29.02.2016

uzun lafın kısası

bertolt brecht: dünyayı kurtarmaya bir tek iyi insan yeter.

erich fromm: bir özgürlük eğilimi olarak başkaldırma eylemi mantığın başlangıcıdır.

hakan günday: dengesizlik, gerçek duygusunun ve gerçeğin tek kapısıdır. dengeyle hiçbir yere varılmaz. ancak düşmeyi bilenler köprüden karşıya yüzülerek de geçilebileceğini öğrenir.

jaroslav hasek: büyük dönemler, büyük insanlar yaratır.

alexandre dumas: idam sehpasının ilk basamağında ölüm tüm yaşam boyunca taşıdığınız maskeyi atar ve gerçek yüzünüz ortaya çıkar.

kierkegaard: kadın doğası kendini direniş biçiminde gösteren bir teslimiyettir.

andre malraux: şeytan, meclislerden çok, cemaatlerden hoşlanır.

choderlos de laclos: açılıp bilinmesini istemediği bir sırrı olmayan tek bir insan yoktur.

maya angelou: insanlar söylediklerinizi ya da yaptıklarınızı unutur; ama onlara neler hissettirdiğinizi asla unutmaz.

orson welles: bazı insanlar yaralarını saklamaya çalışır, bazıları da göstermeye meraklıdır.

sabahattin ali: bu ölü toprakların üstünde hiçbir şey ölmek ve öldürmek kadar kolay değildir.

voltairine de cleyre: ifade özgürlüğü, başkalarının duymak istemediklerini söyleme özgürlüğü anlamına gelmiyorsa hiçbir şey ifade etmez.

26.02.2016

lakerda*

mario levi

endülüs emevi günleri zamanında ailesinin geçimini balıkçılıkla sağlayan bir adam varmış. bu balıkçı kızına çok düşkünmüş. her balık tutuşunda onu düşünürmüş. bir keresinde kızın canı çok balık çekmiş. ne var ki o gün "şabat"mış, balıkçının denize çıkması mümkün değilmiş. bu yüzden de bu isteği yerine getirmediğine çok üzülmüş. sonraki günlerde balığa çıktığındaysa bu üzüntüyü bir daha yaşamamak ve yaşatmamak için kendine bir çare aramış. balığı ayıklayıp tuzlama fikri de o zaman aklına düşmüş işte. tuzlayarak, ava çıkamadığı zamanlar için saklamayı başardığı bu balığa da, yine çok sevdiği kızını düşünerek "la querida" demiş. "la querida" ya da dilimizdeki karşılığıyla "sevgili". sonra da kelime değişmiş, tarihin akışında, daha birçok kelime gibi, daha kolay söylenir ve coğrafyasına uygun halini almış, "lakerda" olmuş.

not: ayrıca bkz. sevan nişanyan

24.02.2016

kuş

sema kaygusuz

bir kuşu avuçlarınıza aldınız mı hiç? onun göğsünü kendi göğsünüz sanırsınız. uçup gitmesine razı olamazsınız, yüreğiniz dışarı çıkacak diye korkarsınız. bir avuç hayatı için, yaşamın kutsal pırıltısını size kaptırmamak adına, beceriksiz kısa bacaklarıyla nasıl da direnir! sizi şaşırtan bir güç vardır kanatlarında, sıkmakla bırakmak arasında gidip gelirsiniz. uçup gittiği an, özgürlük ile kaçışın aynı anlama geldiğini hissedersiniz. bir sahibin övüngenliğiyle gülümsersiniz ona; her şeyini geri verdiğinizi düşünerek ağzınız iki yana yayılır. o kaybolana kadar, gözlerinizi ondan ayırmazsınız. kaybetme duygusunun kısa süreli burukluğu, yerini kıskançlığa bırakır. o sırada ne olmak istersiniz? kuş mu, onu sıkan el mi?

22.02.2016

bellek

carlos fuentes

belleğimiz olmasa hepimiz katil olabiliriz. bellek bize hatırlatıyor: kabil. yuatepec kaplanı. caryl chessman. dr. crippen. goyito cardenas. ama sırf bellek yüzünden seni kendime yar edemem diyemezsiniz cürme.

insanların doğru olduğunu düşündüğü şeyleri değil, kendi istediğim şeyleri yapsam bile kimsenin beni şerefsizliğime ya da erdemlerime göre yargılamaya hakkı yok diyebilmesini isterim angel'in.

doğru olanın doğru olanı değil, istediğimizi yapmak olduğu bir dünya isterim; o zaman istediğimizi yapmak doğru olur.

20.02.2016

kör bir

ataol behramoğlu


yüreği hüzünle dolduran hayat
güneşli bir nisan akşamında
her şey ölüp gidiyor ve
atıyla oynuyor komşunun çocuğu da

yaprakları kımıldatan rüzgar
ölüm kımıldamaz ama
yağmurda, solgun güz kuşlarının
kimbilir nereye gittiği yağmurda
kuytu, naftalin kokan odalarda
akşamın evleri sardığı odalarda
bir çocuk uyurdu
kavaklar cevizler ıhlamurlar
sallanırlardı acıyla

o zaman ne çok hastaydım
sevgilim! ne çok hastaydım
geceyarıları şehri dolaşırdım
cebimde taslak halinde bir intiharla
şizofreni ve pompalı mızıkayla
tanrım! ne çok yalnızdım, dağlara
doğru yürürdüm, ağlardım
yüzümü tutup toprağa
şehri
gözlerdim
- gençliğimi hatırlatan o sıkıntıyla -
babasının yargıç olduğunu söyleyen hizmetçi sevgilim
gelirdi. o ve ay. odamın
duvarına yazılar yazdım
başkaldırma ve ölmeme hakkında
hep uyanık kalmak pahasına
yazılar yazardım, kafka
v.s. otururlardı bir kasabada
oturur ölümden konuşurlardı
bir kroki halindeki şapkalarıyla
bir taslak olan vücutlarıyla
ve bir cenin kadar zayıf omuzlarında
askeri ve trenci paltolar olurdu
onlar konuşurken akşam olurdu
biz sevişirdik acıyla
sevgilim! biz acıyla sevişirdik
ellerin soğan ve sabun kokardı
ayaklarını öperdim, sonra
gece gelirdi ağır bir homurtuyla
gece gelip beynimi örterdi
ışığı yakmazdım, gece gelirdi
sen giderdin, o zamanlar ben hastaydım
beynim hastaydı, örtüler içinde
bir vebalı gibi titrerdi
gece soluk soluğa
terli bir tren gibi ilerlerdi

