararıp mayna etti. yavaşça "gir içeri" dedi, "görmesinler bizi!" içeri girdim, elimi sıktı: "yunan mısın?" dedi. "evet, yunan'ım, beni ele verme!" deyip belinden yakaladım. ses çıkarmadı. birlikte yattık. kalbim hazdan titriyordu. "nah" diyordum, "nah ulan zorba, kadın bu demektir, insan bu demektir! bu bulgar mı, rum mu, hamhum şaralop mu? aynı şey be; insandır, insan! öldürmekten utanmıyor musun? tuh sana!"

onunla birlikteyken, onun ılıklığı içinde olduğum sürece bunları düşünüyordum. ama "o kuduz köpek vatan" bırakmaz ki! sabahleyin, dul bulgar karısının verdiği bulgar elbiselerini giyerek kaçtım; merhum kocasının elbisesini sandıktan çıkarıp vermişti; tekrar geleyim diye de dizlerimi öperek yalvarıyordu. evet, evet, ertesi gece oraya gene döndüm; ama yurtsever olarak; evcilleşmez bir canavar olarak; bir teneke petrolle döndüm. köyü yaktım. o zavallı kadın da birlikte yanmış olmalı. adı ludmila idi.

sen

ercüment behzat lav


sen; bayağı, sefil, aşağılık
sen; fodul, kaba, hantal
sen koşum hayvanı, başında takke, sarık
sen yobaz
neye yarar şu ayı tabanı ellerin
sen insanı insan eden yüce işlerden anlamaz
biliriz kimlerin elinde dizginlerin

sen ölmezlik sırrına hangi yollardan ulaşılır bilir misin
sen bir mermeri özene bezene işleyip
bir insan için heykeller yontmanın vecdine erebilir misin
sen yaman devlerle dövüşe boğuşa bir vatan yaratabilir misin
var mı sana balyoz
önderi, önde gideni, ileriyi, güzeli yıkmak
nebbaş!
tarikat faresi!

dilerim kelleden ol kelleden
sen kınalı sakalını sünneti şerif üzre kesmeden
uçkuruna altınları dizmeden
ırz ehline besmeleyle şalvarını çözmeden
ol yatıra ak mumları dikmeden
yetim ahı almadan, dört karı nikahlamadan, avrat oynatmadan
ağalara hak berekat ırgat satmadan
kara yurda pir aşkına bağlanıp
kol sıvayıp viran bağı viranlıktan kurtarıp
cennete çevirebilir misin

köy yanar kahpe taranır
sen baş düşmanım yılan, gözlerim seni gölgenden tanır
sen şeyh, madrabaz!
kel müridi, uyuz çömezi, bu toprağın yüz karası
benim yüz karam!
ben seni bizden diye insan içine çıkaramam
pazar pazar gezdirmeli seni demir kafeslerde

dört mevsimin baharında güzünde
namazında niyazında
velilerin, nebilerin sözde izinde
dönmüş gözü gariplerin bacısında, kızında
hak yolunda haktan uzak
şeytanürracim
fidanlarımı korumak için tek amacım
beni köklerimden kemiren seni
er geç haklamak!

sen balçık, tezek, batak
kursağına kor düşesi
dili ensesinden çekilesi
hacı yağına bulanmış sürü: yüz binlik!
deli boran deli eser
keser nefesin nefesin
şol vatanın ırmakları akar ata'm deyu deyu

23.06.2008

ölüm korkusu

yuval noah harari

sanatsal yaratıcılığımız, politik bağlılıklarımız ya da dindarlığımızın büyük bir kısmı esasen ölüm korkusuyla beslenir.

ölüm korkusu üzerinden müthiş bir kariyer çizen woody allen, "beyaz perdede sonsuza kadar yaşamayı diliyor musunuz?" sorusuna, "evimde yaşayabilmeyi tercih ederim." diyerek cevap verir ve ekler: "çalışmalarımla değil, ölmeyerek ölümsüz olmak istiyorum."

ebedi zaferler, milliyetçi anma törenleri ya da cennet hayalleri, allen gibi aslında ölmek istemeyen insanlar için oldukça zayıf alternatiflerdir. insanlar bir kere gerçekten ölümden kaçabileceklerine inanırlarsa -iyi ya da kötü sebeplerle- onların yaşama arzuları sanat, ideoloji ve dinlerin yükünden kurtularak ve karşısına çıkanı önüne katarak bir çığ gibi büyüyecektir.

insan en yüce değer olarak hayattan ziyade mutluluğu yüceltmiştir. antik yunan düşünürü epikuros, tanrılara tapınmanın zaman kaybı olduğunu, ölümden sonrasının olmadığını ve mutluluğun hayatın tek gerçek amacı olduğunu savunur.

psikolojik açıdan mutluluk nesnel şartlardan çok beklentilere dayanır. mutlu ve esenlik içinde bir düzeni yöneterek memnun olamayız. aksine, gerçeklik, beklentilerimizle buluştuğunda tatmin oluruz. kötü olansa şartlar iyileştikçe beklentilerin balon gibi şişmesidir.

orta çağ'da aç bir köylüyü memnun etmek için bir parça ekmek yeterliydi. peki sıkılmış, yüksek maaşlı, fazla kilolu bir mühendisin keyfini nasıl yerine getirebilirsiniz?

22.06.2008

akşam balığın karnında bekliyor

oktay rifat


bir yağmurla çıkıyor rıhtımına
sıkıntının, büyük kayıkların
dönüşünü gözlüyordu
akşam balığın karnında bekliyor
fitili tütüyordu servilerin
ve yazılar dallar arasında

mahallenin deniz koktuğu
kamburun atla dolaştığı
saatlerin saatlere benzediği
bir günde bekliyordu
insanların dönmesini oraya
oysa bir delik kalıyordu
yerinde umutların, kara bir yelken
yarını olmayan iskelede

mevsim, tonozların altından
geçerek basıyordu toprağa
çöp yığınları leşler
yeni sözcükler otta ve yaprakta
yabancı bir kıpırtı ruhumuzda

bir tüy düşüyordu suya
karayelin dişlerinden geçirdiği
akşam balığın karnında bekliyor

20.06.2008

dersim

kemal tahir

harp meydanlarında insanların gülleler altında nasıl kıyım kıyım kıyıldıklarını gördü bu gözler. başkaca ermeni kırımında, rum kırımında, kürt kırımında kırımlar gördü ki gayet zarafetli kırımlar gördü. kırımlar arkadaş, kalabalık iştir, şurdan burdan adam kesmeye meraklı herifler koşup gelir. her birinin yürekleri mangal gibi herifler.. kan dökücü ve de kan içici herifler.. bazısı güçlü babayiğitleri isterler, kollarını arkaya büküp bacaklarını bağlayarak teslim edeceksin ki rahatça ardına geçsinler, satırla, baltayla, eski kılıçlarla vurarak kafayı düşürsünler. öylesine rastladık ki yedi yaşını bulmamış oğlan meraklısı ya da bu yaşta kız çocuğu meraklısı..

