31.07.2017

uzun lafın kısası

oğuz atay: bütün büyük bireyler yalnızdır.

alper canıgüz: insan yüreği bir sarkaç gibidir. istediği noktaya ulaştığı anda tüm hızıyla tam tersi tarafa kaymaya başlar.

jack london: sopa kimdeyse yasa odur. gönlü hoş edilmese bile, boyun eğilmesi gereken bir efendidir.

kerime nadir: geçmişe bakarken her şeye rağmen, içimde derin bir hüzün duymaktayım. değişen dünya ile beraber kaybolan yıllarda yalnız gençliğimiz değil, sevdiğimiz hemen her şey yok olup gitti. bu dünya bizim dünyamız bile değil artık.

epikuros: azla mutlu olmayan insan hiçbir şeyle mutlu olamaz.

bayezid-i bistami: ben müritlerden ziyade münkirlere güvenirim. çünkü münkirin inkarı açıktır. ama ya mürit ikiyüzlüyse? işte ona yanarım.

hakan günday: dünyanın en eski mesleği fahişelikse, dünyanın en eski hayal kırıklığı da aşktır.

robert owen: yoksulluk, suç ve ceza, bütün dünyada hüküm süren çeşitli sistemlerdeki kusurlardan kaynaklanır. hepsi de cehaletin kaçınılmaz sonucudur.

alexander pope: çoğu kadın kişilikten tümüyle yoksundur.

stephen spender: genellikle göz kamaştırıcı şeyler yapan insanlar sıradan insanların yaşamını oluşturan sıradan şeyleri yapmakta tamamıyla başarısızdırlar.

charles bukowski: bir insanı neyin yiyip bitirdiğini asla bilemezsiniz.

mary wollstonecraft: servet sahibi bir insan erdemli bir insandan daha fazla saygı görüyorsa insanlar erdemden önce servet peşinde koşacaktır. akıllarına değil, güzelliklerine ilgi gösteriliyorsa kadınların zihinleri ekilmemiş topraklar olarak kalacaktır.

çekiç konuşuyor

friedrich nietzsche

"neden bu kadar sertsin?" dedi kömür elmasa; "çok yakın olmadığımız için mi birbirimize?"

neden bu kadar yumuşaksınız? ah kardeşlerim, ben de böyle soruyorum sizlere: kardeşim olmadığınız için mi?

neden bu kadar yumuşak, dirençsiz ve uysalsınız? neden kalplerinizde bunca inkar ve feragat var? bakışlarınızda buncacık yazgı?

yazgıları olmayacaksanız, yaman olmayacaksanız, nasıl fethedeceksiniz benimle?

sertliğiniz birden belirip kaybolmaz ve parçalara ayırmazsa: nasıl bir gün benimle yaratacaksınız?

çünkü bütün yaratıcılar serttir: ve elinizi balmumuna basar gibi bin yıllara basmak mutluluk gibi geliyor olmalı size.

metal üzerine yazar gibi bin yılların istenci üzerine yazmak, metalden daha sert ve daha soylu. sadece en soylu kusursuzca serttir.

size bu yeni yasa levhasını sunuyorum, kardeşlerim: sert olun!

satranç

edgar allan poe

satranç oyununun düşünce üzerindeki etkileri çok yanlış anlaşılmıştır. bir satranç oyuncusu hiç çözümleme yapmadan bazı hesaplamalar yapar. gösterişi sevmeyen dama oyununun, ustaca bir araya getirilmiş saçma zorluklarla dolu satranç oyununa oranla, düşünce gücünün en yüksek katlarını kullandırmak bakımından daha kesin, daha yararlı olduğunu düşünüyorum.

satranç oyununda taşların değişik, başka başka hareketleri vardır; değerleri de çeşitlidir, birbirine uymaz. karışıklığı derinlik sanıyor, yanılıyorlar; -görülmemiş bir yanılma değil doğrusu- bu oyun bütünüyle dikkate dayanır. bir an dikkatiniz gevşeyecek olsa hata yaptınız demektir; ya bir taş kaybedersiniz ya da yenilirsiniz. hareketler sadece türlü türlü değil, üstelik karışıktır da; o yüzden bu gibi hatalara düşme olasılığı çoktur. on oyundan dokuzunu, kafası derli toplu işleyenler kazanır. zeki olmak yetmez.

damada ise tam tersine hareketler tek çeşittir, pek öyle bir değişiklik yoktur. dikkatsizlik olasılığı azalmıştır. dikkat kullanılmaz bile. her iki taraf da kazandıklarını kendi beceriklilikleriyle kazanırlar.

daha elle tutulur bir örnek verelim: bir dama oyunu var diyelim, sadece dört tane dama olmuş taş kalmış ortada. elbette ki böyle bir durumda hata yapılması beklenemez. kazanmak için -oyuncular eşdeğerde iseler- görülmemiş bir hareket yapmak gerekir. öyle bir hareketi de insan ancak kafasını kullanarak bulabilir. basmakalıp çarelere başvuramayacağından, çözümleyici, karşısındakinin ruhuna girmek, düşünüşünü anlamak zorundadır. böylece, bir bakışta, -bazen gerçekten gülünecek derecede basit olan- ana yöntemler, baştan çıkarıcı, yanlış hesaplara sürükleyici oyunlar buluverir.

avuntu

alice munro


zamanın asla iyileştiremeyeceği

bir keder yoktur

bir kayıp, bir ihanet yoktur

yarası sağalmayacak


öyleyse avunsun ruhun

ayırsa bile mezar

sevenle sevileni

paylaştıkları hayattan


gördün mü yağmur dinmiş

ve o güzelim güneş ışıldıyor

çiçekler nasıl da güzelleşti

nasıl da güzel bir gün bugün


üstünde fazla düşünme

ne sevginin ne de görevlerin

uzun zamandır unuttuğun dostlar

yaşamla ölümün

her şeyi sonuçlandırdığı yerde

bekliyor olabilirler seni


kimse uzun süre yas tutmayacak ardından

dua etmeyecek, özlemeyecek de seni

yerin hep boş kalacak

orada olmadığın zaman

kıt'a

şair eşref


padişahım bir dirahta döndü kim güya vatan

her gün bir baltadan bir şahı hali kalmıyor

gam değil amma bu mülkün böyle elden çıkması

gitgide zulmetmeye elde ahali kalmıyor

rezalet

nietzsche

çalışmak bir rezalettir; çünkü hayatın kendisinin bir değeri yoktur. ama eğer hayat sanatkârane hayalin baştan çıkarıcı süsleri içinde parlıyorsa ve şimdi gerçekten bir kıymeti var görünüyorsa, çalışmanın bir rezalet olduğu sözü o zaman da geçerlidir. hem de sırf hayata devam etmek için savaşan bu insanın sanatkâr olabileceğinin imkansızlığı duygusu içinde. daha sonraki devirlerde sanat ihtiyacı olan insan değil, köle belirliyor genel tasarımları. yani yaşayabilmek için, doğası gereği bütün ilişkilerini yalancı adlarla adlandırmak zorunda olan biri olarak. insan onuru, iş onuru gibi aldatmacalar kendi kendinden saklanan köleliğin zavallı ürünleridir.

kölenin bu tür kavramlara ihtiyaç duyduğu, kendi hakkında ve kendisi dışındakiler hakkında düşünmeye heveslendirildiği bu çağ ne kadar zavallı!  kölenin suçsuzluk halini bilgi ağacının meyvesiyle yok etmiş olan zavallı baştan çıkarıcılar! şimdi bu adam bu tür saydam yalanlarla, sözde "herkesin eşitliği" ya da "insanın temel hakları", insanın insan olmadan dolayı hakkı ya da işin onurunda, biraz daha derin bakışlı herkes için aşikâr yalanlarla günbegün oyalanmak zorunda. hatta anlamasına izin bile verilmez. hangi basamakta ve hangi yükseklikte ancak şöyle böyle onurdan söz edebileceğine, yani asıl bireyin tamamıyla kendini aştığı ve artık hayatının bireysel devamının hizmetinde üremek ve çalışmak zorunda olmadığı yerde bile.

