31.10.2017

uzun lafın kısası

thomas edison: din palavralardan ibarettir.

harper lee:
olayları onun gözüyle görmedikçe, arada bir onun ayakkabılarını giyip dolaşmadıkça, bir insanı asla gerçekten anlayamazsın.

j.k. rowling: sağduyu, insanların genellikle kendi ön yargılarına verdikleri isimdir.

hypatia b. bonner: ilerlemek için dine aykırı düşünceleri benimsemek gerekir.

peter ustinov: ben, okullarda bana öğretilenleri unutabilmek için on beş yılımı verdim.

henryk sienkiewicz: öteki dünyada kral olmaktansa bu dünyada en basit bir çoban olmak yeğdir.

philip roth: gerçek bir kuku odaya girdiğinde, bir erkek bunu bilir.

orhan kemal: gerçek olan öğrenmektir. nereden, nasıl öğrenirsen öğren. nereden, nasıl öğrendiğin, diploman; hatta neler bildiğin de önemli değil. ne yaptığın önemlidir.

hugo grotius: ülkem bensiz de olacaksa, ben de onsuz olabilirim. dünya o kadar küçük değil.

zygmunt bauman: paranın satın alamayacağı mal yoktur.

plinius: kesin olan bir tek şey vardır; o da hiçbir şeyin kesin olmadığı, yeryüzünde insandan daha sefil, daha kibirli bir yaratık bulunmadığı.

28.10.2017

nar çiçekleri

mehmed uzun

"kim bugün doğru dürüst hikayeler anlatabilen birilerine rastlıyor? bugün ölmekte olanların ağzından, kuşaktan kuşağa bir yüzük gibi dolaşan sapasağlam sözlerin çıktığı var mı? bir atasözü bugün kimin yardımına koşuyor?" (walter benjamin)

ancak edebiyat durmadan kirlenen vicdan ve yürekleri temizleyebilir; insan ve kültür sevgisini verebilir.

sürgün, hüzünlü, zor bir şeydir ama, bir yazar için de o kadar yaratıcıdır.

italo calvino: kentler vardır, yıllarla ve değişerek arzuları biçimlemeyi sürdürürler; kentler vardır, ya arzularca silinir ya da arzuları siler, yok ederler.

czeslaw milosz: edebiyat ve şiirin görevi insan olduğumuzu bize hatırlatmaktır.

bilinmezliğiyle bana heyecan veren her yeni kapı, bildiğim ve nasıl davranacağıma ilişkin emin olduğum eski bir kapıyı kapattı.

erasmus: insanlar, kendileri için onca gerekli olan birliğe, tüm diğerlerinden daha yatkın olmaları gereken insanlar, başka yerlerde onca güçlü ve etkili olan doğanın sesine sağır kalır.

kızaran nara benzersin, dalın tepesinde
en yüksek dalında unutulmuş, bir ağacın
hayır, unutulmuş değil, yetişilememiş (sappho)

bir hüzün olan ayrılık zenginleştirici, yenileyici olabilir. hüzün, tüm insanlığa sunulan bir coşkulu yaratıcılığın kaynağı da olabilir. insanları, kültürleri, dilleri, deneyleri yakınlaştırıcı, birleştirici de olabilir. hepimizin kendi alışkanlıklarımızla, tat ve renklerimizle içinde yer aldığımız heyecanlı, coşkulu bir insanlık "agora"sı da olabilir.