yeşil bir ağaç gibi gülen
ve merasimsiz ağlayan
ve ana avrat küfreden ki onlardır

dersimlilere yapılan hakarete gelince, bunu söylemek dile kolaydı. bir kere teslim olan erkeklerin zenginleri, ağaları, beyleri seçilip sürüldükten sonra, fukaranın cümlesi kutu deresi kenarında iplere bağlanarak süngülenmişti. "köy yakmak cigara yakmaya döndü kardeşler." deniliyordu. sabiha gökçen bile köyleri bombaladı diyeyim de gerisini artık sen tasavvur et.

asker aç çıplak, dersimli pireyi gözünden vuran keskin nişancı.. ölüm korkusuna düşmüş aç çıplak asker ne demektir ben bilirim. çünkü gözümle gördüm kardaşım.. eşek herifler sanıyor ki burada sürünmelerinin kabahati dersimlide.. halbuki dersimli kendi toprağında uslu akıllı oturuyor.. gel de bunu askere anlat.. tarama emri veriliyor. köyü asker çeviriyor. köylerde erkek bulunsa canım yanmaz, karılar, çocuklar var. avcı hattına yayılıp köye doğru muhasara hattını daraltıyorlar. yaklaşınca bir yaylım ateş..

dağları başına çiğdem takınır
kızları eline kına yakınır
hiddetinden yedi düvel sakınır
allahtan kavidir beli dersim'in

bir de dağ keçisi gibi herifler.. düz kayaya tırmanıp çıkıyorlar. dersim kadar cenabet yer olmaz, safi mağaradan ibaret bir yer. geçitler kapı darlığında. beher geçidi bir kişi tutsa bir alaya karşı koyar. bereket versin türk hava kuşlarına. "arslanın erkeği arslan da dişisi arslan değil mi?" diye laf ederler. ben bu lafın manasını dersim'de gördüm anladım. atatürkümüzün bir evlad-ı maneviyesi var. bayan sabiha gökçen! kendisi tayyarecidir. işte bizim askerin canını kurtardıysa o dişi arslan kurtardı.

hepsi de alevi bunların. allah muhammet tanımaz. alevi ne demek? gavurdan beter. malum ya bir alevi müslüman olmak istese evvela gavur dinine girecek de sonra ihtida edecek, islam olacak.

ele geçirildikleri yerde yakılmalarına şeyhülislam fetvası vardır. çünkü dinimizde kuran kitabından başka bütün kitaplar yasaktır.

oğullar ve rencide ruhlar

alper canıgüz

kimse bir yalan olduğu fikrine inanmak istemez. ama öyledirler. herkes koca bir yalandır.

üzüntü olmadan yaşayamaz annem. felaketler onun yaşam kaynağıdır. sanırım her şey yolunda giderken kendini gereksiz hissediyor. vardır böyleleri. haklarını teslim etmek lazım; gerçekten zor durumlar karşısında da şaşılacak denli güçlüdür bu tür insanlar.

kafanızı ezmesini beklediğiniz biri sizi kucaklayıverirse onu kendinize dünyadaki herkesten daha yakın hissedersiniz. ayrıca insanın zihnindeki iyi/kötü kategorilerini altüst etmek beyin yıkamanın birinci koşuludur.

insan yüreği bir sarkaç gibidir. istediği noktaya ulaştığı anda tüm hızıyla tam tersi tarafa kaymaya başlar.

zaman bir su gibi akıp gidiyordu. yüksel'e filmleri vereli bir hafta, kadınların kıçından işemediğini öğreneli iki yıl olmuştu. ikisi de dün gibiydi oysa.

meseleyi anmamak da anmak kadar ona duyduğunuz ilgiye yorulabilir.

buruk bir çocukluk geçirdim. ben devrik cümle bile kuramazdım. kuramazdım; çünkü korkardım. sorumluluklarım vardı. ömrüm düzgün cümleler halinde geçti. bilmeden bazı hatalar yapmışımdır tabi.. bilsem..

tarih tereddütten ibarettir.

"gerçeği bir örnekle açıklayabilir misiniz rica etsem?"
- hiç kimse gerçeği bir örnekle açıklayamamıştır; david hume bile. ama ben meseleyi gerçek bir örnekle açıklayabilirim.

bir kralın çıkınında ne olduğunu asla bilemezsin.

sonraki bir saati televizyon karşısında, şişman insanların da sevebileceğini ve mazur görülmeleri gerektiğini anlatan bir film izleyerek geçirdim.

konular sığ insanlar içindir.

artık kabul etmeliyim: hür teşebbüs aşktan da, sanattan da güçlüdür. yarından tezi yok mahallemizdeki ekmek fırınına iş başvurusunda bulunacağım.

her neyse; hayat her durumda sonu kötü biten bir hikaye değil midir zaten?

dünya hala dönüyor işte. bütün pespayeliğiyle.

19.06.2008

propaganda

jean-marie domenach

bütün devlet başkanları kitlenin yansımasının kendi kişiliklerine yönelmesi için çaba harcarlar; kimileri, hitler gibi, lirik ve neredeyse medyumluk yöntemleriyle birleşen yöntemlerle bağlamak isterler halkı kendilerine; kimileri de, roosevelt ve churchill gibi, yurttaşlarını dost bir dille kendi kaygılarını, kendi umutlarını paylaşmaya çağırırlar. "ben de sizlerden biriyim" ya da "kendinizi benim yerime koyun" türünden kanıtlamalar demokratik ülkelerde devlet adamlarının gözde kaynağıdır. acılı durumlarda, bizi koruyacak olan "baba"da bir sığınak bulma gereksinimi, kendimizi öndere yansıtmamızı kolaylaştırır. petain'in babaca propagandasının temelini bu duygunun kullanılması oluşturmaktaydı.

propagandanın en büyük çoğunluğun anlayabileceği bir anlatım gerektirdiği açıktır. ayrımlara, ayrıntılara elden geldiğince az inmeli, her şeyden önce konuyu bütün olarak, hem de en çarpıcı biçimde sunmalıdır. kendi kesinlemelerine kendi eliyle sınırlar koymakla söze başlayanlara kimse inanmaz. kalabalıkların gözüne girmek isteyen bir kimse için, "ben iktidara geldiğim zaman, memurlar şu kadar aylık alacaklar, aile ödenekleri şu kadar artacak vb." demektense, "herkes mutlu olacak" demek daha iyidir.

gerçeğin bir-iki bilgin kişinin yüreğinde sürmekle yaşayamayacağını kendi zararımıza anladık. var olması, fethetmesi için bir iklim gerekir gerçeğe. bütün sorunların kitle diliyle ortaya atıldığı bir yüzyılda, propagandanın gücünden yararlanılmadan böyle bir iklim, böyle bir güç alanı yaratılabileceğini sanmak boş olur. kamuoyunun arılığı gibi bir gizemle, propagandayı bir yana iterek sahtekarların başarısızlığa uğratılabileceğini sanmak da boştur.