30.07.2017

joan ve lillian

erich maria remarque

lillian başını salladı. "yorgunluk! diye düşündü. can sıkıntısı! yanımdaki bu sağlıklı canlı varlık her tarafımın titrediğini hissetmiyor mu? içimde neler olup bittiğini anlamıyor mu? yeryüzünün donmuş resminin içimde birdenbire eridiğini, hareketlendiğini, konuştuğunu, yağmurun, ıslak kayaların, gölgeleriyle ışıklarıyla birlikte bütün vadinin ve caddenin konuştuklarını hissetmiyor mu? kendimi onlarla bir daha asla şimdi olduğu kadar iyi hissetmeyeceğimi anlamıyor mu; sanki bir beşikte yatıyorum, bilinmeyen bir tanrının kollarındayım, küçük bir kuş kadar başkasına bağımlı ve ürkeğim ama yine de bütün bunların benim için bir kereye özgü olduğunu biliyorum. onlar bana, ben de onlara kavuşurken aynı zamanda da birbirimizi yitiriyoruz. bu cadde, bu köyler, mola yerlerinin önündeki kamyonlar, aydınlanmış pencerelerin ardından duyulan bu şarkı, bu gri ve gümüş renklere bürünmüş gökyüzü ve bu adlar; osogna, cresciano, claro, castione ve bellinzona, güçlükle okunan bu adlar sanki hiç var olmamışçasına hemen ardımdan gölgeler gibi yıkılacaklar. bir yandan elinden her şeyi kaçıran bir elek, öte yandan da her şeyi toplayan bir sepet olduğumu görmüyor mu? yüreğim dolup taştığı için sözcüklerin boğazıma takıldığını, yüreğime yazılı birkaç adın arasında onun adının da bulunduğunu ama her adın tek bir anlama geldiğini, yani yaşam demek olduğunu fark etmiyor muydu?"

"artık bir şey düşünme joan, hiçbir şey düşünme ve soru da sorma. sokak lambalarının ışığını ve binlerce renkli işareti görüyor musun? ölmekte olan bir asırda yaşıyoruz ve şehir hayatla titriyor. kendimizden ayrılmışız, kalbimizden başka hiçbir şeyimiz kalmamış. ben uzaklarda, ayda idim ve geri geldim. sen buradasın ve sen hayatsın. başka bir şey sorma. senin saçlarında binlerce sorunun içindekinden daha çok sır var. önümüzde gece, bir saat ve ebedilik. ta ki sabah pencerelerin önünde uğuldayıncaya kadar. insanların birbirini sevmesi her şeydir ve daima tekrarlanan bir harika ve dünyada en belli başlı şey. sevgi olmadan insan yarım adam sayılır, üzerine birkaç tarih yazılmış bir kâğıt parçası ve birkaç rastgele isim. böyle zamanda insan ölse de olur."

"ölmeyeceğiz. evet, biz değil zaman ölüyor. kahrolsun o zaman; daima ölür. halbuki biz yaşarız. biz daima yaşarız. uyandığımız zaman ilkbahar, uyuduğumuz zaman sonbahar ve aynı anda binlerce defa kış ve yaz olur. birbirimizi sevdiğimiz zaman hareketsiz durur ve asla yorulmayız. bu büyük bir şeydir. her gün bir fetih ve yıldan yıla bir yenilgimiz olur. fakat bu kimin umrunda? gözlerin parlıyor, güzel sevgilim ve dudakların genç. bilmece aramızda titriyor. ben ve sen, cevap ve soru. gecelerden, karartıdan çıkan, bütün ışıkların heyecanından çıkan, vahşi şehvetlerin en ufak seslerinden altın fırtınalarla sıkışmış, en ilkel hayvan hücresinden ruth, esther, helen, aspasia ve yol üstü kiliselerdeki mavi meryem analardan, ormanlardan ve hayvanlardan sana, sana."

taşralı kız

charles bukowski

büyükbaba bize dolgun bir çek yazdı, kente döndük. tepede küçük bir ev kiraladık, sonra joyce'un ahlak damarı tuttu. "ikimiz de iş bulmalıyız." dedi joyce, "iş bulup onlara paralarının peşinde olmadığımızı kanıtlamalıyız. kendimize yetebileceğimizi kanıtlamalıyız."

"yavrucuğum, yuva zihniyeti bu. her salak gidip bir iş dilenebilir. bilgece olan çalışmadan yaşamaktır. biz burda buna 'uyanıklık' deriz. ben iyi bir 'uyanık' olmak isterim."

kabul etmedi.

öğle yemeğinden ya da akşam yemeğinden ya da her ne idiyse ondan sonra -o çılgın on iki saatlik vardiya sonrasında nerede olduğumdan bile emin olamıyordum- şöyle dedim ona:

"bak, yavrucuğum, üzgünüm ama bu işin beni delirttiğinin farkında değil misin? vazgeçelim. rahatımıza bakalım, sevişelim, yürüyüşe çıkalım, sohbet edelim. hayvanat bahçesine gidelim. hayvanlara bakalım. arabamıza atlayıp okyanusa sürelim. topu topu kırk beş dakika burdan. bilardo oynayalım. yarışlara gidelim, müzelere gidelim, boks maçlarına gidelim. arkadaş edinelim. gülelim. bu yaşadığımız hayat, herkesin yaşadığı hayat, bizi öldürüyor."

"hayır, hank, onlara kanıtlamalıyız, kanıtlamalıyız."

küçük taşralı kız konuşuyordu. vazgeçtim.

29.07.2017

deha

pierre assouline: deha, uzun bir sabırdır.

stendhal: dehanın temel niteliklerinden biri, bayağı insanların açtığı yolda sürüklenip gitmeye boyun eğmemektir.

alain de botton: oscar wilde'ın gümrüğe tabi bir şeyi olup olmadığını soran gümrük memuruna verdiği yanıt, "yalnızca deham" olmuştu.

danilo kis: yetenek bir tür lanettir. puşkin yeteneği yüzünden öldü. tanrıdan gelen bir armağan kadar kıskanılan bir şey yoktur. yeteneklere az rastlanır; ama niteliksizler yığınladır.

apostolos doxiadis: saman alevi gibi birden parlayıp sonra sönüvermek, vaktinden önce yetişen az sayıda dehanın ortak kaderidir.

james joyce: deha sahibi bir insan hata yapmaz. onun hataları istençlidir ve yaratıcılığının kapılarıdır.

saul bellow: gerçek hayatta hiçbir şey kusur kaldırmayan bir beklentiyi karşılayamaz ve beklentinin kusursuzluğu iç sıkıntısının en büyük nedenlerinden biridir. çeşitli yetilere sahip, zihinsel yönden ve yaratıcılık açısından üst düzeyde olanlar, kısacası bütün yetenekliler kendilerini on yıllar boyunca bir kümese tıkılmış, silik bir hayat sürmeye mahkum kişiler olarak görürler.