kalbim
sen yoksun
sen tökezleyen bir şarkısın
köpüre köpüre akan
acıyla ve hüzünle beslenen
bir ırmaksın
akşam
yankılanırken kasaba
çanların ve koyunların
mezarların
tozlu kasabasında
çocuklar ağlardı
dünya az renkli ve tebeşirden
bir resim kadar tozlu ve müphemdi
aşk müphemdi

sen
sessiz bir kinle şehri gözlüyorsun
kısık bir hüzünle camların arkasında
aşka ve merhamete hazırsın
şefkate ve nefrete ve
acı çekmeye o uzak yollarda
bir kuleden seyrettiğin şehri
yani bir şehvet balkonundan
kimse bilmiyor
geçit yok şarkısına aşkın
ah her şey
bir pencereden göründüğü kadar
bir pencere kadar dünya
bir kartpostal gibi geçtiğimiz dünya

kalbim
kör bir çocuk gibi düşe kalka

18.02.2016

öznellik

joyce carol oates

insanın özünü oluşturan öznellik, bizi birbirimizden dönüşü olmayan bir biçimde ayıran gizemin ta kendisidir.

insan, kendisi delirmeden, içinde deliliği barındırabilir mi?

öğretmek bir iletişim eylemidir; anlayış -buluşma-, bilgiyi, beceriyi paylaşma isteği; başkalarıyla, yani öğrencilerle uyum içinde yaşama, başkalarını kendi ruhunun yalnızlığına davet etmektir.

umut, geriye bakınca, çoğu kez acı bir şaka gibidir.

emily dickinson'ın dediği gibi, incilere geçene kadar oyun hamuru ile oyalanıyoruz. yaşamlarımız başlangıçta hep oyun hamuru ile oyalanma biçimindedir. ardından rüzgarda hızla kapanan bir kapının şiddetiyle ensemize iner yaşam.

william james: bizi tanıyan insan sayısı kadar farklı kişiliğimiz vardır.

doğada iyi veya kötü yoktur. yalnızca yaşam yaşamla savaş halindedir. yaşam yaşamı tüketir. ama insan yaşamının öbür yaşam formlarından daha değerli olduğuna inanmak isteriz.

spinoza: her canlı kendi varlığını sürdürme çabasındadır.

bahtsızlar içinde belagati en güçlü olandır hamlet.

erkekler kendilerini saklarlar kadınlardan. erkek ötekidir, ehlileştirilmesi gerekir; kadın ise ehlileşmenin ta kendisidir.

her şey önemsiz, anlamsız ve amaçsız olduğu derecede derindir.

william carlos williams: en erdemli davranış intihardır.

insan yalnız yaşayınca, yemek yemesi aşağılanma ya da alay gibi geliyor. çünkü yemek denen şey toplumsal bir törendir; yoksa yemek yalnızca içine yiyecek doldurulmuş bir tabaktan ibarettir.

17.02.2016

anlatmak için yaşamak

gabriel garcia marquez

insanın yaşadığı değildir hayat; aslolan hatırladığı ve anlatmak için nasıl hatırladığıdır.

g.b. shaw: çok küçük yaşlarımdan beri okula gitmek için eğitimime ara vermek zorunda kalmışımdır.

para şeytanın bokudur.

en berbat salgın insandır kuşkusuz.

eduardo zalamea: her şey mümkündür hayallerde; ama oradaki inciyi doğallıkla, yalınlıkla, ortalığı velveleye vermeden söküp alabilmek edebiyatla yeni ilişkiye giren yirmi yaşındaki her delikanlının harcı değildir.

çocukların yalanları büyük bir yeteneğin göstergesi olabilir.

rainer maria rilke: yazmadan yaşamayı becerebileceğini sanıyorsan, yazma.

yazdığın bir şeyin taslağını asla birilerine gösterme.

şarkı söylemeyen biri, şarkı söylemenin ne kadar zevkli olduğunu bilemez.

lenin: sen politikaya bulaşmasan bile, politika sonunda sana bulaşır.

hak edilmemiş fazla yüklerimizde bir başkasının kaderine ait bir şey varmış duygusuna kapılırım; yaşadığım uzun yıllar da bunun tersini kanıtlamaya yetmemiştir.

16.02.2016

yabancı tehlikesi

~criminal minds

çocuk kaçırma olaylarında işimizi en çok hangi kampanya zorlaştırıyor biliyor musun: "yabancı tehlikesi". okullarda her yana afiş asarlar. babacan bir polis memurunun elinde "yabancı tehlikesi"ne dair kitaplarla sınıfıma geldiğini hatırlıyorum. bütün bir nesle ağacın arkasındaki pardösülü korkunç adamdan korkması öğretilmişti. sonra bir de baktık ki yabancılar sadece etraftaki suçluların küçük bir bölümüymüş. büyük bölümü ise her gün gördüğün insanlar, akrabalar, komşular, öğretmenlermiş. çocuklarımızı tehlikenin %1'ine karşı hazırlamamız, onları kalan %99'a karşı hazırlıksız kıldı. yani hata yaptık. elimizden gelen tek şey bundan ders alıp bir dahaki sefere daha iyisini yapmak.

