30.06.2021

uzun lafın kısası

dostoyevski:
köpekler başka köpeklerin kendilerine boyun eğmelerinden hoşlanırlar.

emil cioran: ümit ediyor oluşu tedavi edilmedikçe insan köledir ve öyle kalacaktır.

murathan mungan: ne zaman içime biraz fazla baksam yükseklik korkum depreşir.

nietzsche: sevgi adına yapılan her şey her zaman iyi ile kötünün ötesinde bir yerdedir.

paulo coelho: mutluluğun aşk olduğunu söylüyorlar. oysa aşk mutluluk getirmez, hiçbir zaman da getirmemiştir. tam tersine, sürekli bir kaygı durumudur aşk, bir savaş meydanıdır; kendi kendimize sürekli olacak acaba doğru mu yapıyorum diye sorduğumuz uykusuz gecelerdir. gerçek aşk, vecd ile ıstıraptan oluşur.

cenap şahabettin: güç olan, kahramanca ölmek değil, kahramanca yaşamaktır.

charles bukowski: kadınların istediği asla duyarlılık değildir. tek istedikleri, önemsedikleri birinden duygusal intikam almaktır. kadınlar aptal hayvanlardır aslında; ama erkeğin üstünde öylesine yoğunlaşırlar ki erkek başka şeyler düşünürken onu bozguna uğratırlar.

goethe: davranış, herkesin kendi yüzünü gösterdiği bir aynadır.

halil cibran: hayatın kalbine ulaştığında, kendini ne günahkarlardan üstün ne de peygamberlerden aşağı görürsün.

tolstoy: bir insanın hayatındaki en önemli olay, kendi benliğinin bilincine vardığı andır; bu olayın sonuçları en büyük iyiliğe de yol açabilir, en korkunç şeylere de.

marquis de sade: doğanın sana verdiği tüm güzellikleri sonuna dek değerlendirmelisin. senin vücudun hayranlarının gelip tapınacağı bir kilisedir.

john fowles: hiçliğe doğru inşa ederiz, sürekli inşa ederiz.

mucize

charles baudelaire

uykuda, şu her gece yaptığımız macera dolu yolculukta, olumlu anlamda mucizevi olan bir şey vardır; düzenli tekrarlandığı için gizemi azalmış bir mucizedir bu. insanın rüyaları iki türlüdür: sıradan hayatının ayrıntıları, kaygıları, arzuları ve günahlarıyla dolu birinci tür rüyalar, hafızanın engin tuvaline yerli yersiz işlemiş, gündüz gözüyle görülen nesneleri az çok tuhaf bir biçimde birleştirir. bu doğal bir rüya görmedir; bizzat insanın kendisidir. fakat ikinci tür rüyalara gelince, bu rüyalar uyuyan kişinin karakteri, hayatı ve tutkularıyla alakasız ve bağlantısız olan, saçma ve beklenmedik rüyalardır.


benim "hiyerogliftik" diye nitelendirdiğim bu tür rüyalar hiç kuşkusuz insanın doğaüstü yanını temsil eder ve eskiler bu tarz rüyaların tam da saçma oldukları için ilahi olduğunu düşünmüşlerdir. zira doğal nedenlerle izah edilemediği için bu rüyaların nedenlerinin insanın dışında yattığına karar vermişlerdir. ve bugün bile rüya yorumcularının yanı sıra felsefi bir ekol, bu tür rüyalarda bazen bir paylama bazen de bir öğüt saklı olduğunu belirtir. kısacası bu rüyalar uyuyan kişinin zihninde üretilmiş sembolik resimlerdir; öğrenilmesi gereken bir sözlük, bilge adamların anahtarına sahip olabileceği bir dildir.

müstesna şekilde yoğun zevkleri deneyimlemek isteyen gerek cahillerin, gerekse kibar çevreden insanların bilmesi gereken gerçek şu ki; esrarda aşırı doğal olandan başka mucizevi bir şeyi kesinlikle bulamayacaklar asla. esrarın etkisini gösterdiği beyin ve organizma, evet, nitelik ve yoğunluk bakımından yükselmiş olabilir; ama her zaman kaynağına bağlı olağan bireysel olguları üretir. insan bedensel ve ruhsal mizacının ölümcül esaretinden kaçamayacaktır; esrar bir insanın bilindik izlenimleri ve düşünceleri için büyütücü bir ayna olacak ama yine sadece bir ayna olarak kalacaktır.

mr. robot

dünya tehlikeli bir yer. kötülük yapanlar yüzünden değil, görüp de hiçbir şey yapmayanlar yüzünden.

insanları okumada çok iyiyimdir. içlerindeki en kötü şeyi ararım.

herkes çalar. bu böyledir. insanlar tam anlamıyla hak ettiklerini mi kazanıyorlar? hayır. ya fazla ya da az alıyorlar ama zincirdeki biri her zaman kaymağını götürüyor.

bir adama bir silah verirsen bir bankayı soyabilir ama bir adama bir banka verirsen dünyayı soyar.

insanlar her zaman umudumu boşa çıkarmanın bir yolunu buldu.

bir holdingi kalbini hedef alarak çökertemezsin. holdinglerin olayı budur, kalpleri olmaz. onları parça parça çökertirsin. ve çözülmeye başladıkları zaman kontrol yanılsamaları da çözülür.

büyük bir fırsat ondan faydalanılmasını bekler.

seçimlerimiz üzerinde kontrol sahibi olup olmadığımızı nasıl bileceğiz? sadece önümüze gelen şeyin en iyisini yapmaya çalışıyoruz, olay bu. sürekli iki seçenekten birini seçmeye çalışıyoruz. tıpkı bekleme salonundaki iki tablo gibi. ya da coca-cola ve pepsi. mcdonald's veya burger king. hyundai veya honda. hepsi aynı bulanıklığın parçası. odak dışında kalan bulanıklık. seçimin yanılsaması. kendi istediğimiz kablolu yayın, doğalgaz ve elektrik şirketini bile seçemiyoruz. içtiğimiz su, sağlık sigortamız.. seçebilseydik bile fark eder miydi ki? eğer tek seçim şansımız kılıç ve kalkan arasında oluyorsa bu nasıl seçimdir amına koyayım? aslında aynı değiller midir? hayır, seçimlerimiz bizim için tayin edilmiş uzun zaman önce.