philipp vandenberg: dahiler genellikle sıradışı yaşam biçimleriyle kendilerini gösterirler.

charles dickens: büyük dehanın hayatta yüce bir doruğa çıkardığı her erkeğin, genel karakteriyle bağdaşmazlığından ötürü büsbütün göze batan kimi küçük zaafları olur çoğu kez.

oğuz atay: belirli bir düzeyi aşan insanların içe dönük olduğuna inanıyorum ben. fakat onların çoğu, iç dünyalarını başkalarından tecrit etmek isterler; bu dünyalarını adeta başkalarından kıskanırlar. bu nedenle dışa dönük bir elbise giyerler. yalnız yaşayan insanların kendi içlerinde başlayıp biten eğlenceleri vardır.

albüm

adam fawer: edison puştun tekiydi.

v.s. naipaul: gandhi düşünceyle sezginin karışımıydı. her şeyin ötesinde, düşünce. o gerçek bir devrimciydi.

felicien challaye: konfüçyüs'ün öğretisi insandaki akla hitap eder. bu öğretide hiçbir gizemcilik, doğaüstü güçlere hiçbir çağrı yoktur. ölümünden az önce müritlerinden biri dua etme önerisinde bulunur. üstat, şu yanıtı verir: "benim duam, yaşamımdır."

memet fuat: derler ki yaşar kemal ince memed'i bir gazete patronuna götürmüş, para kazanmak amacıyla, kolay okunacak bir roman yazdığını, takma adla tefrika etmek istediğini söylemiş. sonucu öğrenmeye gittiğinde ise gazete patronu ona romanının çok güzel olduğunu bildirerek akılsızlık etmeyip kendi adıyla yayımlamasını öğütlemiş.

paul auster: james joyce 1920'lerde paris'teyken bir partiye katılmış, yanına bir kadın yaklaşıp "ulysses'i yazmış olan elinizi sıkabilir miyim?" diye rica etmiş. joyce sağ elini kadına uzatmak yerine havaya kaldırmış, birkaç saniye inceledikten sonra, "size şunu hatırlatayım madam; bu el başka işlere de yaramıştır." demiş.

saul bellow: tolstoy, "krallar tarihin köleleridir." demişti. insan güç merdiveninde ne kadar yüksekteyse eylemleri de o kadar dış koşulların kontrolündedir. tolstoy'a göre özgürlük tamamen kişiseldir. yalın ve dürüst -yani gerçek- bir yaşantısı olan insan özgürdür. özgür olmak, tarihsel sınırlamadan kurtulmak demektir.

oğuz atay: derler ki meşhur fizikçi einstein, bir toplantıda şarlo'ya "siz büyük bir adamsınız." demiş, "herkes sizi anlıyor, herkes size hayran." şarlo, " siz daha büyüksünüz." diye itiraz etmiş, "size herkes, hiç anlamadığı halde hayran."

28.07.2017

hayat

ingeborg bachmann: ruhun güzel yarınıdır, o hiçbir zaman gelmeyen.

hildegard knef: hayat bazen yabancı bir kentte geçirilen pazar günlerine benzer. insan kime danışacağını, kime sığınacağını bilemez.

irene nemirovsky: beni teselli eden ne kitap ne de bir sanat eseridir, bu yaşlı ve kusurlu evreni seyre dalmaktır.

juli zeh: hayat, ne yapalım ki gücünün zirvesinde başlar ve bu noktadan itibaren sürekli aşağı inerek sonuna ulaşır. kötü bir dramaturji hatası.

jean rhys: kuşkusuz, yaşam haktan yana değildir. gerçekten lanet olası haksızlıklarla doludur. herkes bilir bunu.

gabriela adameşteanu: hayatta gerçekten kendini inanılmaz mutlu hissettiğin anlar kalıyor aklında, bunu sonra hatırlıyorsun. sonradan da aslında o mutluluk ve sükunet anlarının kısa bir süre sonra gelecek olan büyük sorunların habercisi olduğunu anlıyorsun; yine de o anlardan güzel bir hatıra kalıyor aklında.

katherine mansfield: kimi anlar vardır, korkunç anlar vardır hayatta; insanın sığınağından çıkıp dışarı baktığı anlar ve berbattır bu. insan bu anlara boyun eğmemelidir.

madam du deffand: melekten istiridyeye kadar tüm türler, tüm varoluş koşulları bana aynı derecede talihsiz görünüyor. can sıkıcı olan, doğmuş olmaktır.

clarissa p. estes: bir hayat çok fazla kontrollü olduğu zaman, kontrol edilemeyecek kadar az hayat kalır.

jhumpa lahiri: daha gençsin. özgürsün. kendine bir iyilik yap. çok geç olmadan, çok fazla durup düşünmeden, sırtına yastığınla yorganını yükleyip dünyanın görebildiğin kadar çok yerini gör. pişman olmazsın. bir gün bunu yapman için çok geç olacak.

nucingen bankası

balzac

esmerler daima pahalıya mal olurlar.

sanat bir iğnenin ucuna bir saray inşa etmekten ibarettir.

alaycı bir adam daima sathi, bunun neticesi olarak da hain bir kimsedir; alay ettiği hadisede cemiyete düşen payı hiçbir zaman kaale alamaz; çünkü tabiat yalnız hayvan yaratır, ahmakları toplum hayatına borçluyuz.

tam bir feragat olmadan bir teslimiyetin ne kıymeti olur? birbirine bu kadar zıt ve her ikisi de ahlâka çok mugayir olan bu iki akide arasında bir uzlaşma sağlamaya imkan yoktur.

tam bir bağlılıktan korkan insanlar hiç şüphesiz bu bağlılığın bitebileceğine inananlardır; bu takdirde, insanları avutan hülyalara elveda demek lazım. ebedi olduğuna inanmayan ihtiras, iğrençtir.

mutlak fazilet yoktur, şartlara bağlı fazilet vardır.

montesquieu: kanunlar örümcek ağlarına benzerler: iri sinekler geçer kurtulur, ufaklar takılı kalırlar.

banker, gizli emellerine ulaşmak için kitleler feda eden bir fatihtir, askerleri de hisse senetleri alanların menfaatleridir. onun hazırlanacak planları, kurulacak tuzakları, ileriye sürülecek tarafları, alınacak şehirleri vardır. bu adamların çoğu politika ile o kadar ilgilidir ki eninde sonunda ona karışırlar ve servetleri bu yolda erir gider.

birçok dürüst banker, dürüst bir hükümetin muvafakatıyla en kurnaz para sahiplerini, ilerde bir gün kıymetten düşmeleri zaruri olan hisse senetleri almaya ikna etmiştir.

borçlu, alacaklıdan daha kuvvetlidir.

saadetin mutlak bir şeye delalet eder gibi görünmek talihsizliği vardır. bu görünüş birçok budalaya şu suali sordurur: saadet nedir? çok kafalı bir kadın.. saadet insanın onu bağladığı şeydedir.

saadet, fazilet gibi, kötülük gibi nisbi bir şey ifade eder. mesela la fontaine, cehennemlik olanların zamanla içinde bulundukları hale alışacaklarını, cehennemde tıpkı balıkların suda oldukları gibi olacaklarını umuyordu.

manen çok bahtiyar, maddeten çok bedbaht olmaktan daha yorucu hiçbir şey bilmiyorum.

stendhal: büyük britanya'da falan lord, yalnızken bile, ayıp olur korkusu ile ateşin karşısında bacak bacak üstüne atmaya cesaret edemez.