"sürgün bir mezarlıktır." (witold gombrowicz)

kürtlerin ülkesi tarihi olarak bir kültürler ve medeniyetler durağıdır.

albert camus: yazar kendini haklı ve canlı bir topluluk içinde duyabilir; bu da, yazarın elinden geldiğince, sanatının büyüklüğünü yapan şu iki görevi yüklenmesiyle olur: gerçeği ve özgürlüğü. sanatçının işi en büyük sayıda insanı toplamak olduğu için, yalanla ve kölelikle uzlaşamaz.

dünyada en tehlikeli ve hüzün verici ruh hali, çaresizlik ve acizliğin ruh halidir. diyalog yerine şiddetle çaresiz ve aciz hale getirilmiş insanın ruh hali hem çok trajik hem de çok tehlikelidir.

bir insanın ismini değiştirmek, köyünün ismini değiştirmek, dilini ve kültürünü yok etmek, zorla gelenek ve göreneklerinden uzaklaştırmaya çalışmak bir insanlık suçudur, büyük bir ayıptır.

"kan kanla yıkanmaz." (kürt atasözü)

yaşar kemal: ben aydınlığın yazarıyım. sevincin türkücüsüyüm.

türkiye gibi insani güzellikleri kendi eliyle katletmiş bir ülkede güzellikler bulmak, hele onlarla yaşamak büyük bir hüner ister.

hiçbir şey kendiliğinden başlamaz. her şey emekle, çabayla öğrenilir, daha önce var olanın üzerine kurulur.

gorgias

platon

cezasız kalmış haksızlık bütün kötülüklerin hem en büyüğü hem de ilkidir.

"yaşamın iyiliklerinin en önemlisi sağlık, ikincisi güzellik, üçüncüsü de hilesiz kazanılmış zenginliktir."

öğrenciler kimi zaman hocalarının öğrettiklerinin tersine güçlerini ve sanatlarını kötüye kullanırlar. bu nedenle kötü olanlar hocalar değildir ve sanat bu suçlardan sorumlu tutulamaz. bence bütün suç öğrendiğini kötüye kullanandadır.

gerçek asla çürütülemez.

mutluluk kötülükten kurtulmak değil, kötülüğe hiç uğramamaktır.

insanların en mutlu olanı, ruhunda hiçbir kötülük taşımayandır; çünkü ruh kötülüğü kötülüklerin en büyüğüdür.

euripides: herkesin parladığı ve kendini adadığı sanat, kendi kendini aştığı ve günün büyük bölümünü onun için harcadığı sanattır.

doğaya göre güzel ve doğru; iyi yaşamak için tutkuları bastırmamak, tersine onların olabildiğince gelişmesini sağlamak; en güçlü oldukları anda onları cesaret ve zeka yoluyla hoşnut kılmak ve her türlü isteklerini yerine getirmektir.

kimbilir belki de yaşamak ölmektir
ölmek de yaşamak (euripides)

insanı insana bağlayan en sıkı dostluk, eski bilgelerin de dediği gibi, benzeri benzere bağlayan dostluktur.

27.10.2017

çiçek senfonisi

özdemir asaf



dünyanın nüfusu ikiye bölünüyor
yarısı sen oluyorsun, yarısı ben
sonra ikimiz bir bütün oluyoruz
kimseye sezdirmeden

ölebilirim genç yaşımda
en güzel şiirlerimi söylemeden götürebilirim
şimdi kavak yelleri esiyorken başımda
sevgilim
seni bir akşamüstü düşündürebilirim

ölünceye kadar seni bekleyecekmiş
sersem
ben seni beklerken ölmem ki
beklersem

sen bana bakma
ben senin baktığın yönde olurum

senin içine girdiğim zaman
dışımda kalıyorsun
senin dışından sana bakınca
içime sığmıyorsun 

bütün renkler aynı hızla kirleniyordu
birinciliği beyaza verdiler 

vurdun, acısı daha geçmedi
biliyorum, geçecek
ama öyle ağır konuştun ki ardından
o, gittikçe gerçek

beni öyle bir yalana inandır ki
ömrümce sürsün doğruluğu

konuşmak susmanın kokusudur
ya sus-git, ya konuş-gel, ortalarda kalma
yalan korkaklığın tortusudur
dürüst kaba ol, eğreti saygılı olma