insanlar etrafta dolaşıp nefretin ne demek olduğunu biliyormuş gibi yapıyorlar. hayır, kimse bilemez. ta ki kendinden nefret edene kadar. demek istediğim, gerçekten kendinden nefret etmek. bu, güçtür.

insanlar iletişim kuramadıkları zaman öfkelenir.

içinde yaşadığımız dünya bu. insanlar birbirlerinin hatalarına bel bağlıyor. birbirlerini kandırmak için başkalarını kullanıyorlar. hatta birbirleri ile ilişkili oluyorlar. sıcak, dağınık bir insan çemberi.

bu, kendimi korumanın tek yolu: onlara asla kaynak kodumu göstermemek. kendimi kapatmak. beni kimsenin bulamayacağı soğuk, kusursuz labirentimi yaratmak. ama artık daha normal olacağım. belki kız arkadaşım bile olabilir. onunla birlikte aptal marvel filmlerine gideceğim. spor salonuna yazılacağım. instagram'da bir şeyleri beğeneceğim. vanilyalı latteler içeceğim. bu andan itibaren açıksız bir hayat süreceğim. kusursuz labirentimi korumak için her şeyi yapacağım.

bir maskeyi, artık maske olmayı bıraktığında nasıl çıkarırsın? senin kadar senin bir parçan olduğunda?

29.06.2021

liyakat

sevan nişanyan

türkiye'nin bugün gelmiş olduğu noktada payı olan tonla insan var. istanbul'da, ankara'da, şurada burada oturup konuştuğum zaman ülkemle gurur duymamı sağlayacak bir sürü insan var. bunlara bir kapı açılmalıdır artık. bu ülkenin kaderinde onların da bir sözü olması lazım. türkiye'de bankalara bakıyorsun, gazetelere bakıyorsun, firmalara bakıyorsun, pırıl pırıl insanlar var. dünya çapında insanlar bu kuruluşlarda çalışıyor. haydi ondan sonra kalk git bakanlığa bakalım, orada ne görüyorsun karşında? ben sana söyleyeyim ne gördüğünü: kokuşmuş bir üçüncü dünya diktatörlüğü! bu ülke buna layık değildir.

bürokrasinin istihdam metodu, bürokrasiye adam alma yöntemi o derece tıkanmıştır, o derece çıkmaza girmiştir ki (bu 12 eylülden sonra daha beter oldu) kendine asgari saygısı olan kimse devlet memurluğuna girmez, girse de sürdüremez.

türkiye'de devlet memuru sayısının radikal bir şekilde azaltılması lazım. onda biri yeter. 3 milyon yerine 300 bin devlet memuru kâfidir.

küp

ömer hayyam


türküden anladığın yok, "günahtır" dersin
yaşamak nedir bilmez, sırtını dönersin
ışık saçar bu dünya onu görenlere
boş küpsün hocam, o yüzden tın tın ötersin

28.06.2021

düş

melih cevdet anday


düş müydü gün doğmalarımız göze görünmeden
yüreğimiz bomboş göğü zaman mezarlığımızın
iki mızrak saplanmış şarap tulumlarımızdan
kadına yakılar hazırlatan horlanmış kuşku
çiğ etleri gibi kervan sofralarının gizli
üzüntü kokar bekleyiş kumulunda yağmurlar
çorak gecenin damında korku yıldönümleri

johann gottlieb fichte

irvin yalom

on dokuzuncu yüzyılın başında kant'ı takip eden üç büyük idealist filozof vardı: hegel, schelling ve fichte. bunların içinde fichte, hayatı ve çıkışı en olağanüstü olanıdır; çünkü hayatına, en büyük şöhret iddiası, pazar sabahları esin verici vaazlar veren bir rahibi olan küçük alman köyü rammenau'da yoksul ve eğitimsiz bir kaz çobanı olarak başlamıştır.

bir pazar günü varlıklı bir aristokrat vaazı dinlemek için köye gelir; ama geç kalmıştır. kilisenin dışında düş kırıklığı içinde dikilirken yaşlı bir köylü yaklaşarak üzülmemesini, çünkü kaz çobanı genç johann'ın vaazı tekrarlayabileceğini söyler. köylü, johann'ı bulur ve gerçekten de çoban vaazı harfi harfine tekrar eder. baron kaz çobanının duyduklarını içinde tutabilen şaşırtıcı zihninden çok etkilenir ve johann'ın eğitimini finanse edip onun daha sonra, aralarında nietzsche'nin de bulunduğu pek çok ünlü alman düşünürün gittiği ünlü yatılı okul pforta'ya gitmesini ayarlar.

johann bu okulda ve daha sonra üniversitede çok başarılı olur; ama koruyucusu ölünce johann'ın hiç destekçisi kalmaz ve almanya'da evde özel dersler vermeye başlar. genç bir adama henüz kendisinin bile okumadığı kant felsefesini öğretmesi için işe alınır. kısa süre içinde kant'ın çalışmalarıyla büyülenir.

fichte daha sonra varşova'da özel öğretmen olarak işe alındı. hiç parası olmadığı için oraya kadar yürüyerek gitti; ama vardığında işin ona göre olmadığı söylendi. kant'ın evi königsberg'den yalnızca birkaç yüz mil ötede olduğu için ustayla şahsen tanışmak istedi ve oraya kadar yürümeye karar verdi. iki ay sonra königsberg'e vardı ve büyük bir cesaretle kant'ın kapısını çaldı; ama huzura kabul edilmedi. kant alışkanlıkların adamıydı ve tanımadığı ziyaretçileri kabul etmiyordu.