14.02.2016

divan

irvin yalom

kimsenin seyretmediği bir hayat yaşamaktan kötüsü olamaz.

saf, benimsemeye dayalı, karşılıklı, eşit bir ilişki, ruhu kurtaran bir şeydir ve şifa bulmak için elimizde tuttuğumuz en büyük kudrettir.

alzheimer'ın iki faydası vardır: eski dostların yeni birer dost olur ve bir de kendi paskalya yumurtalarını kendin saklayabilirsin.

benim tekniğim, her türlü tekniği bir yana bırakmaktır. benim tekniğim, doğruyu söylemektir.

kesinlik, bilgi ile ters orantılıdır.

çekici bir kadına sarılmaktan hoşlanmayacağım gün geldiğinde, cenaze levazımatçısına haber vermenin vakti de gelmiş demektir.

hasta senin kitabından alıntı yaparak sana direnirse boku yediğinin resmidir.

süreç, terapistin boynundaki muskadır, açmaz durumlarda daima etkili olmuştur. terapistin en güçlü meslek sırrıdır o; terapistle konuşmayı, yakın bir arkadaşla konuşmaktan daha etkili kılan yegane usuldür.

değer ile kalıcılığı birbirine karıştırmak nihilizme çıkar.

bir yakınını kaybetmenin acısını yaşamayacak kimse yoktur. evrensel nitelik taşıyan yegane psikolojik sorundur bu.

acılı zamanlarda acı reçeteler yazılır.

bağımsız bir hastayla çalışırken alacağın ödül isyandır, minnet değil.

düşünerek geçirdikleri zamana karşılık fatura kesen tek meslek grubu avukatlardır.

ameliyat başarılı geçti, yalnız.. hasta öldü.

amacınız öyle bir hayat sürmek olmalı ki, bundan beş yıl sonra dönüp geriye baktığınızda pişmanlık duymamalısınız.

satranç da hayat gibi: oyun bitince bütün taşlar aynı kutuya konuluyor.

the matrix

the wachowskis

"hiç uyanık mısın, uyuyor musun; bundan emin olamadığın duygusuna kapıldığın oldu mu?"

"her zaman. buna "meskalin" diyorlar. uçmanın tek yoludur."

buraya neden geldiğini biliyorum, neo. neler yaptığını da biliyorum. geceleri neden uyuyamadığını. neden yalnız yaşadığını ve neden her gece bilgisayarının karşısında sabahladığını biliyorum. sen onu arıyorsun. biliyorum; çünkü bir zamanlar ben de aynı şeyi arıyordum. ve o beni bulduğunda aslında aradığımın o olmadığını söyledi. bir cevap arıyordum. bizi harekete geçiren sorunun kendisi, neo. seni buraya getiren de, aynı soru. sorunun ne olduğunu sen de biliyorsun. cevap oralarda bir yerde, neo. o da seni arıyor. ve eğer çok istersen seni bulacaktır. sende zaten uyanmayı bekleyen ve gördüğü şeyleri kabul eden birinin bakışları var.

matrix her yerdir. etrafımızı çevreler. şu anda bile, bu odanın içinde. pencereden baktığında ya da tv'yi açtığında onu görebilirsin. çalışmaya gittiğinde onu hissedebilirsin. kilisede bile. vergilerini öderken. gerçekleri görmeni engellemek için gözlerinin önüne çekilen bir dünya bu. "ne gerçeği?" bir köle olduğun gerçeği neo. sen de herkes gibi bir köle olarak doğdun. dokunamadığın, tadamadığın ya da koklayamadığın bir hapisanedesin. beyninin içi bir hapisane. ne yazık ki, matrix'in ne olduğu kimseye anlatılamaz. bunu kendin görmek zorundasın. bu senin son şansın. bundan sonra, bir geri dönüş olmayacak. mavi hapı alırsan bu hikaye sona erer, yatağında uyanırsın ve istediğin her neyse ona inanırsın. kırmızı hapı alırsan, harikalar diyarı'nda kalırsın. ben de sana tavşan deliğinin gittiği yerleri gösteririm. unutma, sana vaat ettiğim tek şey "gerçek." fazlası değil.

gerçek olan nedir? "gerçeği" nasıl tanımlarsın, neo? eğer hissedebildiklerinden dokunabildiklerinden, tadıp görebildiklerinden bahsediyorsan, onlar sadece beynin tarafından yorumlanan elektriksel sinyallerdir. işte senin bildiğin dünya bu. 20. yüzyılın sonundaki dünya. şu anda sadece sinirsel etkileşimli bir simülasyonun parçası olarak var. biz de buna "matrix" diyoruz.

bir kuralımız vardır. hiçbir aklı belirli bir yaşa gelmeden özgürleştiremeyiz. tehlikelidir. zihin gerçeği kabul etmekte zorluk çekebilir. bunu daha önce de gördüm.

ne olduğunu düşünme. ne olduğunu bil. hadi! vurmayı denemeyi bırak da vur!

aklını özgürleştirmeye çalışıyorum, neo. ama ben sadece kapıyı gösterebilirim. kapıdan girmesi gereken kişi sensin.

bildiklerini unutman gerek neo. korku, şüphe ve inançsızlık. aklını özgür bırak.

matrix bir sistemdir, neo. ve bu sistem bizim düşmanımız. içine girdiğinde, ne görürsün? işadamları, öğretmenler, avukatlar, marangozlar.. kurtarmak istediğimiz insanların kendi akılları. ama bunu yapana kadar, bu insanlar hala bu sistemin bir parçası ve bu yüzden bizim düşmanımız. bunu anlamak zorundasın. bu insanların çoğu kurtarılmaya henüz hazır değiller. ve bazıları o kadar çaresiz, o kadar umutsuzca sisteme bağlanmışlar ki, onu korumak için savaşacaklardır.

biliyor musun? bu bifteğin var olmadığını biliyorum. bunu ağzıma koyduğumda matrix'in beynime bunun sulu ve lezzetli olduğunu söylediğini biliyorum. 9 yıldan sonra ne fark ettim biliyor musun? cehalet, erdemdir. hiçbir şey hatırlamak istemiyorum. hiçbir şey! anladın mı? zengin olmak istiyorum. bilirsin, önemli biri. örneğin bir aktör. içgüdülerimizi reddetmek, bizi insan yapan özümüzü reddetmektir.

hayatım boyunca anılarım oldu. hiçbiri yaşanmadı.

peki, neleri biliyor? "her şeyi mi?" hep yeterince bildiğini söyler. "o halde asla yanılmıyor." bunu doğru ya da yanlış kavramlarıyla düşünmemeye çalış. o bir yol göstericidir, neo. yolu bulmana yardım edebilir.