bana yalanlar söylese yetinecektim
ama yalan söyledi

25.10.2017

halkın ekmeği

bertolt brecht



"savaş istiyoruz"
en önce vuruldu bunu yazan

söz etti mi bir insan sana düşmandan
bil ki, düşmanın ta kendisidir o

bizce en iyisi, kalkmak, yeter artık, demektir
vazgeçmemek için kırıntısından bile yaşamanın
karşı çıkmaktır var gücümüzle acıyı doğuranlara
yaşanır hale getirmektir dünyayı bütün insanlara

hem doğru yolu nasıl gösterebilir bir insan
yürümemişse kendisi doğru yolda

bu gelen ilk savaş değil
çok savaş oldu bundan önce
bittiği gün en son savaş
bir yanda yenilenler vardı gene
bir yanda yenenler vardı
yenilenlerin yanında
kırılıyordu halk açlıktan
yenenlerin yanında
halk açlıktan kırılıyordu

bir yaşlı kadın geldi bir gün
ekmeği kalmamıştı yiyecek
askerler yemişti ekmeği
üşümüştü kadın, kapaklandı düştü bir hendeğe
aç değildi artık

istemişti insan gibi yaşamak
vuruldu yabani bir hayvan gibi

olağan denilen şeylerden çekinin
kural içindeki kötüyü çıkarın ortaya
ve her görüldüğü yerde kötünün
arayın, bulun çaresini

iyi efendi çok yeryüzünde
yeter ki kendi kendimizin efendisi olalım önce

ekmek her gün gerekliyse nasıl
adalet de gerekli her gün
hem o, günde birçok kez gerekli

babalarımız bir arpa boyu çekti
tekneyi ırmağın ağzından içeri
oğullarımız kaynağa ulaştıracak
ikisinin ortasında kalacağız biz

mutluluk fethedilir
kendi kendine gelmez

iş köle olmamakta
yoksa çalışmak zor değil
çalışmak rüzgardır yelkenlerde
çalışmak süt, kitap, dokuma

bir harita üzerinde beyaz bir yere
yeni bir çizgi çeken kişi
bir kitabı açan arkadaş
makineyi ilk kez yağlayan mutlu işçi
bunların hepsi bilirler ki

iyidir eskiden yeni her zaman

21.10.2017

özgürlüğün baş dönmesi

kemal sayar

anksiyete, kierkegaard'a göre, özgürlüğün baş dönmesidir. bir bireyin özgürlük potansiyeli ne kadar fazla ise anksiyetesi de o kadar fazla olacaktır.

anksiyete, birey yeni bir potansiyel ya da imkanla karşı karşıya kaldığında ortaya çıkar. kişinin varlığını gerçekleyeceği yeni bir ihtimal vardır ancak bu ihtimal içinde bulunulan durumdaki güvenlik duygusunun feda edilmesini gerektirir. anksiyete yok oluş tehdidiyle birlikte yeni bir varoluş imkanıdır. eğer kişi kendi imkanlarını görmezden gelir ve potansiyellerini inkar ederse suçluluk durumuna girecektir. suç da o halde insan varlığının yine ontolojik bir özelliğidir.

nevroz yokluktan kaçmak için varlığı inkar etmenin yoludur. nevrotik kişi yokluğun tehdidine sıradan insana oranla daha duyarlıdır. yokluk aynı zamanda varlığın sırrını da ifşa ettiği için, nevrotik kişi sıradan insana oranla daha yaratıcı olabilir.

yalnızlıktan kaçmak için sürüye uyum sağlamak özgün normal anksiyetenin nevrotik olana dönüşümü demektir.

içimizde yaşanmadan bekleyen bir hayatın suçunu duyarız.

nietzsche, jaspers ve diğer varoluşçular dünyevi yaşantının tek başına tatmin edici ve anlamlı olmadığını, kişinin daha doyurucu ve anlamlı bir yaşantı için hayattan daha aziz bildiği bir değeri bilinçli olarak seçmesi gerektiğini söylemişlerdir.