fichte yanında tavsiye mektubu olmadığı için kabul edilmediğini düşündü ve kant'ın yanına kabul edilmek için kendi başına bir mektup yazmaya karar verdi. olağanüstü bir yaratıcı enerji patlamasıyla, kant'ın etik ve görevle ilgili görüşlerini din yorumuna uygulayan ilk kitap olan ünlü bütün vahiylerin eleştirisi'ni yazdı. kant bu çalışmadan yalnızca etkilenmekle kalmadı ve basılmasını da teşvik etti.

ilginç bir hata, büyük olasılıkla yayımcının bir pazarlama hilesi olarak kitap, üzerinde yazar adı olmaksızın çıktı. çalışma o kadar başarılıydı ki, eleştirmenler ve okuyan halk kitabın kant'ın yeni bir çalışması olduğunu sandı. sonunda kant bu mükemmel kitabın yazarının kendisi değil, çok yetenekli genç bir adam olan fichte olduğunu açıklamak zorunda kaldı. kant'ın övgüsü fichte'nin felsefedeki geleceğini garanti etti ve bir buçuk yıl sonra jena üniversitesi'nden profesörlük teklifi aldı.

27.06.2021

yanlış

salah birsel

süleyman nazif, ingiliz yazarı oscar wilde gibi dehasını yaşamına harcamış bir sanatçıdır. o keskin zekasını, diliyle yazarları, siyasetçileri sokmak yoluyla çarçur etmiştir. bir gün abdullah cevdet kendisine şöyle der:

"aman bir dizgi yanlışına kurban gittim ki olur şey değil. bir şiirimde 'vatanımın öksüzüyüm' demiştim, 'öküzüyüm' diye yayımlanmış."

süleyman nazif o her zamanki çıngıraklı kahkahasını attıktan sonra abdullah cevdet'e:

"buna dizgi yanlışı değil, dizgi doğrusu derler."

kader

amin maalouf

seksten daha ciddi ne olabilir?

çocukluğunun geçtiği yerleri ziyaret etmek bir mazoşizm uygulamasıdır. insan hayal kırıklığına uğramaya çalışır ve hiçbir sürpriz yaşanmaz, hayal kırıklığına uğrar.

inançlarımız, arkadaşlarımız, bedenimiz, hayat, tarih tarafından ihanete uğramak bizim kaderimiz.

ölüm anının zorunlu bir adabı vardır. eğer insanlığımızı korumak istiyorsak o anın saygınlığına el sürülmemelidir. ölüm döşeğindeki kişi ve onun yaptıkları hakkında ne düşünürsek düşünelim böyle davranmamız gerekir. evet, en kanlı katil söz konusu olsa bile.

ilerleme, adalet, özgürlük, ulus veya din adına alamete bindirilip kıyamete götürülmekten bir türlü kurtulamadık. 

aşktan söz etmek ne kadar soylu bir işse, aşklarını anlatmak da o ölçüde bayağılıktır.

arkadaşların, hayallerini olabildiğince uzun bir süre korumana yardım ederler. tabii, zamanla yitirirsin. ama ne kadar geç yitirirsen o kadar iyidir. yoksa, yaşamak için gereken cesareti de yitirirsin.

komünizm insanları eşitlik adına köleleştirmişti; kapitalizm de ekonomik özgürlük adına köleleştiriyor.

dinlerimiz ve mezheplerimiz birer kabile, dinsel gayretimiz de bir milliyetçilik biçimidir.

bugün dinin her yere sokulmasına ve her şeyin onunla gerekçelendirilmesine öfkeleniyorum. dini her şeye karıştırıyorlar ve ona hizmet ettiklerini sanırken aslında kendi ihtirasları veya kendi delice hevesleri için dini kullanıyorlar. bir gün insanlar hayatlarını fazlasıyla işgal eden dinden bıkacaklar ve kötülerin yanına iyileri de katarak her şeyi inkar edecekler.

uzun vadede, adem ile havva'nın tüm evlatları yitik çocuklardır.

26.06.2021

özdeyişler kitabı

goethe


bugünden, bu geceden ya da
bir şey isteme
dünün getirdiklerinden başka

her kim doğmuşsa en kötü günlerde
onun hoşuna gidecektir en kötüler bile

ne kadar da muhteşem ve uçsuz bucaksız miras payım
servetim de, ekeceğim tarla da, sadece zamanım

dayanılabilecek daha aptalca bir şey yoktur
aptalların kalkıp da bilge kişilere
alçak gönüllü olmalarını söylemelerinden
büyük günlerde

itiraf edelim: doğu'nun şairleri
daha büyüktür biz batılı şairlerden
bizleri aratmayan yanları ise
geri kalmayışlarıdır birbirlerinden nefret etmekten

nasıl oluyor da her yerde
bunca iyi ve bunca budalaca söz birlikte
en gençler en yaşlıların sözlerini yinelemekteler
ve onların kendilerine ait olduğunu zannetmekteler

asla izin verme
seni çelişkilere sürüklemelerine
cehalete gömülür bilgeler
cahillerle tartışmaya girdiklerinde

"hakikat, neden bunca uzakta
neden saklanmakta bunca derinliklerde"
kimse anlayamıyor zamanında
eğer zamanında anlayabilseydi insan
o zaman yakında ve apaçık olurdu hakikat
sevimli ve hoş olurdu elbette

eğer göstereceksem etrafı sana
önce tırmanmalısın dama

suskun kalanın derdi azdır
insan, dilin altında saklı kalır

iki uşağı olan efendi
pek iyi bakılmaz
içinde iki kadının bulunduğu ev
yeterince temizlenip paklanmaz