davasının zayıf yanlarını gizlemeyen, sırası gelince hatalarını kabul eden ve bunlara çare bulacağını söyleyen bir adam -lenin gibi- durup dinlenmeden kendi başarılarından dem vuran bir yalancı pehlivandan daha çok güven uyandırır.

halklar düş kurmayı severler; ama artık masal dinlemek istemedikleri bir an da gelir. gerçekler, rakamlar, tanıklıklar istenir her yanda. söylevlerin, yazıların biçemi bile tumturaklılıktan, uyumluluktan sıyrılır; kısa, kesin tümceler, akılda tutulabilecek, sarsıcı kalıplar arar. sunuluşu bile propaganda kokan bir broşür okunmadan atılıverir. ve insan bir kez aldatıldı mı, kızgınlığı canlı kalır.

18.06.2008

umutsuzlar parkı

edip cansever



biliyorsunuz parkların
sizi çağıran tarafları
insanın gizli, karanlık köşeleriyle oranlı
orada saklanıyor onlar
çünkü her türlü saklanıyorlar orada
bir yağmur öncesinin loş sokaklarıyla
dağınık mavisiyle gözlerinin
sevgi vermez kadın uçlarıyla
korkuya, sadece korkuya sığınmış olarak
eskimiş, kurtlanmış ikonlarıyla kiliselerinin
yalvaran bakışlarıyla -nasıl da sevimsiz-
en kötüsü, belki de en kötüsü
bir duygu açlığıyla soluyarak
parklara yerleşiyorlar, parkların
onları çağıran köşelerine
bir karıncayı selamlıyorlar, besili, siyah
bacak aralarından
çömelmiş, öyle sakin
selamlıyorlar
"günaydın" diyorlar atılmış bir kağıt parçasına
kuleler yapıyorlar ayak parmaklarından
birinci katta bir kibrit çöpü oturuyor
acılar alıp veriyor dünyadan
dillerini gösteriyorlar, dizkapaklarını
bir sıkıntı şiiri gibi
sıkıntı
işte
tam orada duruyorlar.

2
bu kimin duruşu, bu sizin en gülmediğiniz saatlerde
her cümlede iki tek göz, bu kimin
ya da kim korkuttu bu kadar sizi
bu nasıl sevişmek, üstelik bu kadar hızlı
ya da tam tersine
boş vermek öperken, severken boş vermek sevmelere
sulardan ürpermek gibi dokununca
ya da ben kimi sarmışım böyle kollarımla
kime söz vermişim, biraz da unutmak gibi
denir mi, ama hiç denir mi, iş edinmişim ben
iş edinmişim öyle kimsesizliği
kendimi saymazsam -hem niye sayacakmışım kendimi-
çünkü herkese bağlı, çünkü bir yığın ölüden gelen kendimi
konuşmak? konuşuyorum, alışmak? evet alışıyorum da
süresiz, dıştan ve yaşamsız resimler gibi.

ne çıkar sanki sardıysam sizi kollarımla
unutmak, belki de unutmak olsun diye mi
onu da tatmak gibi
oysa ne bir evim oldu, ne de bir yerim var şimdi gidecek
ama gitmenin saati geldi
kirli bir gömleği çıkarıp asmak
yıkayıp kurutmak ister ellerimi
su içmek, saati kurmak ve sebepsiz dolaşmak biraz da
açınca camları -diyelim camları açtık ya sonra?-
sonrası şu: ben bir camı, bir perdeyi açmış adam değilim
bilirim ama çok bilirim kapadığımı
öyle iş olsun diye mi, hayır

bilirim içerde kendimi bulacağımı
dışarda görüldüysem inattan başka değil
evet, çünkü bu karanlık işime en geleni
kendimi saklıyorum ya, bir yığın ölüden gelen kendimi
oramı buramı dürtüyorum, bunu sahiden yapıyorum
ve açıyorum bütün muslukları
diyorum sular mı böyle, sular mı olmalı
ne geldiği, ne de gittiği yer belli
olmuyor, gene kendimi düşünüyorum
alıştım istemiyorum.

3
binlerce, ama binlerce yıldır yaşıyorum
bunu göklerden anlıyorum, kendimden anlıyorum biraz
insan, insan, insandan; ne iyi ne de kötü
kolumu sallıyorum yürürken, kötüysem yüzümü buruşturuyorum
çok eski bir yerimdeyim, çürüyen bir yerimden geliyorum
öldüklerimi sayıyorum, yeniden doğduklarımı
anlıyorum, ama yepyeni anlıyorum bıktığımı
evlerde, köşebaşlarında değişmek diyorlar buna
değişmek
biri mi öldü, biri mi sevindi, değişmek koyuyorlar adını
bana kızıyorlar sonra, ansızın bana
kimi ellerini sürüyor, kimi gözlerini kapıyor yaşadıklarıma
oysa ben düz insan, bazı insan, karanlık insan
ve geçilmiyor ki benim
duvarlar, evler, sokaklar gibi yapılmışlığımdan.

bilmezler, kızmıyorum, bunu onlardan anlıyorum biraz
erimek, bir olmak ve unutulmak içindeki onlardan
ya da bir başkaca şey: ben kendimi ayırıyorum
o yapayalnız olmaktaki kendimi
böyleyken akıp gidiyorum bir nehir gerçeği gibi
sanki ben upuzun bir hikaye
en okunmadık yerlerimle
yok artık sıkılıyorum.

4
biliyorsunuz, size geldim sadece
kapınızdan aldım, ballı çöreklerinizden
peki bu sevinmek niye?
girdim ki içeriye yıllardır soyunuyordunuz
ve işte giyiniyordunuz yıllarca
bir mısır, bir roma, belki de bir yunan elleriyle
eski bir insandınız merdiven gıcırdıyordu
her eski daha bir eskiyi uyarıyordu
otlar ve geyikler duruyordu tanımsız sadelikler içinde
sesler mi? acı sesler geliyordu erkeksiz, yanık
bir türlü bakıyor, gene bir türlü soluyordunuz işte
düşündüm, ama merdiven gıcırdıyordu
olmazdı sanki gıcırdamasın, ürpermesindi bir yerimiz
biliyorsunuz olmazdı
ağzımız koksun, ama koksun, biz iğrençliğe de varız
yatalım, leş gibi yatalım, öylesine alıştığımız ki bu
bir kumru bir kumruyu tamamlasın
bir yılan, bir fare bir deliği kapasın bu
sadece bu.

bak göreceksin nasıl da ayrılmak istiyoruz sonra
nasıl da kaçmak istiyoruz birbirimizden
yeniden yeniden yeniden
yeniden hazırlanıyoruz
sanki bir güzelliği ödüyoruz
belki bir güzelliği ödüyoruz.