biz bu dünyaya fırlatılmışız diye iddia eder heidegger. bizim dünya içinde varlığımız bir fırlatılmışlıktır. kişisel seçim olmadan, hiçbir önbilgi olmadan içine fırlatıldığımız dünya bizden önce vardı ve bizden sonra da olacak. ölümün farkında olmak insana dünyada evinde olamama yaşantısı verir.

yaşadığımız çağa anksiyete çağı adı verilmektedir. içinde bulunduğumuz çağ bizi pek çok teknik ilerlemeyle buluşturdu ancak, iki dünya savaşı, soykırımlar, mülteci sorunu, işkence, yeryüzünün ve gökyüzünün kirlenmesi gibi sorunlar da bu çağın ikramiyesi oldu. kolektif anksiyetenin ve ümitsizliğin girdabından, her bireyin kendi varoluşsal anksiyetesiyle teke tek yüzleşmesiyle çıkılabilir.

özellikle metropollerde her gün binlerce insan sağlıksız ulaşım biçimleriyle, zamanlarının önemli bir kısmını bu işe ayırarak işe gitmekte, iş yerlerinde maddi ya da manevi olarak doyum sağlayamamakta, hayatta kalabilmek için koşuşturmakta ve yıpranmaktadır.

teşhir kültürü bütün ülkede bir epidemi halinde kol geziyor. gösterecek güzel organları olmayanlar da acılarını, yoksulluklarını, çaresizliklerini teşhir ederek şöhret oluyorlar.

pop psikoterapistler insanlara anlık çözümler sunuyor: zincirlerini kır, bağlarını kopar, özgürleş, rahatla. 

kediler ve köpekler en hassas yerlerini, karınlarını ancak tekme atmayacağına çok güvendikleri kişilere açarlar.

en provokatif saldırılar karakterimize, yeterliliğimize ve fiziksel görünümümüze yönelik olanlardır.

çevreleri üzerinde bir kontrol duygusuna sahip olmak isteyen insanların internette çok daha fazla zaman öldürdükleri düşünülmektedir.

kendi iç güçlerinin olayların seyrini değiştirebileceğine inanan kişiler iç kontrol odağı, dış güçlerin etkisini önemseyen kişiler ise dış kontrol odağı gösterirler.

telefon dış kontrol odağına hizmet eden bir araç gibidir, beklemediğiniz bir anda çalar, arayanın kim olduğunu bilmezsiniz, uygun durumda değilseniz bile "seni sonra ararım." demek mecburiyetiniz vardır.

orman

ahmet haşim

 
su değil, mevsimin havası akan
duyduğun yaprağın, dalın sesidir
suda yıldızların parıltısıdır
bu karanlıkta bazı bazı çakan

ben robot

isaac asimov

hiç kimse kendinden daha üstün bir varlık yaratamaz.

bir zamanlar insanlar kainatın karşısında yapayalnızdılar. hiç dostları yoktu ama şimdi ona yardım eden yaratıklar var. ondan daha güçlü, daha sadık, daha yararlı ve kendine son derece bağlı yaratıklar. insanlık artık yalnız değil.

kızımın bir makineye teslim edilmesini istemiyorum. onun çok zeki olması beni ilgilendirmiyor. nesnenin ruhu olmadığından kimse kafasından geçenleri anlayamıyor. bir çocuk madeni bir yaratık tarafından korunmak için yaratılmamıştır.

robotların hepsi mantıklı yaratıklardır.

bir robot tehlikeye atılmak üzere ve bunu da biliyor. üçüncü yasanın otomatik potansiyeli onun geri dönmesine neden olur. ama sen ona kendisini tehlikeye atmasını emrediyorsun. o zaman ikinci yasa bir öncekinden daha yüksek bir karşıt potansiyel sağlar ve robot kendini tehlikeye atarak emri yerine getirir.