13.02.2016

din

paul henri d'holbach: din, insan türünün özgürlüğüne, mutluluğuna ve erincine karşı sahtekarların kurduğu bir birliktir.

ernest renan: biz ancak bir gölgenin gölgesinde, boş bir vazonun çiçek kokusunu duyarak yaşıyoruz.

schopenhauer: her şey dinin yanında: vahiy, kehanetler, hükümetin koruması, en yüksek değer ve tanınmışlık. ve hepsinden öte, doktrinlerini çocukluğun körpe çağında zihne kazıma, dolayısıyla neredeyse doğuştan gelen fikirler gibi görülmelerini sağlama şeklindeki paha biçilmez ayrıcalık.

albert bayet / jean jaures: en zayıf durumda oldukları yerde zulüm görenler en güçlü oldukları yerde zulmederler.

quintus ennius: tanrıların varlığına inanıyorum ve onları her zaman destekliyorum; ancak tanrıların insanlarla uğraşmadığı kanısındayım. çünkü öyle olsaydı, iyi insanlar mutlu, kötüleri mutsuz olurlardı hayatta; oysa hep tersinin gerçekleştiği görülüyor.

jean jaures: geçmişe onur vermenin ve saygı duymanın gerçek yolu, uzun bir hayaletler zinciri seyretmek üzere canlılığı kalmamış yıllara yüzünü dönmek değildir. geçmişe saygının tek yolu, geçmişte çalışan canlı güçleri geleceğe doğru sürdürmektir.

vatan haini

halil cibran

giydiğini dikmeyen, ektiğini yemeyen, içtiği şarabı ezmeyen ulusa yazık!

ne yazık o ulusa ki parçalara bölünmüş, her parçası kendini bir ulus sanır.

devlet adamı bir tilki, düşünürü bir hokkabaz ve sanatı yamama ve taklit olan o ulusa ne yazık!

eğer ödülse dinin amacı, eğer vatanseverlik kişisel çıkarlar demekse ve eğer eğitim ilerlemek içinse, o zaman inançsız, vatan haini ve cahil bir adam olmayı yeğlerim.

12.02.2016

hiçlik

salman rushdie

hiçlikten hiçbir şey çıkmaz.

sevgi harika bir şeydir ve insana sınırsız bir şevk verir. ama sevgi çok aptalca bir şey de olabilir.

sen kuytu bir köşeye sıkışıp kalmış, göz kamaştıran, iyi yürekli bir insansın.

köre, körlüğü iki kat acı gelir.

kafan uydurma şeylerle dolu; bu nedenle orada gerçeklere yer yok.

mutlu bir öyküyü mahvetmek için onu acıklı kılmak gerekir. eylem dolu bir dramayı mahvetmek için de onu aşırı yavaşlatmak gerekir. bir dedektif öyküsünü mahvetmek için katilin kimliğini en alık okurun bile anlayacağı şekilde açıklamak gerekir. bir aşk öyküsünü mahvetmek için onu nefret öyküsüne dönüştürmek gerekir. bir trajediyi mahvetmek için de onu, insanlara istemeden kahkahalar attıracak hale getirmek gerekir.

büyük serüvenlerin sonunda herkes aynı şeyi ister: mutlu bir son.

öykülerde ve yaşamda mutlu sonlara çoğu insanın sandığından az rastlanır. böyle sonların kuraldan çok kural dışı olduğu söylenebilir.

mutlu sonlar kesinlikle bir şeyin sonunda gelmelidir. bir öykünün, bir serüvenin ya da buna benzer bir şeyin ortasında gelirlerse, başarabildikleri tek şey olsa olsa ortalığı ancak geçici bir süre neşelendirmek olur.

11.02.2016

dizeler


gece, yalnızlığımıza çekilen gökperdeyse
şiir, içindeki aydınlığımızdır
(şükrü erbaş)

ben hep sözcüklerle baktım dünyaya
yaralandım sözcüklerle
alıştım sözcüklerin devriyesi olmaya
(metin altıok)

uyuyamayacaksın
memleketin hali
seni seslerle uyandıracak
oturup yazacaksın
çünkü sen artık o sen değilsin
uyuyamayacaksın
düzelmeden memleketin hali
düzelmeden dünyanın hali
(melih cevdet anday)

gezgin büyülüdür fethedilmemişin gizemiyle
savaşçının kargısı sonunda uzlaşır ölümle
sense bedenin ve ruhun acısına adandın ey sürgün
anıtın yok ama ülken her yer
(ahmet oktay)

ah, kimselerin vakti yok
durup ince şeyleri anlamaya
(gülten akın)

hayatın bekleme odasında bir kadın
birbirine benzeyen ölümler biriktirir
çan susar, bir kuş uçar sesinden
camlara kendini yazar bir şair
(ayten mutlu)

bunalıyoruz çocuk bunalıyoruz
biçim veremediğimiz şeylerin
biçimini alıyoruz
(şükrü erbaş)

ayrılık bilmem ne zaman gelir
sen bir okul defteri getir bana
çünkü sadece yazmak tesellidir
çektiğiniz acıya bu dünyada
(ahmet oktay)

denizin uzaklardan getirdiği
yabancı, anlamsız bir şeyim
(melih cevdet anday)

aşkın kuramı olmaz
yalnız eylemi vardır
(ferit edgü)

sağ olasın amerikan sigarası
sağ olasın ara kültür
ezik heves, görgüsüz para, özenti ve şımarıklık
kimliksiz, adressiz, mihrapsız halk
(şükrü erbaş)

dolaşıyorum ne zamandır
kalbimde bir gül kesiği
(ahmet oktay)

bulutlardan başka bir şeyin hareket etmediği
bu esmer, bu yılgın, bu sağır düzlükte
silinir her gün biraz daha yaşamla ölüm arasındaki çizgi
(şükrü erbaş)

aşkın kışlası yataktır
aşk her zaman çırılçıplaktır
(ferit edgü)