5
biz olmayan insanlarız, ya da çok kuşkuluyuz -böyle
nereden geldiniz, tam sizi soracaktım -böyle
biraz da soğuk almışım, biraz da içki, biraz da bahçe
yukarı çıkalım, hadi çıkalım, annem çay pişirir size
çünkü o bizim yukarda her zaman bir mavi olur
güneşler girer çıkar ellerinize
biriyle konuşursunuz, olmayan biriyle, hadi sevinin
kim bilir, belki de buluşursunuz
söz verip sizi bekletenlerle
sonra da çıkarız -niye olmasın- bahçeye çıkarız birlikte
otlara basarız, dallara değeriz, bunları hep yaparız
biraz da susmalıyız. insan bir şeyler aramalı kendinde.

dedim ya, annem de var, ama çay pişirmez size
durur da durur işte yıllanmış heykeller gibi
bilmem ki, bilmiyorum da, belki de benim annem yok
belki de öyle beyaz ki, alışmış görünmezliğe.

nereye gidiyorsunuz ama nereye
sanki biz olmayan insanlarız biraz da kuşkuluyuz
ya da çok kuşkuluyuz -böyle.

6
yüzümü size çeviriyorum, siz misiniz?
elimi suya uzatıyorum, siz misiniz?
siz misiniz, belki de hiç konuşmuyorum
belki de kim diye sorsalar beni
güneşe, çarşıya, kadehe uzatacağım ellerimi
belki de alıp başımı gideceğim
biliyorsunuz ya bir ağrısı vardır gitmenin
nereye, ama nereye olursa gitmenin
hüzünle karışık bir ağrısı.

işte bir denizdeyim, dalgalar ortasında
kim olsa denizci der, denizden anlayan der bana
adımı bilmeden der, adımı bilmeden
şafaklar kadar güzel adımı
o zaman bir kıvrılandır, bir kuruyandır dudaklarım
ve gittikçe sıkılmaktır ülkesi sıkıntının
sanki bir yokluğa, bir çaresizliğe bakar gibi
nice yüzler görürüm, nice değişik kıyılar
insanı, o kayalar gibi sert insanı
bekledikleri kadar.

bir ağız, bir tütün, bir mızıka gerçeği gibi
varınca kıyıya birden
değilsin artık gemici.

7
bana bir şeyler söylediniz, anlamadım
bir cümle, bir iyi söz, gene anlamadım
doğrusu hiç anlamadım, siz ne demiştiniz?
ben ne demiştim? ve çekip gitmiştim sonra
öyle ya, niye hiç değişmedi bakışlarımız?
bitmedi, diyorum bitmedi şaşkınlığımız.

o gün bugündür işte -ben mesela
çok usta bir avcının gözleri karşısında
bir çocuk olarak taptaze oyuncakların
ve çok ölçülü saatlerinde ev kadınlarının
ki birdenbire açılan kucaklarında
bitmedi, ama bitmedi şaşkınlığımız.

bitmedi anlaşıp soyunduğumuz gün -o beyaz
bir taşı kaldırdığımda o akıl almayacak yaşayış
tanrıyı sorduğumda, olur ya, günün birinde tanrıyı
odama kapanıp saydığımda ayak parmaklarımı
kapımı çaldıklarında -bunu size söylüyorum anladınız
kaykılmış büyümüş gözleriyle onların
kim der ki yalan, ve yalandır orda konuştuklarımız
bitmedi, daha bitmedi şaşkınlığımız.

üstelik bitecek gibi değil
biri kopmuş ayağından, biri kopmuş kimsesizliğinden
sımsıkı tuttuğu dönerken köşeyi
elinde bir bıçakla
ve öldürmek isterken -kimiyse kimi
gülünç, sebepsiz, bilinçaltı
ama tutalım, koyvermeyelim
tutalım koyvermeyelim bırakın kibarlığı
yanılmak kolay, üstelik çok belli işte yanıldığımız
bitmedi, diyorum bitmedi şaşkınlığımız.

paralar bozduruyoruz, gereksiz eşyalar alıyoruz bu yüzden
içtikçe içiyoruz o çocukluk günlerinin yüzüyle
biri mi öldüydü ne, selviler, mezar taşları, kalabalık
ya da bir masal mı söyleniyordu, hiç mi hiç bitmeyecek bir masal
kim bilir n'olduydu gene
işte bir sevgilinin bırakıp gitmesi üzerine
apışıp kaldığımız, yatıverdiğimiz yemekten sonra
saatin kaç olduğu -üstelik sorulmaz ki
sabaha kadar sabaha
uyuyup uyandığımız
bitmedi, diyorum bitmedi şaşkınlığımız.

evlere sığamıyoruz, öylesine büyüdü ki vücutlarımız
ve konuşmalarımız, öyle büyüdüler ki peşi sıra
hani hep bir olup da eve taşıdıklarımız
kahveden, meydandan, sokak içlerinden
bulup da çıkardığımız
konuşmalar:

- biri geliyor sözü değiştirelim
- yürüsek açılırdık
- bu ne uzun bakmak kendinize
- ağzım mı kokuyor ne, yaa!.. çok kötü bir günümdeyim
- akşama bezik, evet, siz ne içerdiniz?
- annem mi, çok sevinecek..
- belki de sinemaya gideriz..
- bilirsin erken kalkmalı, yarın.. (gülüşler) yok canım!
- siz yarın deyince aklıma ölmek geliyor, katıla katıla ölmek
- bana kalırsa..
- evet size kalırsa
- bana kalırsa şimdiden eğlenelim
- sus!
- biri geliyor
- biri geliyormuş sözü değiştirelim..

yengenin başı ağrıyor, tek sebebi büyümek
masalar, tabaklar, hani şu kirazlar koyduğumuz
kalmadı adım atacak yer bu yüzden
oğuza söylemeli, bir daha çiçek getirmesin
lale de saçlarını kestirmeli
sonra gereksiz eşyalar var, bir gün oturup konuşalım
örneğin şu hasır koltuk neye yarıyor
bana kalırsa babamın mineli saati
tek başına bütün bir odayı dolduruyor
hele annemin güneş gözlükleri

yarından tezi yok, çakımı, kol saatimi, eldivenlerimi
aaa! kitaplarınız
bitmedi, daha bitmedi şaşkınlığımız.

üstelik bitecek gibi değil
çok yaşlı bir kadın yün eğiriyor -düpedüz ilgisizlik
bisiklet yarışları, akşam gezintileri, insan ne güzel eğleniyor
bir hırsız giriyor ellerinize polisler hırsızı kovalıyor
daha akşama çok var -olsun- biri sizi öpmeye hazırlanıyor
bense berbere uğrayacağım, şu saçlarıma bakın!
üstelik bilmiyorum bu şarapları nasıl içiyoruz
balıkları nereden geliyor soframızın hele
yıllardır ama, yıllardır neyi koysalar önümüze
alıştık, sadece bir türlü bakıyoruz.

işte biz böyle yapıyoruz.