bir robot, temelde daha çok demirden yapılmış bir makinedir.

bir robot yalnız kaldığı zaman vücut çalışma yoğunluğu hemen her alanda iyice artar. etkilenmeyen bir tek devre bile kalmaz. bir robotta bir tek bozuk parça bile bulunsa, çalışma yoğunlaştığı zaman hemen her şey olabilir.

hepimiz düşüncelerimizin gizli şeyler olduğuna inanmaya çok alışkınız.

normal canlılar, bilinçli ya da bilinçsiz olsun, başkalarının emrinde olmaktan hoşlanmazlar. onları yönetimine alan kendilerinden daha aşağı biriyse ya da öyle olduğu düşünülüyorsa, o zaman hoşnutsuzluk daha da artar.

aslında bir robot -herhangi bir robot- fizik ve bir dereceye kadar kafa bakımından insandan üstündür.

robot tepkileri ne yazık ki insanlarınkine tamı tamına benzemez. insanlarda iradeyle yapılan bir hareket, refleks tepkiden çok daha yavaştır. ama robotlarda durum böyle değildir. çünkü bu onlar için yalnızca seçme özgürlüğü sorunudur. yoksa zorlama hareketle özgürce yapılanın hızları birbirinin aynıdır.

robot psikolojisi kusursuz değildir. ama bu psikoloji hakkında nitel terimlerden yararlanılarak tartışma yapılabilir. çünkü bir robotun pozitronik beyni çok karmaşık da olsa yine insanlar tarafından oluşturulmuştur. yani insanca değerlere göre yapılmıştır.

bir robotla çok iyi bir insanı birbirlerinden ayırt edemezsiniz.

imkansız bir durumla karşılaşan insan, çoğu zaman gerçeklerden uzaklaşmaya çalışıp hayaller dünyasına dalar. ya da içki içmeye başlayıp sinir krizi geçirir veya kendisini bir köprüden aşağı atar. ama bunların hepsi aynı şeydir. durumu olduğu gibi kabul etmeye yanaşmamak ya da bunu başaramamak..

robotun durumu da hemen hemen aynıdır. basit bir ikilem makinenin içindeki düzenleyicilerin yarısının arızalanmasına neden olur. karmaşık bir ikilem ise beyindeki bütün pozitronik yolları bir daha onarılamayacak biçimde yakar.

reformlar peşinde olan politikacıların geçmişlerinin iyice incelenmesinin her zaman yararı vardır.

bir robot, içinde insanlar bulunan bir evi yakmaya çalışan bir deliyle karşılaşırsa ne olur? deliyi durdurmaya çalışır. öyle değil mi? ve onu engellemenin tek yolu o deliyi öldürmekse, robot deliyi öldürmemek için elinden geleni yapar. eğer ölürse robotun psikoterapi görmesi gerekir. çünkü karşılaştığı çelişkiler yüzünden çıldırabilir.

19.10.2017

putların alacakaranlığı

friedrich nietszche

içimizdeki en cesur bile, gerçekten bildiği şeyi yapmaya nadiren cesaret eder.

"yalnız yaşamak için ya bir hayvan ya da bir tanrı olmak gerek." demiş aristoteles. üçüncü durum eksik burada: ikisinin de birlikte olması gerek: filozof.

yaşamın savaş okulundan: beni öldürmeyen daha güçlü kılar.

kadınların derin olduğu düşünülür, neden? çünkü insan onlarda asla dibi bulamaz. kadınlar sığ bile değildir.

kadında erkeğin erdemleri varsa insan ondan kaçmalı. kadında erkeğin erdemleri yoksa, kendisi kaçar gider.

sokrates: yaşamak, uzun süren bir hastalıktır.

duyusallığın tinselleştirilmesine sevgi denir.

güç insanı salaklaştırır.