10.02.2016

aşk paradoksu

pascal bruckner

aşkın mucizesi, dünyayı sizi büyüleyen bir varlığın etrafına sıkıştırmaktır.

aşkın her şekli, ne kadar uyumlu olursa olsun, içinde bir dram ya da gizli bir kaba güldürü barındırır. en namuslu insanın yapısında her zaman iğrenç bir varlığa dönüşüverme eğilimi vardır.

aşkta klişelerin en kötüsü, klişelerden kaçmaya çalışmaktır.

çift demek, sitemlerin sermayeye dönüştürülmesi ve her birinin diğerine bu sermayeyi faiziyle ödetmesi demektir.

aşk, yalnızca serbest bireylerden oluşan bir toplumda serbesttir.

genç kadınlar ve genç erkekler birbirlerine karışmış halde harikadırlar. her biri, diğerlerini gölgelemek şöyle dursun, onları muhteşemleştirir.

sizi seven varlıklardan sakınmanız gerekir; çünkü onlar aynı zamanda en berbat düşmanlarınızdır.

aşk her zaman sevimli değildir, adaletle veya eşitlikle bağdaşmaz, feodal bir tutkudur, antidemokratiktir.

kadınlar genellikle yanında güzel kadın bulunan erkekleri arzularlar. isterse çirkin ve küstah olsunlar, yanlarında güzel bir kadının bulunması bu erkeklere hemen kıyaslanamaz bir değer katar.

seks

charles baudelaire

nedir aşk? insanın kendinden çıkma gereksinimi. 

kişi sanatla ne denli çok uğraşırsa kuşu o denli az kalkar.

ruhla ilkellik arasında gitgide belirginleşen bir çatlama görülür.

ilkel adamın kuşu herkesten çok kalkar; düzücülük halkın lirizmidir.

düzmek, bir başkasının içine girmeye can atmaktır; sanatçıysa kendi kendinden çıkmaz hiç.

erkekle kadından biri ya cerrahtır ya da cellat; ötekiyse hasta ya da kurbandır.

aşktaki en yüce ve tek zevk, kötülük etme kesinliğinde yatar. bütün tensel hazlar kötülükte bulunur.

hakkıyla para harcamak için ödeme yapılacak iki yer vardır: ayakyolları ve kadınlar. 

ten hazlarına susamış insan yüreğinin en rezil yanından doğmuştur işkence. 

kadın, ruhu tenden ayırmayı bilmez. hayvanlar gibi yalın, düz bir varlıktır. bedeninden başka bir şeyi yoktur dense yeridir. 

kadın doğaldır; bu yüzden iğrençtir. dişiliği azar hep, becerilmek ister. 

küçük bir aptal, küçük bir sürtük; en büyük yozlaşımla birleşmiş en büyük budalalık.

9.02.2016

mein balıkçısı

şevket rado

bir zamanlar mein balıkçısı diye, talihiyle meşhur bir adam varmış. mein kıyılarında balık pek az tutulduğu halde bu adam ne zaman balığa çıksa boş dönmez, sepetler dolusu balıkla gelirmiş. adam bu yüzden para kazanırken talihi de dillere destan olmuş. o kadar ki, birinin fazla talihli olduğunu anlatmak için "mein balıkçısı gibi talihli" demek adet haline gelmiş. günün birinde balıkçı ölmüş. tören için evine gelenler mein balıkçısı'nın evinde balık ve su üzerine zengin bir kütüphane olduğunu hayretle görmüşler. adamın neden balık avından boş dönmediği o zaman anlaşılmış.

8.02.2016

austin ve celia

julio cortazar

austin latin mahallesinde fazlaca esnemeye maruz kalmadan lavta çalabileceği bir boite'de iş bulana kadar polanco evinde kalmalarına izin vermişti. austin'e karşı duyduğu kızgınlığı gizleyemeyen calac bu işe karşı çıkmıştı ama polanco insancıl güdülerle hareket ettiğini söyleyerek bir iki hafta onunla kalmak için izin isteyince calac da bütün bu fedakarlıkların lavtacı için değil celia için yapıldığını kabul etmişti.

"austin'in bir kadının gerçekte ne olduğunu anlamasının zamanı geldi." demişti polanco. "zavallının şimdiye kadar şansı hiç yaver gitmemiş, önce duc d'aumale, sonra londra'da ona yüklenen şu erkek arı işlevi, seni sıkmamak için diğer ayrıntılardan söz etmeyeceğim.