insan kabiliyeti olduğunu sandığı meslekte bir varlık olamazsa, bütün hayatı boyunca onun tesiri altında kalır.

dünyada ölümden daha az saygı gören hiçbir şey yoktur, belki de bu onun en az saygıya layık oluşundandır.

aşk, yükselmek için ahmakların ellerinde mevcut olan biricik şanstır.

benciller rahatsız edilmeyi istemedikleri için kimseyi de sıkmazlar, etraflarında yaşayanların hayatlarını; öğütlerin, azarların dikenleri, alayların iğneleriyle karartmazlar. bu ancak her şeyi öğrenmek, her şeyi kontrol etmek isteyen aşırı dostlukların işidir.

bütün masraflar hariç yalnız borcunun faizini verebilecek kadar para kazanıyordu. kadınlar bu vaziyetten hiçbir şey anlamazlar, onların nazarında kalp her zaman milyonerdir.

para ölçüsüz miktarda olduğu zaman bir kudret ifade eder.

bir adam öldürünüz, sizi derhal giyotine sevk ederler. fakat hükümetin herhangi bir kanaati gereğince beş yüz kişi öldürürsünüz, bu siyasi cürüm hoş görülür.

budalaların parası, tanrısal bir hak olarak akıllı adamların parasıdır.

paris adetleri hakkında çok güzel sözler söyleyen şairler, romancılar, yazarlar vardır; ama cenaze günlerinde hakikat, dediğim gibidir. bir zavallı ölüye son vazifelerini yapan yüz insan üzerinden doksan dokuzu, kilisenin ortasında işten, zevkten bahsederler. küçük, zavallı, gerçek bir acıyı görmek için, akla gelmeyecek vaziyetler icap eder. sonra, içinde bencillik bulunmayan bir acı var mıdır ki?

26.07.2017

aşk

bilge karasu: tanrıya giden tek yol aşktan geçer.

anthony storr: en aklı başında ve mantıklı insanlar bile, aşkın çekiciliği ve kuruntularına karşı bağışıklık sahibi değildir. aşkta hayal kırıklığına uğramak yıkıcı olsa da, hiç aşık olmamış olmaktan daha iyidir.

margaret atwood: aşk bir suçtur; ama yokluğu daha büyük bir suçtur.

şemsettin sami: akılsız, ilimsiz, faziletsiz, sabırsız, rahmsiz, hayasız adam bulunur; lakin aşksız adam bulunmaz.

tess franke: aşk, insanın boynunun tutulmasıdır.

gore vidal: aşk her zaman trajik bir şey, herkes için, her zaman; ama hayatı ilginç kılan da bu. bir şeyin değerini, o elimizden gitmeden anlayabilir miyiz?

isabel allende: aşk sözcükleri sessizdir, ırmağın suyundan daha berraktır.

stendhal: büyük aşklar hayatta birer aksamadan başka bir şey değildir; ancak bu aksamaya yalnızca üstün ruhlarda rastlanır.

ayfer tunç: aşıklar mübarektir; alemde aşk olmasa köpekten aşağı olurdu halimiz.

süheyla acar: gökyüzünde upuzun bir mektubun satırlarıyla yüklü, unutulup kalmış bir buluttum. gelseydin, su olup, yağmur olup yeryüzüne akacaktım; toprağa, suya, yağmura karışacaktım; ama bıraktığın yerde unuttun beni, gelmedin.

23.07.2017

bir büyücünün çocukluğu

hermann hesse

şenlikler kısa ömürlüdür.

bazen bir tilki ya da bir guguk kuşu görmeleri ya da izleyebilmeleri de doğa dostları için başlı başına küçük bir yaşantı, bir mutluluk ve serüven oluşturur.

sevinci aşkın bir an sürer, acısı ömür boyu.

şu insanlar yok mu, karşılığında para gelsin yeter ki, isa'nın kendisini bile yakalayıp teslim ederler.

her yerde, her zaman öyle kimseler vardır ki, başkaları kendilerine özel, şirin ve albenili insanlar gözüyle bakar. bazıları tarafından da, yaşanandan daha güzel, daha özgür ve daha şen bir hayatı anımsattıklarından koruyucu melekler olarak kendilerine saygı gösterilir ve her yerde de benzer olayla karşılaşılır. torunlar dedelerinin koruyucu meleklerini alaya alır, o şirin ve albenili yaratıklar günün birinde kovulur, canlarından edilir, başlarına ya da postlarına ödüller konur, kısa süre sonra da yaşamları bir söylence olup çıkar ve söylence kuş kanatlarında uzaklara taşınır.

avareliğin o yüce erdemine hep hayranlık duymuşumdur.

uyanıp gerçekten kendine gelen herkes bir kez ya da pek çok kez çöl içinden geçen bu daracık yolu izler ister istemez. başkalarına bunu anlatmaya kalkmak boşuna zahmettir.

kalem odalarının cehennemi, insanların ne tuhafsa kendileri için yarattıkları cehennemlerin en korkuncu görünmüştür bana hep.

bir evden başka bir eve taşınmak istemen, evlenmeye kalkman bir pasaporta ya da kimlik cüzdanı çıkarayım demen yeter; kendini o saat bu cehennemin göbeğinde buluverirsin, bu kâğıtlar dünyasının havasız mekanında buruk saatler geçirirsin artık. sıkılıp duran, öyleyken acele eden asık suratlı insanlar tarafından sorgulanır, paylanıp azarlanır, en basit ve en doğru sözlerine bile inanılmadığına tanık olur, bazen bir ilkokul öğrencisi, bazen bir cani davranışı görürsün.

yeniden doğmak isteyenin, ölmeye hazırlıklı olması gerekir.

friedrich de dine karşı hoşgörülü davranmaktaydı; ancak, batıl inanç diye baktığı her şeyden derin bir tiksinti duyuyor, iğreniyordu. bir uygarlıktan yoksun gelişmemiş uluslar batıl inançla oyalanabilir, çok eski zamanlarda mistik ya da majik bir düşünü biçimini yaşamış olabilirlerdi. değil mi ki bilim denen, mantık denen bir şey vardı artık, bu modası geçmiş ve ne idüğü belirsiz nesnelerin ardından koşmanın anlamı yoktu.

ey hayat ve ölümden söz eden sizler, ne biliyorsunuz bu konuda? hanginiz daha önce acı bir ölümle öldünüz ki, ölümü tanıyabilesiniz? ama hayat konusunda da fazla bir şey bildiğiniz yok, gözleriniz bulanık görüyor çünkü, duyularınız da tembel, miskin. oysa ben hayatın ne olduğunu biliyorum; çünkü gözlerim aydınlık içindeydi hep ve bugün de ölüm yatağımın başucunda dikiliyor. yeryüzünün ne kadar büyük olduğunun, ne harikalarla dolup taştığının farkındayım, denizin büyüklüğünü ve acımasızlığını biliyorum. ve tanrı şahidimdir ki güneşin şu dar aralıktan kulübemin içine yolladığı bir lokma ışık, şimdiye kadar insanların bana verdiğinden daha çok hazla dolduruyor içimi.

dayak birincisi

muzaffer izgü

her kente bir eğlence, her eğlence için bir deli gerek.

polisin her suç için önceden konmuş belirli bir dayak kontenjanı vardı. şu iş için şu denli dayak, bu iş için bu denli dayak. peki, hiç suç işlememiş bir insan için? işte en fenası bu ya. işlemediğin suç için atılacak dayağın ölçüsü yoktur. bazen yarım gün döverler, bazen bir gün, bazen de bir hafta.