8
insan doğduğu günleri iyi bilmeli
size çiçekler aldım, adımı yazdım üstüne, iyi bilmeli
korkunç bir yahudi, korkunç bir pastayı bölüyordu ikiye
bir avlu taptaze bir çaydanlığı gösteriyordu giderek
oooo! demek bütün insanlar çay içecek
bilmem, çok uzakta biri sevindi
sonra ben sevindim; acı mı, sevinç mi, ama bilmeden
belki de ilk olarak vardım ayakta durmanın tadına
sıktım ki sıktım bir ara dişlerimi
bir bakış, bir korku, ya da gereksiz bir eşya
yani ne varsa atılması gereken sırtımda
önce yavaş yavaş, sonra hızlı hızlı
ve bir ortodoks kabalığınca içten
soyundum, yıkandım, ki görülmemiştir böylesi
aklıma geldi derken; acı mı, sevinç mi, gene aklıma
ben ki bir ölüyü beklemekle geçirdim geceyi
bir ölüyü ve ölünün bütün inceliklerini
size çiçekler aldım, adımı yazdım üstüne, biraz da bunun için
gözlerim görüyordu, öyle ki, benden ayrı görüyordu gözlerim
dişlerim ağrıyordu, denir ki ayrıca ağrıyordu benden
bilmem, çok uzaklarda biri sevindi
sonra ben sevindim, kadınlar sarışındı
ben biraz esmerdim, o kadar
işlerim kötü gitti
bilseydim katılırdım savaşlar oldu ötemde
yaşayanlar güzeldi
insan doğduğu günleri iyi bilmeli.

geçen yıl korkulu bir çağda uyandım
sur dışlarına çıktım, sıcak havaları severdim
mezarlar gördüm, müzeler daha güzeldi
annem sevinmek için boncuklar alıyordu çarşıdan
ben boncuğu sevmem, hele kırmızı hiç sevmem
demek çok uzaklarda biri sevindi
sonra ben sevindim, o ben ki işte bütün gün
bir ölüyü bekledim ve ölünün bütün inceliklerini
biri bir cinayetten dönüyordu, şan getiren bir cinayetten
biriyse bir köleydi, kağıtlar kalemler içinde
akşamlara dek bir masa katılığınca gülen
ama o gün bugündür ayrılmadım ben
ayrılmadım işte o
beklediğim ölüden.

pek yakınım olacak, karım, ya da kızkardeşim
belki hiçbiri değil, sadece bir kız
öyle ki, biralar, yaz günleri onunla biraz güzeldir
ama çok iyi bir günde çıldırıverdi
yalnızlıktan
insan doğduğu günleri iyi bilmeli
sonra temizce bir yemek yemiştim, hatırlıyorum
dövülmüş kısraklar gibi uyumuştum
bir şeyler ummuştum, umudu kesmek gibi
sonra da gürültüler yapmak için dışarı çıktım
kocaman bir adamdı dışardakiler
bilmem, böylece kaça çıktı beklediğim ölüler
işte her bakımdan kendini arıyordu biri
şaşırmış arıyordu -ben miydim neydim-
yıkılmış, bunalmış, sürgün içinde
kendini arıyordu, aynı renk, aynı biçimdeki kendini
insan doğduğu günleri iyi bilmeli.

koşup duruyorken, önce aşkların peşi sıra
iyi günler, serin evler, baygın kokulardan gelen aşkların
bu sanki en azından tanrıyla işbirliği
ya da buluşmak gibi özüyle insanların
oysa bir sığıntıydım çok uzaktan bir gülmeye
yalvaran gözleriyle -açılmış açıldıkları kadar-
ya da bir tilki avında kim bilir kimin inceliği
-gözleri, ufukta bir yerdi işte gözleri-
belki de yer alıyordum korkuyla avuntu karşısında
belki de yitirilmiş, yok bakacak bir yeri
ya da bir ölüydük işte ve ölünün bütün incelikleri
size çiçekler aldım, adımı yazdım üstüne, iyi bilmeli
korkunç bir yahudi, korkunç bir pastayı bölüyordu ikiye
bir avlu taptaze bir çaydanlığı gösteriyordu giderek
oooo! demek bütün insanlar çay içecek
hayır! çok uzakta biri sevindi.

9
artık ne uyanmak için bu sabahlar
ne de bekliyoruz, beklemek için değil
üstelik ne de bir karanlıkla anlatıyoruz bu düşünceyi
ne açıp da ağzımızı tek kelime
yok, hayır, kaskatı durmuşuz sadece
durmuşuz; ölümü, acıyı, daha neleri durdurmak için
evet bir de cins tuzaklar kurmuşuz gözlerimize
tuzaklar, ve sanırım herkesin işi bizi anlamak
biz ki dört kişiyiz evde; ben, çocuklar ve karım
artık adını sürdüremiyoruz gizli kalmanın
içkiler içiyoruz, en çok da kötü içkiler -hıh sığınmak!
bilmem ki ne demeli, böylesi içinden geliyor insanın
belki de alışıyoruz, soylu bir düşüncedir alışmak
diyoruz, belki de
en önce isa alışmıştır kendi söylevlerine
sonra da biz; ya durmak, ya da bir zincirle oynamak bütün gün
ya da pek olağan şey, katılmak bir döğüşe
korkmak, o kadar korkmak ki sonuca varmak için
sinmek, kalakalmak dört duvar arası bir yerde
bakınca duvarlara -üstelik böyle de bakmak kendimize
biz ki dört kişiyiz evde; ben, çocuklar ve karım
diyoruz -ve gülünçtür bu- herkesin işi bizi anlamak
artık tadını sürdüremiyoruz gizli kalmanın.

karımı soruyordunuz, her zamanki gibi çok geveze
bir gün onu yaşarken görmüştüm -görmüştünüz
çiçek mi koparıyordu ne, elini tutmuştum tutmuştunuz
yani ben ne yaptıysam, o sizin de yaptığınızdı biraz
ben ki neyi yapmıyordum, o sizin de yapmadığınızdı.

karımı sormuştunuz, nedense ölmüştür karım
sizinle yemeğe gitmek gibi kolay ölmüştür işte
o kadar kolay ölmüştür ki, belki de anlatırım
ne süs, ne çiçek, ne de bir şölen
üstelik ne de bir şey eksiltti gülümsemesinden
konuşup duruyordu gene akşamlara dek
kumarsa kumar, içkiyse içki
yani bir kedi gelirdi arada bir
bir köpek siyaha koşardı ellerinden
bense o günlerde bir kürk tacirinin evinde
tırnakları kirli bir oğlanla
bir gemici durmadan sıkıntıyı anlatır
şişeleri devirirdi elinin tersiyle.