"cehenneme git" cevabını vermişti calac kısaca, kötü anılara panzehir olsun diye bir kitap yazmaya başlamıştı o sıralarda.

polanco'nun umduğu gibi, austin korkuyla ve geceleri kaplayan bir endişeyle, aşkı ve celia'nın çok sevdiği tuzlu bademlerin çıtırtısını bulmuştu, yaşama başlamaları gerektiğini tamamen unutarak, sırtüstü yere yatıp zaman zaman bir güvercin ayağının ya da bir bulut gölgesinin göründüğü çatı penceresine bakarak. kararsızlıkla bluzunun düğmelerini açmaya başlayan celia'nın: "arkanı dön, bana bakmanı istemiyorum." diye mırıldandığı o ilk ikindiyi çoktan geride bırakmışlardı.

uzakta soyunmuştum, elbise dolabının aralık kapılarından birinin arkasına saklanarak; yanına döndüğümde celia'nın örtünün altındaki gövdesinin hatlarını gördüm, halıda bir parça güneş ışığı vardı, ayakucunun bronz parmaklıklarının üzerinde yüzer gibi görünen bir çorap. bütün bunların mümkün olduğuna inanamadan bir an durakladım, sırtıma bir sabahlık almıştım, sonra yatağın kenarına diz çöktüm ve örtüyü ağır ağır kaldırdım; celia'nın saçları göründü, yastığa yapışmış profili, kapalı gözleri, boynu ve omuzları, ağır ağır sudan çıkan bir çocuk tanrıça gibiydi örtü inerken gizem, çatı penceresindeki güneş lekeleri altında mavi pembe bir gölgeye dönüştü, çizgi çizgi beliren bir bonnard bedeni örtüyü açan elimin altında, örtüyü fırlatıp atmamak için direnerek, daha önce kimse tarafından görülmemiş olan o gizemi açığa çıkaran elimin altında, sırtın başlangıcı, çaprazlanmış kolların pek örtemediği göğüsler, ince bel, kalçasının başlangıcındaki ben, teni ikiye ayıran ve koruyucu kalçalar arasında kaybolan o gölge hattı, dizlerin arkasındaki gerginlik ve tekrar o tanıdık baldırlar, korunan bölgeden sonra gelen günlük, sıradan bölge, yatağın en derin yerinde uyuyan midillilere benzeyen bilekler ve ayaklar. hem doğal olan hem de korku veren kımıltısızlığını bozmayı başaramadan celia'nın üzerine eğildim ve o yumuşak dağlar coğrafyasına yakından baktım. (austin)

herhalde çok uzun sürmüştür. belki insan gözlerini kapayınca zaman değişir. önce büyük bir sessizlik oldu, yere düşen bir ayakkabı, gıcırdayan bir dolap kapağı, bir yakınlık, sonra örtünün ağır ağır aşağı çekildiğini hissettim ve anbean austin'in gövdesinin ağırlığını gövdemde duymayı bekledim, dönüp ona sarılmak için ve bana iyi davranmasını, sabırlı olmasını söylemek için ama örtü indikçe indi ve ben korkmaya başladım. başka bir görüntü geldi tekrar gözlerimin önüne, neredeyse bağıracaktım ama aptalcaydı, aptalca olduğunu biliyordum ve birdenbire dönüp ona gülümsemeyi tercih ederdim ama onu öyle görmek istemiyordum, yatağın kenarında duran çıplak bir heykel gibi, örtü indirilirken bekledim, ta ki ben de kendimi çıplak hissedene kadar ve daha fazla dayanamayarak doğrulup ona döndüm ve austin bir sabahlığa sarınmış, yere diz çökmüş bana bakıyordu, ben de sarınmak için örtüye uzandım ama onu kenara atmıştı ve dosdoğru bana bakıyordu ve elleri göğüslerime uzanmıştı, gün batımı, loş bir çatı penceresi, merdivendeki ayak sesleri, dolabın gıcırtısı, zaman, bademler, çukulata, gece, bardaktaki su, çatı penceresi, yıldız, sıcak, kolonya, utanç, pipo, çarşaf, dön, böyle, yorgun, bir ses duydun mu? ört üstümü, birisi kapıyı çalıyor, bırak beni, susuzluk, fırtınalı bir deniz gibi kokuyorsun, pipo tütünü gibi, küçük bir çocukken beni kepek suyuyla yıkarlardı, küçük bir kızken bana lala derlerdi, yağmur mu yağıyor? buran kumral, aptal, üşüdüm, bana öyle bakma, üstümü tekrar ört, bademler, sana bu parfümü kim verdi? tell galiba, lütfen biraz daha ört üstümü, peki korkmuş muydun, onun için mi o kadar sessizdin? evet, sonra anlatırım, kusura bakma, korkacağını düşünmemiştim, sadece bekliyorsun sanmıştım, tabii ki bekliyordum, seni bekliyordum. (celia)

"biliyor musun beklediğimiz için mutluyum." dedi austin. "anlatması zor, kendimi.. bilmem ki, küçük bir ada üzerinde uçan bir deniz kuşu gibi hissettim; adaya inmeden bütün ömrümü öyle havada geçirmek isterdim, peki sen gül, salak, ben olabildiğince iyi anlatıyorum, hem ömür boyu öyle kalmak istediğim de doğru değildi, tabii ki istemezdim, sonrası olmasa, bana sarılıp ağlaman yani, hiç anlamı olmazdı."

"suss" dedi celia ağzını kapatarak. "koca aptal."
"sakar, aptal, yetersiz, kaypak, hepsi yanlış."
"sakar sensin. şuraya bak."
"bu gayet mantıklı."
"çünkü kabak senin başına patlamayacak."
"terasa ben götürürüm" dedi austin kahramanca.
"badem alsana" dedi celia.

kumların kadını

abe kobo

bilinmemek var olmamakla eşdeğerdir; olduğu yerde çürüyen bir mücevher gibi.

yirmi yaşındaki erkekler düşüncelerle tahrik olurlar. kırk yaşındaki erkekler ise derilerinin yüzeyiyle tahriki hisseder. fakat otuz yaşındaki bir erkek için en tehlikeli şey bir kadının siluet haline gelmesidir.


yalnızlık, hayal peşinde koşup da doyurulmamış susuzluktur.


yaşam sadece önemli olaylardan ibaret olsa, gelişigüzel el sürülemeyecek, narin bir sırça köşk olur. ancak gündelik yaşam tam da gazete başlıklarındaki gibidir. bu yüzden herkes, anlamsız olduğunu bile bile, pergelin ucunu kendi evine yerleştirerek ilgi alanını çizer.