geri kalmış uluslarda kadınlar daima aşağılanmıştır. aşağılandıkları için küfür denir denmez, hemen kadınlar akla gelmektedir. niçin küfreden biri, "senin babanı dedeni şöyle şöyle yaparım." demez de, "ananı avradını" der? kadın sövülerek de sömürülmektedir geri kalmış ülkelerde.

ama salt kadınlar mı ki? geri kalmış uluslarda bir güçlüler vardır, bir de güçsüzler. güçlüler azdır, güçsüzler çoktur. işte bu güçsüzler haklarını alamayınca küfrederler. örneğin, güçlü adalet önünde haklı çıkar, güçsüz haksız çıkar. güçsüz o zaman ne yapar, çıkar çıkmaz başlar küfretmeye. karakolda dayağı yer, eve gelir, başlar evde kendini dövenlere sövüp saymaya. patrondan hakkını alamaz, patronun yüzüne karşı sövse, işten derhal atılacağını bilir. onun için akşam bekler, eve gelince geçer pencerenin önüne, pencerenin pervazını patron yerine koyar, affedersiniz, ana avrat dümdüz gider. hastası hastane kapılarında sürünür, yatıramaz, koyar arabanın içine, eve dönüşünde başlar başdoktorundan hademesine dek küfretmeye.

mor

inci aral

hayatta en zor şey, insanın hak etmediği acılara düştüğünde bile hayatı sevmesidir.

en karmaşık, en zor insanlar bile sevgiyle ele alındıklarında anlaşılabilirler.

her çocuk bir mucizedir.

rüyalar çoğu zaman gerçekten daha gerçektirler. insanın en karmaşık, en dokunulmamış eğilim, arzu ve kaygılarını ortaya koyarlar; bozulup eğrilmemiş, törpülenip yavanlaşmamış derin içselliğini. kalıpların, yasakların içinde ketlenen, bastırılan duyguların, denetim ortadan kalktığında sere serpe ortaya dökülen gündelik tutanaklarıdır onlar.

dünyayla olan ilişkilerine paranın hükmettiği sıradan insanlar bütün değerlerini yitirirler.

insanın büyüdüğü evin kokusu, çocukluğuyla ilgili en güçlü ve yaralayıcı çağrışımlarla dolu oluyor.

insanın en özel duyguları kendisi için bile bütünüyle aydınlıkta değildir.

halk dediğin nedir ki? çocukluktan kurtulamamış, cahil, iki torba fasulyeye kanmaya hazır bir yığın!

erkekler zayıf yanlarını kendilerine itiraf etmekten çekinirler.

kadınların tutkuyla bağlı oldukları erkeklerden -gerektiğinde- öç alma yeteneklerinin sınırsızlığını hangi erkek hayal edebilir ki?

sessizlik insancıldır. sessizlik insanın ayak basılmamış bölgesidir.

aşk, yalnızlığımızın farkına varmak dışında nedir ki?

hepimiz türlü yaralarla yaşıyoruz ve hayatın üstesinden gelmeye çalışıyoruz. doğumlar, düğünler, şenlikler bizi yalnızlığımızdan, acılarımızdan kısa süre de olsa kurtaran şeylerdir. insan yeterince bütün doğmamıştır; çoğu kez de kendi sorunlarını çözmede yetersizdir. insan öldüğü zaman bile gözlerini kapatıp bedenini kabre koyacak birine ihtiyacı vardır.

nedeni ve biçimi ne olursa olsun her intihar bir cinayettir. ustaca, iz bırakmadan işlenmiş -faili meçhul- bir cinayet.

insan yanlış yerden hayata başlamışsa, neyi tutsa elinde kalıyor.

çalışmanın, dürüstlüğün, iyi ahlak ve insanlık diye bellenen her şeyin bu kadar ucuzladığı, yerlerde süründüğü, üstelik kötülüğün makbul sayılıp alkışlandığı yerde insan neye tutunabilir, hangi umuda sarılabilir ki?

21.07.2017

güneşe doğru

halil cibran

soyunun, ülkenin ve benliğinin yobazlığından kurtulup biraz bunların üzerine çıkabilseydin, gerçekten tanrısal olurdun.

nasıl huzur içinde ve üzülmeden gidebilirim? hayır, ruhum yara almadan bu şehri terk etmeliyim. duvarlar arasında acı dolu geçen uzun günler, yalnızlık içinde uzun geceler.. kim acıdan ve yalnızlıktan pişmanlık duymadan buradan kopabilir? bu caddelere ruhumdan o kadar çok parça saçtım ki, özlemimin o kadar çok çocuğu bu tepelerde çıplak dolaştı ki, sıkıntı ve ıstırap çekmeden onlardan kendimi ayıramam.

bugün üstümden çıkardığım bir giysi değil, kendi ellerimle yırttığım derim, kabuğum. geride bıraktığım bir düşünce değil, açlık ve susuzlukla tatlandırılmış bir gönül. yine de daha fazla oyalanamam. her şeyi kendine çeken deniz beni de çağırıyor, yola çıkmalıyım. çünkü kalmak, saatler geceyle yanarken donmak, kristalleşmek ve bir kalıba dökülmek demek. buradaki her şeyi memnuniyetle yanıma alırdım; ama nasıl? bir ses, dili ve ona kanat olan dudakları taşıyamaz. boşluğu yalnız başına aramalı. ve kartal, tek başına, yuvasını taşımadan güneşe uçmalı.

yüzünü güneşe çevirmiş olanlarınızı, toprak üzerine çizilmiş imajlar durdurabilir mi? eğer rüzgarla yolculuk ediyorsanız, hangi rüzgar gülü yönünüzü çizebilir? eğer boyunduruğunuzu kırarsanız; ama başka birinin hücresinin kapısında değil, hangi kanun sizi sınırlayabilir? ve eğer dans ederseniz; ama başka birinin zincirlerine takılıp sendelemeden, hangi kanun sizi korkutabilir? orpheus halkı; davulun sesini boğabilir, bir lirin tellerini gevşetebilirsiniz; ama bir tarla kuşuna şarkı söylememesi için kim emir verebilir ki?

19.07.2017

rubailer

ömer hayyam



iyiliğin dost ve düşman ayrımı yoktur
iyi olan kötülüklerden geri durur
dosta kötülük yaparsan düşman kesilir
düşmana iyilik yaparsan dostun olur

yıkık bir saray bu dünya dedikleri
gece ve gündüz atlarının durak yeri
yüz cemşit'ten arta kalmış bir dünya bu
yüz behram kendinin sanmış bu gökleri

can yoldaşı dostlar çekildi gittiler
ecel çiğnedi hepsini birer birer
yan yana oturmuştuk hayat sofrasına
bizden birkaç kadeh önce sızdı gittiler

bu ömür kervanı bir tuhaf gelir gider
kazancın, yaşamasını bildiğin günler
saki, bırak şu yarını düşünenleri
geçti gidiyor gece, geçmeden şarap ver

insanoğlunun kader kitabını anlamak için
cennetin kapısına fırlatılmış bir atmacaydım ben
şimdi ise düşüncelerimi paylaşacağım kimse yok
geç de olsa buradan uçup gidebileceğim kapıyı arıyorum