ölüler kitabı

giovanni papini

zamanımızın gözdesi olan tarih uzun ve sıkıcı bir ölüler kitabı'dır. politikada, hemen hepsi ölülerin düşüncelerinin mahsulü kanunlara, adetlere, formüllere boyun eğmek zorundayız. özel hayatımızda onların son arzuları denilen maddi ve manevi vasiyetlere uymaya mecburuz. katolik ülkelerde papazlar, her gün ölülerin selameti için dualar, törenler yapmakla meşguldür. müzelerimiz meşhur ölülerin eserleriyle doludur, eskimiş olmanın verdiği üstünlükle gençleri etkilerine alırlar, fikirleri köreltirler, yenilerinin gelişmesini önlerler. birçok sanatçı hala 25 asır önceki grek heykelciliğinin ve öleli 500 yıl olmuş ressamların kaidelerine körü körüne bağlanıyorlar. şehirlerimizin meydanlarında kimi at üstünde elinde kılıç, kimi oturup düşüncelere dalmış, hepsi de modası geçmiş elbiseler giyinmiş ünlü ölülerin cakalarını görürüz. dünyanın her yerinde binlerce aptal, bakıcı, spiritizmacı ölülerle görüştüklerini, onları çağırdıklarını ileri sürer, dururlar. günden güne büyüyüp genişleyen mezarlıklar büyük birer kıtlık tehlikesidir. bir taraftan nüfus artıyor, öteden dirilere yiyecek sağlayacak topraklar ölülerin "son istirahatgahlarına" tahsis ediliyor. eğer geçmiş devirlerin kabristanları yavaş yavaş kaldırılmamış olsaydı, bugün buğday ekecek bir dönüm tarla bulunamazdı. ama yine de ve hala yeryüzünde çok fazla mezar, türbe, hazine var. ya ölüleri bir daha öldürürüz ya da biraz sonra hepimiz aç köpekler gibi gebeririz. mümkün olduğu kadar kısa bir zamanda, geçmiş varlıkların diriler üzerindeki hakimiyetlerini sağlayan bu durumu değiştirmek gerekir.

rüzgara yakarı

nilgün marmara


mutsuz göğün yakıcı soluğu rüzgar
kat erimiş kararımızı kendine
ve uzak tut güçsüzlüğü bizden

hatırlar mıyız eskil bir kapı üstündeki gökkuşağını
görmüş müydük? ne zamandı
daha ılık zamanlardı sanki
sözün daha biz olduğu, bizim biz

yıkım tehdidinde bir el bekleniyor rüzgardan
alsın bizim değişmez bedenimizi kendine
ve başkalarının değişmez ruhunu sürüklesin

bilinmez yok mu edilir ölümcül ova
bir türlü egemen olamadığımız? kaç türlüydü
düzlüğü boğucuydu sanki; hiç sözsüz
bizimse biz gibi yöresinde hiç duramadığımız

oyunsa gök ve rüzgar
mutsuzluğu göğün, şiddeti rüzgarın
kim ekler kendine uçtu uçacak düşüncemizi
ve ne yakın kılar gücünü bize aydınlanabilir gecenin
bizim söz, sözün biz olduğu

üç anekdot

ülkü tamer

baba gündüz (kılıç), çocukluğumun, ilk gençliğimin unutulmaz futbolcusuydu. daha sonra antrenörlüğünde de aynı başarıyı gösterdi. şimdilerde "teknik direktör" deniyor; herhalde küçümsendiğinden, "antrenör" sözü pek kullanılmıyor.

seyircilerin küfürlerinden yakınırdı baba gündüz. bir arkadaşının küçük oğluyla maç dinliyormuş radyoda. seyircilerin ünlü "terane"si başlamış.

çocuk, "gündüz amca, seyirciler ne diyorlar?" diye sormuş.

baba gündüz, "hakemin yönetimini beğenmiyorlar, yavrum." demiş. "onu ilme davet ediyorlar. 'ilme hakem!' diye bağırıyorlar."

2.
günün birinde, yine maç kuyruğunda beklerken, yanı başımdaki köftecinin sızlanmalarını duydum. adam, bir yandan köfte tezgahının başında müşterilerine "hizmet veriyor", bir yandan yakınıyordu:

"yahu, bir sandviççi geçmeyecek mi? açlıktan öldüm."

dayanamadım. köfteleri gösterdim:

"yesene kendi köftenden."

kulağıma eğilerek fısıldadı:

"yaramaz, ağabey.."

3.
hadi adını vermeyeyim, televizyonda bir spiker maç anlatıyor. biz de seyrediyoruz. bir şut atıldı. aut. ama spiker başladı bağırmaya:

"gooool!.. gooool!.."

ne golü? top auta çıkmadı mı?

spiker hala yırtınıyor:

"goooool!"

biz mi yanlış gördük yoksa?"

kaleci topu aldı. aut vuruşunu yapmak üzere geriledi. bir an sessizlik. sonra spikerin sesini duyduk yine:

"evet, sayın seyirciler, sizler gibi biz de yanıldık!"

autu aut olarak gören bizleri işin içine niye karıştırmıştı acaba?

uy havar

ahmed arif


uy havar
yangınlar kahpe fakları
korku çığları
ve irin selleri, aç yırtıcılar
suyu zehir bıçaklar ortasındasın
bir cana, bir başa kalmışsın vay vay
pusatsız, duldasız, üryan
bir cana bir de başa
seher vakti leylim leylim
cellat nişangahlar aynasındasın
oy sevmişem ben seni