insanın gözünü alan bir güneşle süslenmiş yaz, eninde sonunda romanlarda ya da filmlerde olan bir şeydir. gerçekte olansa, mürekkep kokan gazetenin siyaset sayfasını altına serip uzanmış kendi halindeki sıradan halkın pazar günüdür.


yaşamın anlamını sakatlayan bir eğitim sistemi hakkında ciddi şüphelerim var. olmayan bir şeyin var olduğuna inandırmaya çalışan ütopya eğitimi.


yazar olmak istemek, kukla oynatıcısı olup kendini kuklalardan ayırmayı amaçlayan bir egoizmden başka bir şey değildir.


medeniyet düzeyi yüksekliğinin, insanların derilerinin temizliği ile doğru orantılı olduğunu söyleyenler vardır. eğer insanlarda ruh varsa büyük olasılıkla deride gizlidir.


nişan ya da rozet sahibi olma isteği, insanın inanamadığı rüyayı görmeye başladığı zamanlarda doğar.


her nasılsa çoğu kadın, bacaklarını aralamak için, melodramlarda olduğu gibi, karşısındakine kendi değerini belirtmesi gerektiğini sanır. fakat neredeyse zavallılığa kaçan bu masum yanılgı, aslında kadınları tek yönlü bir ruhsal tacizin kurbanları haline getiren en önemli etkendir.


sabır yenilgi değildir. aksine, sabretmek yenilgi olarak algılandığında yenilgi başlar.

yerdeniz büyücüsü

ursula k. le guin

insanlar bilmedikleri şeylerden korkarlar.

güç, sadece ihtiyaç olduğunda ortaya çıkmaz; bilgi de olması gerekir.

büyücü olarak doğmuş birinin aklını karanlıkta bırakmak tehlikelidir.

bir şey söylemeden veya bir şey yapmadan önce, ödemen gereken bedeli bilmen gerekir.

insanı insan yapan, davranışlarıdır.

dünya bir denge içindedir. dengededir. büyücülerin dönüştürme ve çağırma güçleri dünyanın dengesini bozabilir. bu güç, tehlikeli bir güçtür. korkunç bir güçtür. bilgiyi izlemeli, gereksinime hizmet etmelidir. bir mum yakan, bir gölge yaratır.

aldatmacalar bile, aptalların elinde tehlike yaratabilir.

kim bir adamın ismini biliyorsa, onun hayatını avuçlarının içinde tutuyor demektir.

günün ağarması dünyayı ve denizi var eder, gölgeden şekli çıkartır, düşü karanlıklar krallığına kovar.

eğer karşılığında verecek bir şeyin yoksa, gemide de yerin yok demektir.

söz sessizlikte
ışık karanlıkta
yaşam ölürken
bomboş gökyüzünde
uçarken parlar atmaca

kötülerin, teslim olmamış ruhları ele geçirmeleri çok zordur.

birçok güçlü büyücü, tüm hayatlarını, bir tek şeyin ismini arayarak geçirirler; tek bir gizli veya kaybolmuş ismi arayarak. yine de listeler tamamlanmış değildir. ne de dünyanın sonuna kadar tamamlanabilecektir. dinleyin, o zaman nedenini anlarsınız.

dünyanın ne kadar aydınlık olduğunu, sen bana gösterinceye kadar unutmuştum.

büyücüler tesadüfen karşılaşmazlar.

7.02.2016

natalie

balzac

isteğine boyun eğiyorum. bizi bizim kendisini sevdiğimiz ölçüde sevmeyen kadının bir ayrıcalığı vardır; ikide bir sağduyu kurallarını unutturur bize. alınlarınızda bir kırışık belirdiğini görmemek, en ufak bir isteğinizi geri çevirdiğimiz zaman kederleniveren dudaklarınızdaki somurtkan anlatımı dağıtmak için uzaklıkları mucizemsi bir biçimde aşar, kanımızı akıtır, geleceğimizi harcarız. bugün de geçmişimi istiyorsun, işte al. yalnız şunu iyi bil, natalie: isteğini yerine getirmekle hiç mi hiç hoşlanmadığım bir şeyi yapmak zorunda kaldım.

insan kalma alıştırmaları

atilla atalay

öncesi var da, nasıldı tam bilmiyorum.

olan şu ki: üç adam delirtici kırmızılıkta perdeleri içeriye gün ışığı sızdırmayan mağara gibi bir eve sığınmış, dışardaki hayatın dinmesini bekliyorduk. işsizdik. hayatın orasına burasına cv'ler yazıp yolluyorduk. cv'nin türkçesi tam olarak nedir bilmiyorum. çünkü isteyenler "cv" diye istiyordu hayatımızı. bildiğimiz bilgisayar dillerini, çalıştığımız yerleri, hayırlısıyla mezun olduğumuz okulları ingilizce olarak kağıda dökerken radyoda aydın dolaylarından "koca arap zeybeği" çalıyordu. sigara içtiğimizi gizliyorduk, ingilizcemizin esasen "elleme körolası arap uykularda adam vurulmaz" cümlesini çevirmeye yetmediğinden asla söz etmiyor, niyeyse istedikleri vesikalık fotoğraflarımızı cv'lere iliştirirken gözlerimizdeki yorgun çaresizliği okumalarından korkuyorduk.

"bu bir oyun naslolsa, niye bu kadar ciddiye alıyoruz ki" diyordu erdem. hep sarhoştu. "bakma sen, üşütmüşler, asıl bunların yapmaya işi yok, 'eleman arıyoruz' diye çağırıp sizlerle kafa buluyolar."

birkaç ay öncesine kadar hiç ağzına bile sürmemişken şimdi milyon tane sigara içiyor, kırmızı perdeler hariç evin her tarafında delikler bırakıyordu. bir iş görüşmesinde insan kaynakları bölüm başkanı bişey hanım'ı, hiç sigara içmediğine, üzerindeki sigara yanığını o an fark ettiği kravatı kardeşinden ödünç aldığına inandıramamış, dönüşte kravata işemiş ve hayatının ilk sigarasını yakmıştı. hep öfkeliydi.