karımı sormuştunuz, nedense ölmüştür karım
sizinle yemeğe gitmek gibi kolay ölmüştür işte
o kadar kolay ölmüştür ki, elbette anlatırım
bana gelince, günlerce kendimi yokladım ben
elimi kanattım, yüzümü kestim, kafamı vurdum bir yerlere
uyudum, uyudum, uyudum öylesine
ve şaşırdım böylece yemek saatlerini
ve sabahlara karşı yattım, aklıma çocukluğum geldi
sevdim ki sevdim o her zaman sevmediğim şeyleri
koynuma bir bıçak yerleştirdim, düşmeyecek gibi eğilirken
geceleri kapkalın adamlarla döğüştüm, ama döğüştüm
birinde yaralandım, üç dikiş vurdular göğsüme
bir gün de peşi sıra gittim bir adamın
siyah elbiseli, siyah şapkalı, eldivenli
adamsa ummadığım şey, bir bankaya girdi
isteğim kirli işlere karışmaktı, olmadı

bir gün de bir lokantaya girdim, yanımda biri vardı
iğrendim, ama susmayı seçtim sadece
böyleyken garsonun biri elini kesti
çıkardı mendilini, bir düğüm attı üstüne
masaya geldi derken usullacık masaya
geldi: ne içersiniz? sahi biz ne içer mişiz?
şarap mı, konyak mı, ve ne dermişiz viskiye
çıkalım dedim o yanımdaki kız gibi herife
başını salladı, kim olsa böyle yapardı, çıktık
karanlık, uzakta surlar, ve kadınlar geliyordu üstümüze
bense şaşırmış gibi çıkalım diyordum durmadan
adamsa bakıyordu, şaşırmış bakıyordu kendimize
hep böyle diyordum işte, çıkalım çıkalım çıkalım
çıkalım diyordum, çıkalım diyorduk, hadi çıkalım!
nereye, ama nereye?

belki de biliyoruz, doğrusu bilmiyorum, biliyor musunuz?
ben askerdim, yağmur mu yağıyordu, bir yere geldim
üçüncü sınıf bir otele indim, tırnaklarım kirliydi biraz
bir o kadar da kirliydi ayaklarım
burnum mu kanadıydı ne; ispirto, pamuk, sırtüstü yatmak
yattım öğleye kadar, otelci karısını dövdü aşağıda
üç çocuğu vardı otelcinin, bir horozun başındaydılar
sabahsa karışık bir şeydi, sanırım peynirler, salamlar kesiyordu adamlar
en ayıp yerlerini tıraş ediyordu biri
alıştım gitti
sonra yıkandım, tıraş oldum ben de, görmeliydiniz
sonra da bir bara gittim -neee! bara mı gittiniz?
doğrusu müzeleri gezecektim, biriyle buluşacaktım -sonra da
tam üç yıl oluyor özlediğim bir kadınla..
öldüyse, hayır ölmemiştir, nereden çıkardınız?
neyse ben bara gittim, çıkarken anladım gittiğimi
başım da ağrıyordu, üstelik alnımın üstünde koca bir yara
ya duvara çarptımdı, diyorum, ya da kestimdi bir bardakla
ya da kim bilir, bana sorarsanız tanrısal bir şey
elbette, kim ne der, inanmışım ben
bir keder, bir susuş, ve bütün bunların yüze vurmuşluğuna
otele döndüm sonra, oteller gidiyordu biraz
girmeler, çıkmalar, uzanıp yatmalar büyüyordu odalarda
otelci duruyordu, karısı duruyordu, çocuklar durmuştular
birden aklıma geldi, dilimi çıkardım onlara
dilimi çıkardım; sipsivri, kıpkızıl, ucunu oynatarak
onlar ki biraz şaşkın, acıyorlar gibi biraz da
sonra pek tuhaf oldu, ne yapsam, yalıyor gibi yaptım elimi
öyle ya, elimi kestimdi ben -ne yani, deli değilim ya!

yukarı çıktım, bilseniz çığlıklar içindeydi odam
yataklar bir şeyleri kaydırıyordu soluk soluğa
bardaklar büyümüş -o gün bugündür anlatamam büyümeyi
çoraplar, gömlekler, kravatlar taşıyordu sokağa
bir kedi esniyordu -ben gördüm- üstünde şehirlerin
bir böcek -yetişir be- dünyayı yokluyordu bacaklarıyla
yığılmış kalmışım öyle, sonradan anlattılar
iyi ki anlattılar, otelci karısını dövdü gene aşağıda
biliriz, üç çocuğu vardı işte otelcinin
ama bilmiyoruz, biz neydik ve ne olmaya.

kalktım bir bara gittim -neee! bara mı gittiniz?
doğrusu müzeleri gezecektim, biriyle buluşacaktım -sonra da
tam üç yıl oluyor özlediğim bir kadınla
kadın mı dediniz, dedim ya, ne olacak?
hiiiç!
alışmak, sadece alışmak.

ben o kadınla yattım mı, kör olayım bilmiyorum
inanın yattımsa
ama bilmiyorum.

10
"ya ne yapmalı" diyor annem bu geçkin çizgileri
"yıllardır aynı evdeyiz" bunu ne yapmalı
babam: ve ne yapmalı diyor bu bir yığın geleneği
işte bir sahnedeyiz: ev, gelenek, duygulu kadın
bense ufacık taşlar üzerinde bir ufacık şey olmanın
bir pencere beyaz, bir karanlık mayhoş, ne iyi
sürüyle odalar, sürüyle gülüşler, sürüyle konuşmalar
ne yazık! vakit de yok kurtarmak için geleceği
düşünsek bile şimdiden -düşünemiyoruz ya
üstelik ne çıkar bundan, ve ne katardı yaşamamıza
hiçbir şey! çünkü ne varsa içimizde gelecek için
sanki bir öyküsü bu hayatı süslemenin
soframız, yatak odalarımız, lambalarımız
annemin tarih kitapları, babamın güneş gözlükleri
kuyular gibi işte, şişeler sarkıttığımız yaz akşamları
tavan arasındaki boşluk, gölgesi karşı duvarın
kırlangıç yuvaları, yüzümüzden cins kanatların geçtiği
kavunlar karpuzlar yardığımız, o yemekten ayrı düşündüklerimiz
bir şey mi kaybettik öyle, kim bilir bize neler eklediği
sonra bir bıçak gibi durduğu sarısı içe çökmüş lambaların
babamın kaşları çatık, annemse düşünceli
kim bilir n'olduydu gene, diyelim bir yoksulluk önceliği
belki de hiçbiri değil, canımız sıkılmak istemiş o kadar
annem: ve ne yapmalı diyor bu geçkin çizgileri
böylece bir sahne daha: güneşler, alışmak ve biz
sanki bir tramvaya bindik, az sonra ineceğiz

aksilik bu ya, diyelim ansızın bozuldu tramvay
bindik ve yeniden beklemeye koyulduk hepimiz
işte bir sahne daha: bir sigara yaktıydı babam
annem saçlarını düzeltti, bir şeyler gösterdiydi eliyle
bizse kısa bir oyun tutturduk, hiç! yetinmek için sadece
öyle bir sahne ki bu: anladık, sevdik, ve unuttuk her şeyi
sonra bir tramvay daha geldi.