üsküdar'dan bu yan lo kimin yurdu
he canım
çiçekdağı kıtlık kıran
gül açmaz, çağla dökmez
vurur alnım şakına
vurur çakmaktaşı kayalarıyla
küfrünü, medetsiz, munzur
şahmurat suyu kan akar
ve ben şairim

namus işçisiyim yani
yürek işçisi
korkusuz, pazarlıksız, kül elenmemiş
ne salkım bir bakış
resmin çekeyim
ne kınsız bir rüzgar
mısra dökeyim
oy sevmişem ben seni

ve sen daha demincek
yıllar da geçse demincek
bıçkılanmış dal gibi ayrı düştüğüm
ömrümün sebebi, ustam, sevgilim
yaran derine gitmiş
fitil tutmaz, bilirim
ama hesap dağlarladır
umut dağlarla

düşün, uzay çağında bir ayağımız
ham çarık, kıl çorapta olsa da biri
düşün, olasılık, atom fiziği
ve bizi biz eden amansız sevda
atıp bir kıyıya iki zamanı
yarının çocukları, gülleri için
her birinin ayva tüyü, çilleri için
koymuş postasını
görmüş restini
he canım
sen getir üstünü

uy havar
muhammed, isa aşkına
yattığın ranza aşkına
deeey, dağları un eder ferhadın gürzü
benim de boş yanım hançer yalımı
ve zulamda kan ter içinde asi
he desem koparacak dizginlerini
yediveren gül kardeşi bir arzu
oy sevmişem ben seni

esrar

charles baudelaire

akıllı bir devlet esrarın serbestçe kullanılması halinde varlığını sürdüremez. ne savaşçı çıkarabilir ne de vatandaş.


aslına bakarsanız, bozulma ve zihinsel ölüm pahasına, varoluşunun temel koşullarını bozmak ve böylece yetileri ile çevresi arasındaki dengeyi yıkmak insanoğluna yasaklanmıştır. vatandaşlarını ifsat etmeye niyetli bir devlet olsaydı, bu niyetini hayata geçirmek için esrar kullanımını teşvik etmekle yetinirdi.

şarap iradeyi güçlendirir, esrar yok eder. şarap fiziksel bir yardımdır, esrar bir intihar silahı. şarap insanı iyi huylu ve girişken yapar, esrarsa yalnızlaştırır. deyim yerindeyse biri çalışkandır, diğeriyse özünde tembel. hem bir çırpıda cennete kavuşabiliyorsanız, çalışmanın, toprağı sürmenin, yazmanın, herhangi bir şey üretmenin ne manası kalır ki?

son olarak, şarap çok çalışıp onu içmeyi hak eden halk içindir. esrar yalnızlık sevinçleri sınıfına aittir; aylak sefiller için yaratılmıştır. şarap faydalıdır, verimli sonuçlar doğurur. esrar faydasız ve tehlikelidir.

pek tanınmayan ama önemli bir filozof, müzik kuramcısı ve konservatuar hocasının, barbereau'nun güzel sözleriyle bu yazımı bitirmek istiyorum. bu zatın da bulunduğu bir meclise katılmıştım ve orada bulunanların bazıları o keyif verici zehirden alıyorlardı. zikrettiğim zat kelimelere dökemeyeceğim bir küçümsemeyle bana şöyle demişti: "akıllı ve zengin ruhlu bir insanın şiirsel mutluluğa erişmek için yapay yollara başvurmasını hiç anlamıyorum; çünkü coşku ve irade gücü, doğaüstü bir varoluşa yükselmek için yeterlidir zaten. büyük şairler, filozoflar ve yalvaçlar, saf ve özgür iradelerini kullanarak, hem sebep hem sonuç, hem özne hem nesne, hem hipnozu hem uyurgezer oldukları bir hale ulaşan insanlardır." ona sonuna kadar katılıyorum.

kitap

goethe


bir gün büyük bir toplantıdan
sessiz bir bilgin kalkıp evine gider
memnun kaldınız mı diye sorarlar
"kitap olsalardı" der, "onları okumazdım."

sempati

louis lavelle

başkasının kişisel yaşamı, ancak o kişiyi sevmeye başladığımızda bize kendini gösterir.

sempatinin özelliği, zekanın hiçbir çabasının hiçbir zaman elde edemeyeceği şeyi çaba göstermeden gerçekleştirmesidir.

en kolay şekilde kendinin oyuncusu haline gelme tehlikesini taşıyan, en çok kafaya sahip olan insandır. hiçbir zaman kendinde bulduğu şeyden tatmin olmaz. kendini düşünerek, kendini sürekli değiştirir. gerçek varlığı her zaman şimdiki varlığının gerisinde veya ötesindedir; hiçbir zaman hayal ettiği şeyi hissettiği şeyden ayırt edemez. kendisinde bin çeşit kişi bulur, kendisine verildiği biçimdeki gerçeği her taraftan aşan binlerce olabilirlik düşünür. gerçeğe doğru dönebilmek, bakışını ona bağlamak ve ona daha yakın olmak için bir çabaya gereksinimi olmasına karşın, gerçeğe onu istemeden ulaşmak için, çoğu zaman, biraz yalınlık ve biraz sevgi yeterli olacaktır. bunun nedeni, kendi kendime baktığım zaman, ona kendimi gösterdiğim izleyici olan ve her zaman sadece ona görünmekten başka hiçbir şey yapamadığım yabancı bir izleyiciye benzeyen bir başkasının burada olmasıdır. ben artık bir varlık değilim, daha önce oluşturduğum bir görüntü, bir şeyim.

en güzel şeyler hava, gök, ışık ve yaşam gibi en yaygın şeylerdir. ve ruhun içinde de en saf sevinçleri bize verenler en yaygın şeylerdir.

bugün hiç kimse tamamen gözlemci bir yaşamın içinde güvenlikte olamaz ve gözlem en saf eylemin ödülünden başka bir şey değildir. tinsel yaşamın tüm güçlerini toplama, tüm insanlara yazgılarının ortaklığını görmelerini sağlayan mutlağa olan bu katılığı içimizde bulma zamanı gelmiştir. insanlar, tüm iyiliklerin en büyüklerinin, herkesin kendisi için elde etmeye ve herkesle paylaşmaya çalıştığı iyiliklerin, bilinçlilik, yüreklilik ve yumuşaklık olduğunu öğrenebilecekler mi?

iktidar

elias canetti

eski bir çin metninde şöyle yazar: "bir yöneticinin iktidarı, gücü çok daha az da olsa, yıldırım parıltısı gibidir."

gizlilik ikili karakterini iktidarın daha üstün bütün dışavurumlarında korur. ilkel büyücü hekimden paranoyak insana ve her ikisinden tarihin despotuna yalnızca bir adım vardır.

iktidara nüfuz edilemez. iktidara sahip olan insan başka insanların içini okur, ama onların kendi içini okunmalarına izin vermez. iktidar sahibi herkesten ketum olmalıdır; niyetlerini ve fikirlerini hiç kimse bilmemelidir.