"neden oturup da kim olduğumuzu; hatta kim olmadığımızı anlatmaya çalışıyoruz ki" diyordu. "hiç kimse değiliz hemşerim. dinlemiyorsunuz bile, yavşaksınız. onlar da 'biz eleman aramıyoruz, yavşak arıyoruz zaten. okuduğunuz tüm kitapları bi tarafınıza sokun, biz sizi ararız, çok beklersiniz' diye cevap maili yazsın, bitsin."

sonra hızını alamıyor, "24 ocak, 5 nisan, kara perşembe, mor cuma, deprem, hortum" gelmiş geçmiş cümle krizleri neden sonuç ilişkisiyle açıklıyor, sektörel ve konjonktürel bazda irdeliyor; hatta üstüne "insan eşref-i mahlukattır derdi babam" diye başlayan 150 mısralık şiiri ezberden okuyordu. hep sarhoştu erdem. ve hep aslında sarhoş olmadığını kanıtlamak için bize ve kendisine böyle bilgi-bellek gösterileri yapıyordu. masanın üstü ayılınca okumak için kendine yazdığı notlarla doluydu. bir tanesini bile okusanız, kendi bulduğunuz işi hiç düşünmeden ona verirdiniz.

delice sessizdi orhan. ve delice ayık. ya da uykusuzlukla sarhoş oluyordu, bilmiyorum. hiçbir zaman uyku değil ama sürekli bir mahmurluk, bir "hata mesajı"yla yüklü gözlerle dolaşıyor, başka dilde yalnızlık şarkıları dinlerken kafasını bilgisayara sokuyordu. ekran başında oturmaktan yorulunca sandalyeye bir kuş gibi tüneyip oturan yerlerini dinlendiriyor, ellerini klavyeden, gözünü ekrandan ayırmadan bir ayağıyla diğer ayağındaki çorabı çıkarabiliyordu. sanki, günün birinde ekranda bizim göremeyeceğimiz bir pencerenin açılmasını bekliyordu orhan. o pencereden içeri süzülecek ve artık bir "windows uygulaması" olarak yaşamını sürdürecekti.

ben ise uzaylılar tarafından kurtarılmayı bekliyordum. bir üst medeniyet gelecek, bizi manyak eden bu şizofren kültürün ağzını yırtacak, tek harekette cümle windows uygulamalarından çıkıp televizyonları camdan atacaktı. soran olursa böyle diyordum. gerçi şimdiye kadar böyle derinlemesine bir soru soran olmamıştı.

"eee, okul da bitti. nerde çalışıyon sen şimdik? nikah, nişan öyle bir şey var mı?"

bıkıp usanmadan bunu soruyorlardı. ne sorsunlardı ki peki? bu küçük, sevimli bir ilgi cümleciğiydi. binin üzerinde duyunca, tuhaf sosyolojik hesaplara giriyordun. herkeste bir bunalım, bir yırtma arayışı vardı, herkesin çevresinde senin benim gibi allah'a cv yazası gelmiş bir genç nüfus dolanıyordu. sana sordukları sorularla kendi durumlarını tartıyor olabilirler miydi?

"iyi iyi, bak numan beylerin oğlu da daha iş bulamamış... nurşizaanımların kızı da 28 yaşına geldi, yetmiş sekizli miydi, yok kız yetmiş dörtlü... bührek beylerin oğlu da sürtüyo, kendini içkiye vurmuş, kafayı bilgisayara sokmuş bıdı bıdı.."

yok ama. bu trilyon yıllık mahalle karısı iştahından başka bişeydi artık. mahalle karılarıyla vır vır yiyerek beyinlerini haşlak yumurtaya çevirdikleri bezgin kocaları öz evlatlarına bu cümleleri bıçak gibi soktuklarının farkına varsınlardı. neydi lan, ölelim miydi?

yok be yavrum, hangi anne baba evladının kötülüğünü isterdi ki? fakat kötü oluyordunuz işte. her seferinde kendinizi daha bir başarısız, işe yaramaz ve çaresiz hissediyordunuz.

bazen bir bardak şefkatli çayla gelirlerdi, aslında "eve elektrik yazmasın" diye loş olan ininize, eşek kadar adamken annenizin gizliden koyduğu baba parası bulurdunuz cebinizde. işte o zaman en ağır bıçak yarasını alıp yorgun düşer uyurdunuz. soba sönerdi, elektrik saati fır fır dönmeyi bırakırdı; insan, en az uyurken yük olurdu.

aslında kurtuluş’taki o eve bir günlüğüne gitmiştim. galiba o gün kırmızı perdeler açıktı. ama orhan'ın "biz bu evden çıkamıyoruz" dediğini adım gibi hatırlıyorum. erdem sızmış, yerdeki halının üzerinde boylu boyunca yatıyordu. bakkal çakkal telefonla eve geliyomuş. anne şefkatiyle onlara sahip çıkan bir şeyden söz ediyormuş gibi "eh, internet de var işte" demişti. bir şeyler daha konuşuyorduk, erdem yattığı yerden tuhaf hırıltılar çıkardı, orhan bana sarfettiği cümleyi hiç bölmeden kanepeden kalkıp yerde yüzükoyun yatan abisini çevirdi, şöyle bir yüzüne baktı, sonra yine ters çevirip bıraktı.

"sızınca böyle yatması daha iyi" dedi. "öbür türlü kendi kusmuğuyla boğulma tehlikesi var."

belki o dakika gitsem giderdim, kurtuluş’taki kırmızı perdeli evden. erdem’i o halde görünce, az daha yürüyüp her geçen gün giderek incelip alçalan bir duvarın öbür tarafına kolayca geçivermekten korkmuştum. ama gidemedim. bilmiyorum, belki o evdeki hiç kimsenin bana bir şey söyleyemeyecek olmasından, belki, "kaybolayım artık" diye. uyudum işte orda, o duvarın dibinde.