şafak vakti bir ses yükseldi meyhanenin kapısından
ayyaşlar, küçük sersemler gelin, bir kadeh daha doldurun
uyanın ve gelin, kader sizin kadehinizi doldurmadan
ve içeceğiniz günler sona ermeden

hayyam bilgelik çadırları dokudu
sonra dert potasında yandı kül oldu
bir pula satıldı kader çarşısında
ölüm celladı geldi, boynunu vurdu

düşmüş feleğin çarkına, hep fırlanırız
sizler onu esrarlı fenermiş sanınız
evren koca fanus ve güneş lambasıdır
bizler de biçim, simge, bireyler kalırız

kim görmüş bu cenneti, cehennemi
kim gitmiş de getirmiş haberini

tolstoy

stefan zweig

"hayatın umutsuzluğundan kendini kurtarmanın tek yolu, benliğini evrene yansıtmaktır."

en göz kamaştırıcı, en yüce kılığa girmiş şekillerinde bile şiddet, insanların birbirlerine daha kardeşçe davranmalarına yardımcı olacak yerde, belli bir grubun gücünü ve uzlaşmazlığını arttırmaktan ve böylece dünyadaki eşitsizliği sürdürmekten başka bir işe yaramaz. gerçekten de şiddet, sahip olmayı, maddi servetler kazanmayı ve bunları hiç durmadan arttırmayı amaçlar.

tolstoy için, her türlü eşitsizlik mülkiyetle başlar. genç beyzadenin brüksel'de, proudhon'la saatlerce vakit harcamış olması boşuna değildir. o zamanlar bütün sosyalistlerin en radikali olan tolstoy, marx'tan da önce, şu postulatı ortaya atmıştır: "her türlü kötülüğün ve her türlü acının kökü mülkiyettir ve her şeye bol bol sahip olanlarla, hiçbir şeyleri olmayanlar arasında çatışma çıkma tehlikesi vardır."

çünkü tutunabilmek, devam edebilmek için, mülkiyetin ister istemez savunma durumuna geçmesi, hatta saldırgan olması gerekir. mülkiyeti elde edebilmek için olduğu kadar, sahip olunan şeyleri arttırmak ve onları savunmak için de şiddet zorunludur. bunun içindir ki, mülkiyet, kendisini korusun diye devleti yaratmış, devlet de kendi varlığını güvenlik altına almak için, laik gücün organize şekillerini, orduyu, adaleti, "yalnızca mülkiyeti korumaya yarayan bütün bu baskı sistemlerini" yaratmıştır; kendini devlete bağımlı kılan ve onu tanıyan bir insan, ruhunu bu kuvvet ilkesine teslim etmiş demektir.

tolstoy'un anlayışına göre, görünüşte bağımsız olan fikir adamları bile, çağdaş devlette, farkında olmaksızın, yalnızca küçük bir ayrıcalıklı grubun sahip oldukları şeyleri korumalarına yardımcı olurlar. isa'nın kilisesine varıncaya kadar her şey -gerçek anlamıyla devlete karşı ayaklanan kilise bile-, yalancı doktrinlerle, silahları kutsayarak, haksızlıktan başka bir şey olmayan kurulu düzene kanıtlar sağlayarak en ciddi görevinden uzaklaşmış, bunun sonucu olarak da formüller halinde donup kalmış ve öteden beri sürüp gelen adetler ve alışkanlıklar halinde soysuzlaşmıştır.

öte yandan, yazarlar da, hürriyetin çocukları, vicdanın avukatı ve insan haklarının savunucusu olarak dünyaya gelmiş olan yazarlar da, küçük fildişi kulelerini kurmakla ve "vicdanlarını uyutmakla" yetiniyorlar. demokrat, iyileşmesi mümkün olmayan şeyi iyileştirmeye çalışıyor; devrimciler de, olup bitenleri tam olarak kavrayan ve dünyanın yanlış düzenini baştan aşağı yıkmak isteyen biricik kuvvet olan onlar bile, karşıtlarının öldürücü silahını kullanmak gibi bir hataya düşüyorlar ve "kötülük" ilkesinin, yani şiddetin devam etmesine imkan vererek, dahası onu kutsayarak, adaletsizliğin sürüp gitmesine yol açıyorlar.

gerçekten de hiçbir parlamento, -daha az olasılıkla hiçbir devrim- milleti şiddetin kötülüğünden kurtaramaz. sağlam olmayan bir temel üzerine kurulmuş bir evi sağlamlaştırmak mümkün değildir; ancak onu terk edebilir, bir başkasını inşa edebiliriz. çağdaş devlet de kardeşlik üzerine değil, kuvvet ilkesi üzerine kurulmuştur.

en yüksek dini şekliyle bile, hatta bu derece büyük bir deha tarafından sunulmuş olsa bile, gerileme ve gericilik hiçbir zaman yaratıcı olamaz ve tek bir insanın ruhundaki kargaşadan doğan şey, hiçbir zaman evrensel ruhtaki kargaşalığı çözemez.

15.07.2017

despotun paranoyası

elias canetti

paranoid yapıdaki bir insan asla affetmeyen ya da ancak büyük zorluklarla affeden, bunu düşünerek uzun zaman geçiren, affedilecek bir şeyi asla unutmayan ve affetmemek için kendisine karşı yapılmış düşmanca edimler icat eden bir insan olarak tanımlanabilir.

bu gibi insanların duyumsadığı çok kuvvetli iç direnç, her türden affetmeye karşı durur. eğer iktidar elde ederler ve zaman zaman bu iktidarı korumak için affetmek zorunda kalırlarsa, bu yalnızca gösteri olarak yapılır; bir despot asla gerçekten affetmez. kendisine gösterilen her bir düşmanlık işareti kesin olarak kaydedilir, saklanır ve daha sonrası için depoya kaldırılır. bazen bu kayıt, gerçek boyun eğme karşılığında silinir; despotların bariz yüce gönüllülüğünün başka hiçbir anlamı yoktur. onlara karşı çıkan her şeyin kendilerine tabi olmasını öylesine ateşli bir biçimde isterler ki bunun için sık sık çok yüksek bir fiyat öderler.

kendisinin hiçbir iktidarı olmayan ve despotu son derece kuvvetli gören bir insan, despot için kelimenin tam anlamıyla herkesin ona boyun eğmesinin ne kadar önemli olduğunu fark etmez. değerlendirebileceği tek şey, o da buna ilişkin bir duygu taşıyorsa, iktidarın gerçek artışlarıdır; bir kralın uyruklarının en alçak, en değersiz mensuplarının hürmet göstermesinin, o kralın şerefi için ne anlam taşıdığını asla anlayamaz. incil'deki tanrı'nın işaret ettiği her bir ruha gösterilen ilgi, her birini hatırlayıp ilgilenişindeki sebat, iktidar kullanan herkes için model olabilir. affetme konusunda tanrı da karmaşık bir değiş tokuş içindedir; ona boyun eğen günahkâr, merhamet görür. ne var ki tanrı onu dikkatle izler ve her şeyi bilmesi sayesinde, günahkâr onu aldatırsa, bunu kolayca anlar.

pek çok yasaklamanın, yalnızca, kendi koydukları sınırları aşanları cezalandırabilen ya da affedebilenlerin iktidarını artırmak için var olduğuna şüphe yoktur. merhamet edimi, iktidarın çok yüksek ve yoğunlaşmış bir ifadesidir. önce mahkumiyet olmadıkça merhamet olamaz. merhamet aynı zamanda seçimi de ima eder; af çoğunlukla sınırlı sayıdaki mahkuma bahşedilir. ceza veren kişi çok fazla yumuşak olmaktan sakınır ve idamın keskinliğinden kaçınıyormuş izlenimi verse bile, kutsal cezalandırma görevinde bunun için anlaşılabilir bir bahane bulur; eylemlerini belirleyecek olan da budur. ama bazen kendisi bir af bahşederek ve bazen bu affı, eğer affetme ayrıcalığı olan daha yüksek bir otorite varsa ona önererek, kapıyı her zaman merhamete açık bırakır. iktidarın en üstün dışavurumu, son dakikada af bahşetmektir.