bizim yıka basa doldurulmuş liselerimiz, bizim yığınlaştırılmış, salaklaştırılmış lise öğretmenlerimiz yozlaşmış, yetersizdir.

amaçsız olmak ahlak amacı gütmekten daha iyidir.

cesare borgia: 6. aleksander'ın oğlu. her tür kaygıdan uzak serüvenci yaşamı, usta diplomatlığı, romagna'daki kusursuz yöneticiliği macchiavelli'ye prens portresini ilham etti.

demokrasi her çağda örgütlenme gücünün çöküş biçimidir.

insan buyrukçuların çıkarı için eğitilirse bir köle olmayı isteyecek nitelikte salaktır.

18.10.2017

tanrılar ve köpekler

jack london

tüm köpekler tanrılarına hayrandırlar.

köpeklerin özel bir zekaları vardır. bu yüzden efendilerine karşı duydukları derin ve kahramanca sınırsız sevgi nedeniyle bu sözcük, onlarca daha yaygın bir anlam taşır. insan kendini köpeğinin efendisi olarak görür. köpek ise insanı tanrı gibi yüceltir.

yarı tanrı insanlar bile, karar verirken neyin etkisi altında kaldıklarını anlayamazlar.

köpeklere yiyecek vererek sevgilerinin kazanılacağını söylemek doğru değildir.

ama, sevgilim, aslında deniz kabuğundan duyulan ses, denizin sesidir, yani, kabuktan çıkıyormuş gibi gelir.

önsezi, bizi gerçeklerden uzaklaştıran tehlikeli bir yetidir.

bazen yürek akla üstün gelebilir. genelde haksız olmasına karşın yürek her zaman haklıdır.

17.10.2017

sanat

george sand

sanat yapıtının doğuşunda biricik esin kaynağı, en sıradan bir düşünce ya da en sıradan bir durum olduğu halde, eleştirmenlerin onu hep uzaklarda aramalarına şaşarım.


kimse kendi başına bir devrim yapamaz. aslında, hele güzel sanatlarda, bu görevi herkes üzerine almış olduğu için, insanlık onu ayrımına varmadan gerçekleştirir.

güzelliğin yalınlıkta olduğunu anladım, duyumsadım. ancak, görmek ve betimlemek ayrı ayrı şeylerdir. sanatçının bütün isteği, görmeyi bilenleri görmeye yönlendirmektir. onun için, sizler görün; gökyüzünü, tarlaları, ağaçları ve özellikle saf ve doğal yaşayışları içinde köylüleri görün.

yeryüzündeki bütün servetler, ürünler, meyveler, uzun otlar arasında semiren gururlu hayvanlar, kimilerinin malı; büyük çoğunluğunsa yorgunluk ve kölelik araçlarıdır.

16.10.2017

ölüm

william butler yeats


ne korkar, ne de umutlanır
ölmekte olan bir hayvan
insansa her şeyden korkarak
umut içinde bekler sonunu
kaç kez ölmüştür de o
kaç kez dirilmiştir yeniden
yiğit ve onurlu bir insan
yüz yüze gelince katilleriyle
şöyle alaycı bir bakış fırlatır
soluğunu keseceklere
ölümü iliklerine kadar tanır o
çünkü insandır ölümü yaratan

13.10.2017

hanende melek

sabahattin ali

kahve ocağına giden kapının yanında, üst kısmı küçük bir halı ve etekleri eski bir kilimle örtülü, kürsü kılıklı bir kerevet vardı. üç kişiden ibaret saz heyeti, yerli hasır iskemlelerin üzerine, göze batan bir ciddilikle oturmuşlardı. içlerinden biri inmek isteyince, bir metreye yakın bir yerden atlamaya mecburdu. hanende melek böyle zamanlarda küçük garson hamdi'yi çağırarak yardımını ister, bir eliyle onun omzuna dayanıp ötekiyle eteğini tutarak ince bacaklarını aşağı uzatırdı. bu anlar o civarda oturmuş hovarda müşteriler için mühim fırsatlardı. baygın; fakat istek dolu gözler derhal o tarafa çevrilir, tatlı bir şey yenmiş gibi posbıyıklar alt dudakla yalanırdı.