"gizlerini anne, baba, kardeşler, eşler ve arkadaşlardan saklamak kralların ayrıcalığıdır." iran'ın sasani krallarının eski geleneklerinden pek çoğunu kaydeden orijinal arapça yazılmış book of the crown'da (taht kitabı) böyle yazar.

bir despot asla gerçekten affetmez.

pek çok yasaklamanın, yalnızca, kendi koydukları sınırları aşanları cezalandırabilen ya da affedebilenlerin iktidarını artırmak için var olduğuna şüphe yoktur.

merhamet edimi, iktidarın çok yüksek ve yoğunlaşmış bir ifadesidir.

büyük histeri krizleri, bir dizi şiddetli kaçış dönüşümünden başka bir şey değildir. histeriden mustarip olan kişi kendini üstün bir iktidar tarafından ele geçirilmiş gibi hisseder.

ağaçlardaki bütün yapraklar aynıdır ve hepsi kuruyup toz olur; her ışık huzmesi kuşkuların gecesinde söner. insanoğlunun hâlâ var olması mucizedir.

iktidar hiçbir zaman, profesyonel olarak zihinleri sürekli iktidarla meşgul olan, (dalkavukluklarını bilim adamlığı kılığına sokan) her şeyi ya zamanla ya da onların elinde herhangi bir şekli alabilen zorunlulukla açıklayabilen methiyecilerden ve tarihçilerden yoksun kalmamıştır.

"her şeyden önce, ben de yalnızca bir insanım ve bu yüzden insanın kavrayışıyla sınırlanmışım." (daniel paul schreber)

tanrı yalnızca cesetlere alışıktır ve canlılara çok yaklaşmamaya özen gösterir. tanrı’nın ebedi sevgisi temel olarak yalnızca yaratmaya yöneliktir.

bu dünyanın büyüklerine duyulan saygı kolay terk edilmez; insanın tapınma ihtiyacı sınırsızdır.

hangi sebeple olursa olsun zulme uğrayanlar arasında, zihninin bir köşesinde kendisini isa olarak görmeyen kimse yoktur.

hayatta kalmak kendileri için bir zaaf ya da suç olan eski yöneticilerin en cüretkar hayalleri dahi bugün ufacık görünmektedir. geriye dönüp bakıldığında tarih masum ve neredeyse huzurlu görünür. o dönemde her şey çok uzun sürdü ve henüz keşfedilmemiş dünyada yok edilecek çok az şey vardı. bugün karar ile uygulama arasında yalnızca bir an vardır ve bizim potansiyellerimizle ölçüldüğünde cengiz hantimurlenk ve hitler acınası acemiler gibidirler.

çizik

özdemir asaf


geleceğim, bekle dedi, gitti
ben beklemedim, o da gelmedi
ölüm gibi bir şey oldu
ama kimse ölmedi

kitap düşmanlığı

pınar kür

"son yüzyılda kitapları yasaklamak, yakmak, yazarları öldürmek, hapse atmak, onları vatan haini ilan edip sürgüne yollamak, basında hep bir ağızdan yazarları aşağılamak türk kültürünü zenginleştirmedi, tam tersine fakirleştirdi. devletin yazar ve kitap cezalandırma alışkanlığı hala devam ediyor." (orhan pamuk)

okuma eyleminin insan muhayyilesini, düşünme ve kendi başına karar verme yetilerini geliştirdiği bilinen bir gerçektir. öte yandan, hayal gücü kıt, düşünme ve karar verme yeteneği zayıf kişilerden oluşmuş bir toplumun ilerleyemeyeceği, bir koyun sürüsü kadar kolay yönetileceği de bir başka gerçektir.

düşünce özgürlüğünü bir kavram olarak bile ortadan kaldırmanın en iyi yolu, düşünmeyi bilmeyen kuşaklar yetiştirmektir. işte bu yönden, bir süredir, bu ülkede okuyan, bağımsız düşünebilen insanların sayısını azaltmaya, gittikçe yok etmeye yönelik bir kültür politikası güdülmektedir. toplumu, yalnızca boğazını düşünen bir koyun sürüsüne dönüştürme amacıyla izlenen bu politikanın yöntemlerinden biri de, kitap düşmanlığı ve okuma korkusu yaratmak; yazarı, sanatçıyı, okuru yıldırmaktır.