süreçleri iktidarın işleyişini andıran bir zihinsel hastalıkta, görünümlerin maskesini indirmeye duyulan kuvvetli istek bir tür tiranlık haline gelir. bu hastalık paranoyadır, bu hastalığın diğerlerinden ayırt edilmesinde kullanılan başka özelliklerin yanında, iki karakteristik özellik vardır; bunlardan birine psikiyatride dissimülasyon adı verilir. bu terimi tam tamına aynı anlamda kullandım: paranoyaklar kendilerini olduklarından farklı göstermede o kadar beceriklidirler ki çoğu böyle teşhis edilemez. diğer karakteristik özellik ise düşmanların maskelerini indirmeye duyulan sürekli istektir.

paranoyak, düşmanlarını her yerde, en barışçıl ve zararsız kılıklarda bile görür: görüntülerin arkasını görme yetisi vardır ve her görüntünün ardında tam olarak neyin bulunduğunu bilir. her yüzün maskesini düşürür ve o zaman bulduğu şey her zaman öz olarak aynı düşmandır. maske düşürme rutininin müptelâsı olmuştur ve bu konuda tam bir despot gibi davranır. ama paranoyak boşluktadır. yer aldığını düşlediği konum ve kendisine atfettiği önem, başkaları açısından kesinlikle kurgusaldır; ama o yine de bunları, sürekli iki bağlantılı işlem olan "öyle değilmiş gibi yapma" ve maske düşürmeyi uygulayarak savunur.

genel paralitiğin hezeyanlarında kitleye biçilen etkin ve olumlu rolü vurgulamak gerekir. kitle asla ona karşı çıkmaz, ona planları için gereken malzemeyi sağlar, aklına esen her arzusunu onun için gerçekleştirir. bu hastanın arzuları asla aşırı olamaz; çünkü kitlenin büyüme kapasitesi hastanınki kadar sınırsızdır. hiçbir yöneticinin bu kadar sadık ve bu kadar yumuşak başlı uyrukları olmamıştır. göreceğimiz gibi, paranoyaklarda kitle oldukça farklı ve kesinlikle düşmancadır. paranoyakların hayali büyüklüğü her zaman tehdit altındadır ve nosyonları da giderek daha çok kemikleşme eğilimindedir. düşman kitle üstünlüğü ele alınca, bunlar perseküsyon sanrılarına döner.

paranoyak, yöneticinin eksiksiz bir imgesidir. aralarındaki tek fark dünyadaki konumlarındadır. iç yapıda özdeştirler. insan ikisi arasından paranoyağın daha etkileyici olduğunu düşünebilir; çünkü o kendisine yeter ve başarısızlıkla sarsılamaz. dünyanın onun hakkındaki fikri onun için bir hiçtir. onun sanrısı bütün insanlara karşı konumlanmıştır.

paranoyanın arkasında, bütün iktidarın arkasında olduğu gibi, aynı derin dürtünün yattığından kuşkulanmamak elde değil: tek insan olabilmek için yoluna çıkan diğer insanlardan kurtulma arzusu; ya da daha ılımlı ve gerçekten de çoğunlukla kabul edilen biçimiyle, diğerlerinin, onun tek insan olmasına yardım etmelerini sağlamak.

bu kişisel yer ya da konum duygusu paranoyak için çok büyük önem taşır: her zaman savunulacak ve emin olunacak yüceltilmiş bir konum vardır. tam da iktidarın doğası gereği, aynı şeyin bir yönetici için de geçerli olması gerekir. yöneticinin kendi konumuna ilişkin duygusu hiçbir biçimde paranoyağınkinden farklı değildir; yönetici, elinden gelse, etrafını askerlerle çevirir ve kendisini kalelere kapatır.

bu noktada, belki bir paranoyak için planların ve entrikaların ne denli önemli olduğunu vurgulamak gerekir. planlar ve entrikalar sürekli onunladır ve bunlardan biriyle en ufak bir benzerliği olan herhangi bir şey bile gözden kaçmaz. paranoyak kendisini kuşatılmış hisseder; baş düşmanı ona tek başına saldırmakla asla yetinmez; daima, uygun zamanda ona saldırtmak için kindar bir sürüyü kışkırtmaya çalışır. bu sürünün üyeleri en başta saklanırlar; herhangi bir yerde ve her yerde olabilirler; ya da sanki pusuya yatmamışlar gibi, zararsız ve masummuş gibi görünürler. ne var ki paranoyağın delici zekası bunların maskesini her zaman düşürür.

hayatta kalan, çok büyük bir ceset tarlasında tek başına ayakta duran insan olmayı istemektedir; bu ceset tarlasının kendisi hariç bütün insanları kapsamasını istemektedir. burada kendisini açığa vuran yalnızca bir paranoyak değildir. hayatta kalan tek kişi olmak, her "ideal" iktidar arayıcısının en derin isteğidir. böyle bir insan diğerlerini ölüme yollar; kendisi ölümden kurtulmak için ölümü onların üstüne yöneltir. yalnızca onların ölümüne kayıtsız kalmaz; ayrıca içindeki her şey onu, ölümlerine sebep olmaya zorlar. canlılar üzerindeki hakimiyetine meydan okununca, bu radikal kitlesel ölüm çaresine başvurması özellikle olasıdır. kendisini bir kez tehdit edilmiş hissedince, herkesi önünde ölmüş yatarken görmeye duyduğu tutkulu arzuya aklıyla hükmedemez.

hiç kimse kitlenin özelliklerini -belki artık daha kolay kabul edileceği gibi- bir ve tek insan olan paranoyak ya da despottan daha iyi göremez. ama onun ilgilendiği kitleler sadece saldırmak ya da yönetmek istediği kitlelerdir; bunların hepsinde aynı özellikler vardır.

paranoyak sanrıda din ve politika birbirinden ayrılmaz bir şekilde iç içe geçmiştir; dünyayı kurtaran ile dünyayı yöneten tek ve aynı insandır. bunun özünde iktidar arzusu vardır. paranoya sözcüğün tam anlamıyla bir iktidar hastalığıdır ve bu hastalığın keşfi iktidarın doğasına ilişkin ipuçlarını, başka herhangi bir biçimde elde edilebilecek olandan açık ve daha eksiksiz olarak açığa çıkartır.

insan, paranoyağın aslında açlığını çektiği korkunç konumu fiilen hiç elde etmediği gerçeğinin aklını karıştırmasına izin vermemelidir. bunu başkaları elde etmiştir. bazıları yükselişlerinin izlerini örtmeyi ve kendi mükemmelleştirilmiş sistemlerini korumayı başarmıştır. diğerleri ya daha az talihli olmuş ya da zamanları yetmemiştir. başka şeylerdeki gibi, burada da başarı bütünüyle rastlantılara dayanır. bu rastlantıları, yasalarla yönetildiği yanılsaması altında yeniden yapılandırma girişimine tarih adı verilir.