sigara dumanlarıyla nefes buğularından kahvenin pencereleri o kadar sislenmişti ki, dışarıda şarıl şarıl yağan yağmurun ancak sesi işitiliyor, camlardan süzülen damlalar içerden görünmüyordu.

ortada dolaşan iki garson, tıka basa dolu olan salonda kendilerine güçlükle yol açabiliyorlardı. çamurlu ayakkabıların buharlaşmasından hasıl olan ağır bir koku, yarısından çoğu sarhoş olan müşterileri büsbütün sersemletiyor, zaman zaman sazı bastıracak kadar yükselen bir gürültü, sık sık açılıp kapanan kapıdan sokağa vuruyordu.

yeni gelenler, iskemlelerin arkasına asılmış duran paltoları düşürerek ve her geçtikleri yerde bir kaynaşma doğurarak uzun müddet dolaştıktan sonra bir yer bulup oturuyorlar ve ıslak kasketlerini çıkarıp başlarını kaşımaya başlıyorlardı.

keman, ud ve melek zaman zaman hamle eder gibi seslerini yükseltiyorlardı. bu sırada gürültü ile saz arasında birkaç dakika devam eden hakiki bir mücadele oluyor, bazen gürültü galip gelerek saz mahcup bir eda ile vızıltısına devam ediyor, bazen de, bir hayat kavgası kadar canla başla yaptığı mücadelenin sonunda kalabalığın biraz susar gibi olduğunu görünce, sevinçle sesini yükseltiyordu. böyle dakikalarda melek'in ince, biraz kısık; fakat tesirli sesi salonu doldurur, kendisine çevrilen gözlerde biraz da alaka belirirdi.

camlı kapı ağır ağır açılarak içeri davavekili hüseyin avni girdi. siyah paltosunun yakasını kaldırmış, aynı renkteki şapkasını önüne indirmişti. hastalıklı gözlerini vapur dumanı bir gözlük örttüğü için yüzünün ancak pek az bir kısmı, sakalları uzamış çenesi görünüyordu. ucundan yağmur suları süzülen harap bir şemsiyeyi koluna takmıştı. korkak adımlarla, yıkılmamak için iskemle arkalarına tutunarak ilerledi, saza yakın bir yere geldi. etrafta oturacak boş iskemle yoktu. gözleriyle arandı. o civara yerleşmiş bulunan memurlar, bekar öğretmenler onun bakışlarıyla karşılaşıp kendisini masalarına çağırmaya mecbur olmamak için başlarını önlerine eğmişler veya derin lakırdılarına dalmışlardı.

bir masanın etrafında oturan ve esrar sigaralarını avuçlarının içinde saklayan üç kasap hüseyin avni'yi masalarına davet ettiler. hem ihtiyar sarhoşla alay etmek, hem de masalarına efendi adam oturduğunu hanendeye göstererek itibar kazanmak istiyorlardı.

hüseyin avni, siyah gözlüklerinin buğusunu ceketinin kolu ile sildi, paltosunun yakasını indirdi. şapkasını çıkardı. adamakıllı seyrekleşmiş olan beyaz saçları kafasının çatlak ve lekeli derisine yapışmıştı. oturduğu alçak arkalıklı yerli hasır sandalyede rahatlaştıktan sonra başını saza çevirerek gülümsedi. bu sırada uzun, seyrek dişleri, donuk pembe diş etleriyle beraber dışarı fırlıyor, dudaklarının kenarından tükürükler sızıyordu.