"papazın karısı", "doymayan bakire", "çılgın kolejliler" ve benzeri, yabancı dilden çevrilmiş ve gerçekten cinsel istekleri kamçılamak amacıyla yazılmış bir sürü kitap piyasada rahatça satılırken benim çok başka mesajlar taşıyan ve edebi değeri yurt içinde ve yurt dışında kabul edilmiş iki önemli romanımın birden imhasının istenmesi, asıl amacın politik olduğunu açıkça ortaya koymaktadır. sürdürülen bu politikanın gerisinde yatan ölümcül zihniyetin seçtiği örnek kurbanlardan biri de benim; ama sonuçta asıl hedeflenen kurban, türk halkıdır.

seks

marquis de sade

şehvet, yaşamak için gereken bir yaşam iksiridir. taşakları olmayan erkeğin tutkuları da olmaz.

bir kadınla yatmadan önce onu sevdiğini söylemek imkansız değildir. onunla yatmadan onu sevmek ise imkansızdır.

seks dizginlenemeyen bir duygudur. sadece zevkin doruğuna ulaşarak seksin etkilerini azaltabilirsin. en zengin insanın serveti bile bunun için yeterli olmayacaktır. bir çift sadece uyum içinde sevişerek rahatlayabilir.

düzüşmek insanlar için yemek içmek kadar önemlidir; fakat hiçbir zaman bu kabul edilip ona gereken değer verilmemiştir. alçak gönüllülükle söylememiz gereken ise şehvetin verdiği zevkten daha fazla zevk aldığımız bir şey olmadığıdır. fakat seksin verdiği mutluluk her zaman gizlenir ve onun yerine yalanlar söylenir.

size sürekli utanç verici, ahlak dışı olarak öğretilenler aslında sizi en çok mutlu edecek olan, hayatınıza renk katacak olan şeylerdir.

erkekler ve kadınlar için de gerçek olan tek şey özgürce istedikleriyle, istedikleri şekilde sevişmektir.

doğanın sana verdiği tüm güzellikleri sonuna dek değerlendirmelisin. senin vücudun hayranlarının gelip tapınacağı bir kilisedir.

kalpten gelen her şey yanlıştır. ben sadece duyulara inanırım, cinsel arzu ve alışkanlıklara. aradığım, istediğim sadece budur.

tabulardan kurtulmuş bir ruh vücudun en güzel bölgeleri ile birleştiğinde, doğa ilahi zevklerin tadına varmamızı sağlar.

25.06.2021

din

thomas carlyle: bilgin arttığı oranda, inanç yok olur.

atatürk: egemenliğini sürdürmek için dine ihtiyaç duyanlar zayıftır. bu tıpkı halkı bir tuzağa düşürmeye benzer. benim halkım demokrasinin ilkelerini, hakikatin prensiplerini ve ilmin öğretilerini benimseyecektir. hurafeler tek tek yok edilmelidir.

nietzsche: dünyanın neresinde din nevrozu ortaya çıksa onun üç tehlikeli perhiz talebiyle bağlantılı olduğunu görürüz: inziva, oruç ve cinsellikten kaçınmak.

albert einstein: bir insanın etik davranışları; duygudaşlığı, eğitimi, sosyal bağları ve ihtiyaçlarıyla şekillenir; din üzerinden temellendirilmesi gerekli değildir. eğer insanlar sadece cezalandırılmaktan korktukları ya da ödüllendirilmeyi umdukları için iyi davranışlar sergiliyorlarsa bunu bilmek bizi oldukça üzer.

mark k. bilbo: apolejetik (dini savunma) denen şeye ihtiyaç duyulması bile, tanrı hakkındaki iddiaların ne kadar zayıf olduğunun bir göstergesidir. tanrı her zaman savunmalara, bahanelere, açıklamalara, kelime oyunlarına ve mazeretlere ihtiyaç duyar.

robert g. ingersoll: din kimseye destek olmaz. dinin kendisinin desteklenmesi gerekir, daimi bir dilencidir. diğerlerinin çalışmaları sayesinde var olur ve kendisine bağışta bulunan kişileri destekliyormuş gibi davranacak kadar kibirlidir.

da vinci's demons

tarih, gerçeği bastıran insanlar tarafından silah haline getirilmiş bir yalandır.

yıkılmakta olan rejimler çöküş sancısıyla etrafa tutunmaya çalışır.

başında direnmek, sonunda direnmekten daha kolaydır.

hayal edilebilen her şey sonunda yapılabilir. aksini söyleyen kim ise o bir aptaldır.

hep düşmanlarımızı affetmemiz gerektiğini okuyoruz. dostlarımızı affetmemiz gerektiğini değil.

bazı kapılar karanlığa çıkar.

inanç. her şey gelip buna bağlanıyor, değil mi? hiçbir zaman kanıtlanamayacak bir şeye. sadece bir dumandan ibaret. kamp ateşinde anlatılan masallar.

tüm erkekler annelerini arıyor. kadınların bacaklarının arasına doğru giden yolda rehberleri bu.

ben olayları olduğu gibi görürüm, olması gerektiği gibi değil.

iyi bir adam asla muazzam olmayı başaramaz.

sizin birçoğunuzun süreç dediği şey, bir zamanlar unutulan şeyin yeniden hatırlanmasıdır.

ezilmek üzere olduğunda bir fare bile dişlerini gösterir.

bir suça vergi koyarsanız bu suç ticaret haline gelir.

ışıkla gelen o keşmekeşi boş verin. bana gecenin karanlığını getirin. çok şey var görülmeyen, bilinmeyen çok şey var. ne varsa karanlığın içindeki o sürprizde var.

bir yılana önünden yaklaşılmaz.

eğer tanrı'nın mimarisindeki yapıyı göremiyorsak bunun sebebi yeterince yakından bakamıyor oluşumuz.

eğer bir şey seni rahatsız ediyorsa belki de onu bırakmak en iyisidir.

sadece ilerlemeye devam ederek hayatta kalabiliriz.

ekmek

orhan kemal


bizi el kapısında köle eden de sensin
elleri kapımıza köle eden de sen
ekmek

senin için el pence divan beklemek
arsız ve hodbin
rugan iskarpinlerin önünde

analarımız senin için yetiştirdi
senin için bu ellere yolladı bizi
bizse seni koca göbekli mağazalarda unutup
-bu yaşanası dünyada-
gırtlakladık birbirimizi

sen
"şol afet-i can"sın kim
güzellikle gelmeyeceksin bize
biz de sarılıp tüfeklerimize
seni fethedeceğiz