11
size baktığım yol uzamakta
kendime baktığım yol uzamakta
yoruldum, bunaldım, canım sıkılıyor
eve dönmeliyim, iyi bir yemek, uyumak istiyorum sonra
yok eğer uzayıp gidecekse bu iş
derim ki vakit erken, hava da güzel nasıl olsa
çocuklar görürüm, uzağa bakarım, saçlarımı tararım hiç değil
belki de biri seslenir, güneşler güneşler tutan uyruğunda
bir resim görürüm ya da -ortalık inceydi biraz
ya da bir resim gördüm; köşede, antikacıda
ve düşündüm diyelim yanında bizim şamdanların
bir uyuşma olacak annemin saçlarıyla da
ne zaman? elbette sabahları
sabaha baktığım yol uzamakta
bilirim, her şey tamam, yemek de yendi kurtuldum
uykuya baktığım yol uzamakta
uyumak, nasıl uyumak, daha bilmiyorum
iki perde arası soğuk bir limonata
belki de çıkınca evden taşıtlar beklediğimiz
ve taşıtlar beklediğimiz durakta
birini gördüğümüz ya da, geveze, kaypak, sıkıcı
bitmesi bir olayın -ölüm mü geliyor aklınıza?
kim bilir, belki de ölüm
ama korkmayın, bütün iş korkusuzlukta
öyle ya, ha dibinde ölmek gümüş şamdanların
ha bir cellat elinde, gözleriniz kapalı
belki de yürüyorken, iki taşıt arasında
belki de bir intihar; güzdü, çiçekler vardı

şişman bir adam kulaklarını tutuyordu dünyada
dünyaya baktığım yol uzamakta
ve biraz düşünsek mi, alıştık nasıl olsa
kim bilir neyi istiyorduk, neyi anmıştık az önce
dönsek mi dersiniz, gene dönsek mi oraya
oraya baktığım yol uzamakta
ya da bir bahçedeyiz -üstelik kadınlar vardı
ağzınız, çatallar, tarçınlı pasta
ya da bir toplulukta -iyi yaptınız!
bu çok hoştur! -size söylüyorum! -yaramaz çocuk!
beni de sandınız! -evde mi? -hayır! limonlukta
ve hemen kalktınız, bir yangın yeriydi orası
ya da aklınız olacak sizi bir yangın yerine bağladı
kızgın güneşte bir şişe ispirtoyu devirdiniz
kutsal bir iş yaptınız ve yerleşti sizde bu kanı
belki de bir din devirdiniz; anneniz, annenizin saçları
gümüş şamdanlar, sabah ışığı, vesaire
ve sanki her olay, her davranış ölümün bitişiğinde
işte evdesiniz, iyi bir yemek, uyumak istiyorsunuz sonra
istemek, neyi istemek, daha bilmiyorsunuz
açtınız radyoyu, ılıyan bir ses kanınızda:
aıu, iao, ağ uğ ağ
ve kahkahalar arasında kahkahalar
orada, aşağıda
tek umut, tek varış, tek kurtuluş gibi
ve kaskatı kesilmiş, beyaz
sallanıyorsunuz boşlukta.

12
bir kedi başını kaldırdı, ve adam esnedi -tak
bir yüzü vardı kocaman düşüverdi avuçlarına
bilmem ki gelir miydi? -saat üç buçuk -üstelik hava
sonra şu yağmur bulutu, boşandı boşanacak
bir kedi ürperdi, ve adam yeniden esnedi -tak
acaba?
yazıldı saatin üç buçuk olduğu havaya
boşandı taptaze üçler halinde bir yağmur
kim bilir, bu saatte, onu anlıyorum
belki de unutmuştur.
işte düğmeler, iğneler, ibrişimler satılan bir dükkanda
herkesin akşamı onu buluyordu
bir adam sakallarını yokluyordu kasılarak
sizi bekliyorum -beni bekliyormuş- niye olmasın?
bir bakış, bir gülüş, ve yüzünü yüzüne tutuyordu ustaca
adamsa şunu yapıyordu: hiçbir şey, ama hiçbir şey
ne tuhaf! -ben olsam! -ne çıkar ben olsam da
gelmedi, gelmeyecek ve otuz yıl önce yazlıkta
oturmuş bir köstebek yavrusunu bekliyor
çıkmadı, ama çıkacak -babası sesleniyor
bir sofra duruyor, gerilmiş çilek kokularıyla
tam çileğe geldi sıra, uzattı çatalı batıracak
hayır! bir tuhaftır bu, insan gecikmek ister biraz da
gecikmek: sanırız bizi bir şeyler bekliyordur olağanüstü
işte ansızın biri çıkacaktır karşınıza
hiç yoktan biri çağıracaktır sizi
ya da bir kadın bayılacak, bir memur çıldıracaktır önünüzde
bir kurşun, bir kurşun daha

yere serecektir bir serseriyi
gecikmek: bana kalırsa eve dönmeli en iyisi
bir küfür, bir patırdı ve babası çıkışıyor
annesi, annesi biliyor başına geleceği
bahçede bir kız çocuğu erik ağacını sallıyor boyuna
diyelim her olayda böylece bir şeyler bulunur
kalsın, daha çok zaman kalsın diye hatırda
bir gün, bir benzin deposu havaya uçmuştu biliyorum
bir alev, bir duman, usulca sokulmuştum
yanmış bir cep saatini aklımda tutmuştum yıllarca

gelmedi, ama gelecek, nedense alıştık zamansızlığa
bir kedi başını kaldırdı, ve adam esnemedi bak
demek siz! -koca ihtiyar! -ıslandım işte!
saat üç buçuk, vallahi saat üç buçuktu gene
hey tanrım neye yaradı sanki unutulmak
kadın saçlarını tarıyor, ve usulca sokuluyordu adama
adamsa ayağa kalkıyor ve işte ayağa kalkıyordu ustaca
dışarı çıkıyor, içeri giriyor, üç aşağı beş yukarı
kadınsa domates doğruyor, yok mu bu yaz yağmurları
evet, sahiden, niye?
soruyor kadın:
bu yaz yağmurları..