tarihteki her büyük ismin yerine başka yüz ismin konması mümkün olabilirdi. ne yetenekli ne de alçak adam kıtlığı vardır. hepimizin yediğini ve her birimizin sayısız hayvan bedeni üzerinden kuvvetlendiğini inkâr edemeyiz. burada her birimiz ceset tarlasında bir kral olarak ayakta dururuz.

dürüst bir iktidar araştırması başarıyı ölçüt almamalıdır. iktidarın niteliklerini ve türlerini, görüldüğü her yerde aramalı ve sonra bunları bir araya getirerek karşılaştırmalıyız. herhangi bir akıl hastanesinde günlerini alacakaranlık bir varoluş içinde geçiren, çaresiz, toplum dışına atılmış ve hor görülen bir çılgın, bize sağladığı içgörüler aracılığıyla, iktidarın lanetini ve ustalarını insanoğluna anlatmada hitler ya da napolyon'dan daha önemli olduğunu kanıtlayabilir.

paranoyaya herhangi bir şey vesile olabilir; her vakanın özü, sanrı dünyasının yapısı ve bu dünyanın insanlarla doldurulma tarzıdır. iktidar süreçleri her zaman bu dünyada hayati öneme sahip bir rol oynar.

bir paranoyak için sözcüklerin önemi ne kadar abartılsa azdır. sözcükler, her zaman uyanık olan haşarat gibi her yerdedir. kendisinin hariç hiçbir şeyi dışarıda bırakmayan bir dünya düzeni oluşturmak üzere birleşirler. belki de paranoyadaki en belirgin gidişat, sanki dil bir yumrukmuş ve dünya da onun içindeymiş gibi, dünyanın sözcükler aracılığıyla bütünüyle kavranması yönündedir.

burada dikkat çekilmesi gereken bir nokta da paranoyağın, nedensel ilişkiler bulmaya aşırı düşkün olmasıdır; bu, sonunda kendi içinde bir amaç haline gelir. onun başına gelen hiçbir şey şans ya da rastlantı değildir; her zaman aranırsa bulunabilecek bir sebep vardır. bilinmeyen her şeyin izi sürülerek bilinen bir şeye ulaşılabilir. yaklaşan her yabancı nesnenin maskesi indirilebilir ve ardında insanın zaten sahip olduğu bir şey açığa çıkarılabilir. her yeni maske bildik bir şeyi saklar ve insana gereken tek şey bu maskeyi yüreklilikle yırtıp arkasını görebilecek cesarete sahip olmaktır. sebep bulmak bir tutku haline gelir ve her şeyin üzerinde uygulanır.

paranoyakta bu işlem yoğunlaşmış ve yükseltilmiştir. paranoyak, dönüşüm körelmesinden mustariptir; bu körelme kendi içinde, kendi şahsında başlar, burada en belirgin haldedir; ama tedricen bütün dünyayı etkiler. paranoyak, gerçekten farklı olan şeyleri bile aynı görme eğilimindedir. en çeşitli figürlerde aynı düşmanı bulur. ne zaman bir maskeyi yırtıp çıkarsa, orada, maskenin arkasına saklanmış o düşman vardır. maskeyi indirme uğruna her şey onun için maske haline gelir. ama o kanmaz, her şeyin arkasını görür; onun için çoğunluk tek bir şeydir.

paranoyağın dizgesinin katılığı arttıkça dünya, yalnızca onun sanrısında rolü olanlar kalana kadar, gerçek sayılar bakımından gittikçe yoksullaşır. her şeyin kökenine inebilir ve her şeyi açıklar. sonunda yalnız kendisi ve yönettiği şey kalır. burada olan, dönüşüm işleminin tam tersidir. maske düşürmede herhangi bir yaratık kendi içine döner, bir tek kişiyle sınırlanır ve ona, sonra onun hakiki tek tutumu olduğu düşünülen bir tek tutum salık verilir.

paranoyak kendisini hepsi onun peşinde olan düşman sürüsüyle çevrilmiş hisseder. bu onun temel deneyimidir. bu en açık biçimiyle göz hayallerinde ifade edilmiştir. her yerde, etrafında gözler görür; bu gözler yalnızca onunla ilgilenmektedir ve bu ilgileri de çok haincedir. bu gözlerin ait olduğu yaratıklar ondan intikam almaya niyetlidir. uzun bir süre onlara acı çektirmiştir ve cezalandırılmadan kalmıştır; bunlar hayvansa, acımasızca avlanmışlar ve yok edilme tehdidi altında olduklarından şimdi birdenbire ona karşı ayaklanmışlardır. paranoyanın bu prototipik durumu pek çok halkın büyük avcılarıyla ilgili efsanelerinde çizilmiştir.

iktidar hiçbir zaman, profesyonel olarak zihinleri sürekli iktidarla meşgul olan, dalkavukluklarını bilim adamlığı kılığına sokan, her şeyi ya zamanla ya da onların elinde herhangi bir şekli alabilen zorunlulukla açıklayabilen methiyecilerden ve tarihçilerden yoksun kalmamıştır.

zorba

emma goldman: zalimler hayata, neşeye ve güzelliğe düşmandır.

stendhal: zorbalara en çok yarayan düşünce, tanrı düşüncesidir.

dany cohn-bendit: diktatörlüğün prensibi, toplumun bütün hücrelerinde, mikroskobik iktidar merkezlerinin çeşitliliğinde gizlidir. babalarda, kocalarda, öğretmenlerde, devlet memurlarında uyuyan bir küçük diktatör vardır hep.

ray bradbury: bir caninin görüntüsü karşısında cesetler bile kanar.

jostein gaarder: demokrasi, cahil kitlelerin egemen olduğu bir yönetim biçimine dönüşebilme tehlikesini barındırır. bir tiran olan hitler almanya'da devletin başına geçemeseydi bile, daha önemsiz pek çok nazi belki de korkunç bir "kitle yönetimi" kurabilecekti.

ahmet oktay: her türlü baskının kökeninde özel yaşamlara tahakküm etme isteği yatar.

maurice duverger: otoritelerin seçimle belirlendiği modern sistemlerde iktidarı gasp yoluyla ele geçiren kişi, kendisini seçimle meşrulaştırmaya çalışır; ama bunu yaparken de seçmenlere kendisini onaylamama olanağı tanımaz.

abbe pierre / albert jacquard: tiranın esas özelliği düşünmeyi engellemesidir.

sait faik: dünyada hiçbir şeyden, zalimlikten iğrendiğim kadar iğrenmem. insanoğlunun en büyük savaşı zalimliğe karşı açılmalı. insanoğlu her şeyden evvel içindeki bu kıskançlıklardan, bu kinlerden, bu ahlaksızlıklardan daha pis şeyi -kendinde, doğuşta varsa bile- söküp atmalıdır.

14.07.2017

gidenlere

nihat behram



ah, ardı ardına kenetlenen ölüm
ah, hıncı sabırla bezeyen sır
yazmadaki sırması ağlayışın tırnaklara oturan kan

ah, gidiyor işte, gidiyor göz göre göre
sıcak titreyişi varlığını hayata adamışların
gidiyor
öfkenin haykırışları
yasalarıyla gidiyor kahredişin
zulmün ve iğrençliğin buyruklarıyla gidiyor
toprağa düşen bakımsız yapraklar gibi değil
azarlanmış çocukların kederiyle değil
doğuşun ve sevmenin feryadıyla gidiyor
ölümü donatan arkadaşlarım

son ana kadar onuru koruyanlar yaşayacak
söylenecek son söz kahramanca olmalıdır