çete savaşı

tolstoy

savaş kuralları denen şeylerin en göze batar, en elverişli istisnalarından biri, dağınık insanların sıkı bir kitle teşkil edenlere karşı hareketidir. bu tür hareketler ulusal savaşlarda daima görülür. bu hareketlerde insanlar kitleye karşı kitle olarak duracak yerde etrafa dağılır, ayrı ayrı hücum ederler, kendilerine büyük kuvvetlerle hücum edildiği zaman kaçarlar hemen, sonra fırsat bulunca gene saldırırlar. ispanya'da gerillalar böyle yapmıştı; kafkas dağlıları böyle yapmıştı; 1812'de ruslar böyle yapmıştı.

bu tür savaşa çete savaşı adı veriliyor, bunun böylece açıklandığı sanılıyordu. oysa bu tür savaş hiçbir kurala uymadığı gibi, yanılmaz kabul edilen malum taktik kurala da tamamıyla aykırıdır. bu kurala göre, hücum edenin savaşta düşmanından daha güçlü olması için gücünü bir yerde toplaması gerekir.

çete savaşı -tarihin gösterdiğine göre daima başarılı olur- bu kurala tamamıyla aykırıdır.

bu aykırılık savaş biliminin, ordunun gücünü askerlerinin sayısıyla özdeş kabul etmesinden ileri gelir. savaş bilimi, asker ne kadar çoksa güç o kadar çoktur, der. buna göre, büyük kuvvetler daima galebe çalar. savaş bilimi bunu söylemekle, kuvvetleri ancak kitlelerine göre inceleyen mekanik gibi, kuvvetlerin kendi aralarında eşit olup olmaması, kitlelerinin eşit olup olmamasına bağlıdır, demiş olur.

kuvvet -hareketin miktarı- kitlenin hızla çarpımıdır. savaşta ordunun gücü, kitlenin başka bir şeye, bilinmeyen x'e çarpımıdır.

savaş bilimi, bir ordu kitlesinin kuvvetle birbirine uymamasının, küçük müfrezelerin büyükleri yenmesinin tarihte sayısız örneklerini görerek bu bilinmeyen x'in varlığını belirsiz bir şekilde kabul eder ve onu kah geometrik bir planlamada, kah silahların üstünlüğünde ve en çok da komutanların dehasında bulmaya çalışır. ama bütün bu çarpanların vardığı sonuçlar, tarihi olaylara uygun olmaktan uzaktır. bununla birlikte, yüksek komutanların savaş sırasındaki emirlerine, kahramanların hatırı için önem veren yanlış görüşten vazgeçmek, bu bilinmeyen x'i bulmak için yeterlidir.

bu x, ordunun maneviyatı, yani dahilerin ya da dahi olmayanların kumandası altında, üç ya da iki cephede, sopalarla ya da dakikada otuz mermi atan tüfeklerle, nasıl olursa olsun dövüşmek, kendini orduyu oluşturan insanların karşısındaki tehlikelere atmak için az veya çok beslenen arzudur. dövüşmeye en çok arzusu olanlar her zaman dövüş için en elverişli mevkilerde yer alırlar.

ordunun maneviyatı, kitle ile çarpılınca kuvveti ortaya çıkaran şeydir. ordu maneviyatının önemini, bu bilinmeyen çarpanı belirlemek ve ifade etmek bir bilim meselesidir.

bu mesele ancak kuvveti doğuran şartları, yani komutanın emirlerini, teçhizat vesaireyi çarpan diye alarak keyfi surette bilinmeyen x'in yerine koymaktan vazgeçtiğimiz ve bu bilinmeyeni tam olarak, yani dövüşmeye, kendini tehlikeye atmaya karşı duyulan çok veya az bir arzu diye kabul ettiğimiz takdirde mümkündür. ancak o zaman, tarihi olayları denklemlerle göstererek bu bilinmeyenin orantısal değerinin kıyasından bizzat bilinmeyenin belirlenmesi beklenebilir.

on kişi, on tabur veya on tümen; on beş kişi, on beş tabur veya on beş tümenle savaşarak onu yeniyor, yani istisnasız hepsini öldürüyor veya esir ediyor, kendileri de dört kayıp veriyor; şu halde bir tarafın dört, öbür tarafın on beş kaybı vardır. demek ki dört, on beşe eşittir ve 4x = 15y. öyleyse x:y=15. bu denklem, bilinmeyenin değerini vermiyor ama iki bilinmeyen arasındaki oranı veriyor. ayrı ayrı alınan tarihi birimlerin -savaşların, seferlerin, savaş aşamalarının- kurulacak bu denklemlerinden türlü kanunlar, teoremler elde edilebilir.

taarruzda toplu halde, çekilmede dağınık olarak hareket etmek gerektiği yolundaki taktik kural, ordunun gücünün maneviyatına bağlı olduğu gerçeğini doğrular, insanları ateş altına sürmek ancak toplu hareketle sağlanabilir. bir disipline, taarruza karşı korunmak için gerekenden daha sıkı bir disipline ihtiyaç vardır. ama ordunun maneviyatını gözden uzak tutan bu kural hep yanlış çıkar ve özellikle güçlü bir maneviyatın ya da tersinin olduğu yerde, bütün halk savaşlarında gerçeklikle şaşırtıcı bir tezat teşkil eder.

fransızlar 1812 yılında geri çekilirken, taktik kurala göre ayrı ayrı korunmaları gerektiği halde bir yerde toplanıyorlardı; çünkü askerlerin maneviyatı o kadar bozulmuştu ki, ancak kitle onları bir arada tutabiliyordu. rusların, tersine, taktik kurala göre kitle halinde hücum etmeleri gerekiyordu ama dağıldılar; çünkü maneviyat öyle yüksekti ki, insanlar emir almadan fransızları vuruyor, tehlikeye atılmak için emre gereksinim duymuyorlardı.