13
şimdi her yerden bakıyorlar -demek uykusuzum-
kral birini çağırıyor uykusu bitmiş olarak
işte salı, akşama doğruyuz, bay kemik taciri kestiriyor
vahalam'da, bilmem ki neresidir vahalam
babamın, ak saçlı babamın açtığı yara
bir tarla konusu
oy bre dolduran doldurana boşluğu
babamın akıttığı kan
bilmem ki neresiydi, neresidir vahalam
babamı tanıyorum: çorabı, tütünü, acılarıyla o adam
eksiği yok küfürden başka
onu buğdaylar öldürecek, sapsarı öldürecekler onu
belki de gelenek bu
al kılçıklarıyla ve hep birden -tamam!
bilmem ki neresiydi, neresidir vahalam.

kral birini çağırıyor, basarak parmağını kağıda
bay kemik taciri çamurdan yüzünü üstümde tutarak
hırçın ve kadınsal bir sesle çıkışıyor
anlamak, sadece anlamak istiyor korktuğumu
bir adam sokağın alt yanını doldurdu
kırmızı elleriyle
masa camında bir çınar yaprağı derinleşiyor
evet, sizi anlıyorum
yani kendimi
saat beş, bu üçüncü çay, kalkınan bir yerimi öldürüyorum
ve işte bilmiyorum katil kim
bir burgu, gene bir burguyu oyuyor
ve karım otuzunu dolduruyor bu akşam
saat beş, diyorum erken dönmeli eve
kral birini çağırdı ve işte birini kovmak üzere

gene bir yanlışlık olacak, hadi kazandı bay kemik taciri
beni bu kemikler öldürecek, yağlı, pis hayvan kemikleri
olanca aklığıyla, ve hep birden -tamam!
bilmem ki neresiydim, neresiydi vahalam.

kral tacını çıkarıyor, başı ağrımış olacak
onu selamlıyorum, kapıyorum kapıyı ardından
saat beş, bakınca camdan onu görüyorum
camlarda iri bir gölge derinleşiyor, o
kralsa tavana bakıyor, bir kristal avize haklayabilir onu
vay kemik taciri karşıya geçiyor başarıyla
ben sadece paltomu giyiyorum

akşam
kral birini çağırdı; biraz et, biraz da şarap
oturmuş masaya bay kemik taciri
karısı ve dört çocuğuyla
duvarda bir tüfek asılı, durmadan ona bakıyor
tavşanlar, keklikler, turnalar oluyor tüfeğin ucunda
başkaca bir şey olmuyor
ben kötü bir meyhaneye dalıyorum, ortalık küf kokuyor.

duvara alıştırıyorum gözlerimi -siz nesiniz duvarlar?
hiiiç! sadece duvarız biz
öyleyse bir yarım saat, karım da bekleyebilir
adamlar önce beyaz değil, sonra beyaz
bir şapka gene bir şapkaya asılı
bir palto gene bir paltoya
bir adam kendiyle döğüşüyor bir adamda
evet onu anlıyorum
-yani kendimi-

bir kadın bir sürahide biriyle sevişiyor
bir burgu gene bir burguyu oyuyor ayrıca
bir adam dikilmiş ve dikilmiş içiyor durmadan
hey tanrım! omuzlu, güçlü, kuvvetli
kocaman bir çocuk yüzü taşıyor yalnızlıktan.

gece, saat on, karım otuzunda olmalı diyorum
bir gidip bir geliyorum karanlıklarda
çiçekler alıyorum, bitmeyen çiçeklerini gecikmelerin
ve dalıyorum içeri ışıksız bir kapıdan
aranmak, yenilmek, ve hayır! utanmaktı vahalam
kral uyandı, karım iç çekiyor durmadan
bir sabah ışığı kendini yerden yere vuruyor
kızım uyuyor, ve uyuyan biri gibi konuşuyor karım
bir duvar resmi gibi konuşuyor
kral?
kral uyandı.

saat dokuzu on beş geçiyor, üşüyorum
güneşler mi vuruyor sırtıma ne, üşüyorum
ölgün ve değişmez adımlar atıyorum, üşüyorum
karanlık, pis adamlar çıkıyorlar mağaralarından
ne umut, ne hiçbir şey, sadece çıkıyorlar
bir gece, bir sabah, ve benim bakışlarımı taşıyorlar
karım ağlıyor, kızım uyuyor, karımsa gene ağlıyor
diyorum
kim bilir
belki de
tamam!
orasıydı vahalam.

14
işte bu boşluk, durmadan bizi çağırıyor
kremler, pudralar, iç bulantıcı kokular gibi
bir kır bekçisi köpeğini sevdi
bir çocuk delinmiş bir kovayı sürüdü -nereye?
bir kadın bağırdı bağırdı bağırdı
tam on yıl öncesine yarayacak bir sesle.

[çoğullama]

biz kadınız, bilmeden seviyoruz bu kedileri
seviyoruz, bir sevilme içgüdüsüyle
bu bizim yüzümüzde ufacık çizgiler oluyor -acaba
evet, çok değil, konuşurken düzeltiyoruz
orayı burayı topluyoruz, yeriyse çocuklarımızı öpüyoruz
ama biliyorsunuz ki gene de
hepimiz, işte hepimiz
bitmenin, tükenmenin yorgunluğu içinde.

gözler mi? tavana dikili, hayır, pencereye
yağmalar, sürgünler, yangınlar içinde
çünkü bu boşluk; tüneller, çukurlar, kapkacak ağızları
mağaralar, denizler, gökyüzleri değil de
bu boşluk, o bir türlü dolduramadığımız, o
orman, dağ, kısacası evrenle.

[çoğullama]

biz bu lavanta kokularını bilmeden taşıyoruz
biz bu tavanı bilmeden eski rengine boyuyoruz
bu bizim terliklerimizde ufacık güller oluyor -acaba?

evet, çok değil, onları bilmeden hoşa gideriyoruz
sormayın, ama sormayın, bilmeden aralık tutuyoruz kapılarımızı
bilmeden bekliyoruz, bilmeden uyuyoruz sabahlara değin
kim bilir, belki de biz
tanrısıyız en olunmaz şeylerin.

bu bizim en düzenli hareketimiz: olmak
asılıp kalmışız sokak fenerlerine
asılıp kalmışız öyle, görenler bizi görüyor
görenler bizi görüyor, ve gidip geliyoruz dikkatle
doğrusu, niye saklayalım, hepimiz bunu yapıyoruz
ama biz yaşıyorken de bunu yapıyoruz sadece
cansız
ve gidip geliyoruz dikkatle.

[çoğullama]

biz bu kendimizi boşuna soruyoruz kendimize
boşuna asıyoruz onları, boşuna öldürüyoruz
bu bizim gözlerimizden ufacık şeyler geçiyor -acaba?
evet, çok değil, bakışırken düzeltiyoruz
biz ne garip şeyleriz ki; doluyuz, bazıyız, avuntuluyuz
ve bizim en güzel öldüğümüzdür bu; yaşamak
ben biliyorum, yalan mı, siz de biliyorsunuz.