keman çalan uzun kafalı, esmer delikanlı eğilerek davavekilinin selamını iade etti. melek başıyla belli belirsiz bir işaret yaptı; kucağındaki udun üzerine abanarak avaz avaz bağıran ihtiyar sanatkar ise, dünyanın farkında olmadığı için, şarkısına devam ediyordu.

melek içinden: "aman yarabbi, bu heriften kurtulamayacak mıyım?" dedi. ömründe bu derece iğrendiği bir adama rast gelmemişti. beş seneden beri hayatını sesiyle kazanıyor, sıkıştıkça vücudunu bu sese yardımcı yapmak mecburiyetinde de kalıyordu. bu meslekte adam seçmek pek adet değildi ama, bunun da bir haddi vardı. zaten bu tiksinmesinde hüseyin avni'nin suratının pek rolü yoktu. melek'e asıl korkunç gelen, onun yapışkan bir ifade taşıyan hareketleri ve siyah gözlüklerinin arkasında kirli bir paçavra gibi sallanan bakışlarıydı.

kahvecinin söylediğine göre bu adam evvelce hukuk mahkemesi azasından imiş, sarhoşluğu yüzünden çıkarmışlar, çok az bir tekaüt maaşı alıyor ve üç çocuğu ile karısını davavekilliği ederek geçindiriyormuş. hukuk mezunu olmayıp zabıt katipliğinden yetiştiği ve işine gücüne karşı hiç alakası olmadığı için yazıhanesine günde birkaç köylüden başka uğrayan olmazmış. kahveci:

"metelik yoktur herifte, nesine yüz verirsiniz?" diyordu. "günde iki köylüye iki istida yazıp yarım kağıt alır, onu da lokantacı mahir'de rakıya yatırır, evde çoluk çocuk aç beklesin. yaşından da utanmaz, ak sakalına da bakmaz, yazıhanesine uğrayan altmışlık köylü karılarına saldırır. dayak yemediği gün yoktur. şu kahvemize gelen efendilerin hiçbirinin ona yüz verdiğini gördünüz mü? çamur gibi adamdır!"

melek bu kasabaya geleli iki ay olmuştu ve hüseyin avni bir gece bile kahveye gelmemezlik etmemişti. her akşamüzeri, yazıhanede mi olur, lokantada mı olur, bir miktar rakısını içer, daha ikinci kadehte titremeye başlayan adımlarla kahvenin yolunu tutardı. bu genç, sıska ve esmer kadıncağızın biraz çatlak fakat yanık sesi onu çıldırtıyordu. fakat onun bir kadına ısrarla yapışması için böyle bir sebebe de hacet yoktu. bütün kadınlardan, en güzelinden en çirkinine, en küçüğünden en yaşlısına kadar öyle bir hava yayılıyordu ki, çeşit çeşit olmasına rağmen müşterek bir hususiyeti haber veren bu kah latif, kah baş ağrıtacak kadar sakil kokular onun hurdalaşmış vücudunda ıstıraplı bir sarsıntı bırakarak yayılıyorlar, zavallıyı uykudan; hatta düşünmekten mahrum ediyorlardı.

çürük dimağının nasıl imal ettiği insanı şaşırtan binbir türlü dalaverelerle karısını kandırıyor, bir sandık köşesinde, bir çıkın dibinde nasılsa kalmış olan kıymetli birkaç parça eşyayı aldığı gibi sazlı kahveye gidiyor ve birkaç şarkı isteyip çaldırdıktan sonra, getirdiği şeyleri küçük çırak hamdi ile melek'e yolluyordu.

kemancıyı birkaç kere yazıhanesine çağırıp kuru zeytin ile rakı ikram etmişti. bir efendiye masa arkadaşlığı etmekten gurur duyan genç çingenenin melek üzerinde lehinde tesir yapacağını ümit ediyordu.

fakat artık sabrı tükenmişti. yarım yamalak selamlardan ve pek kıstırdığı zamanlarda genç kadının ağzından dökülen "nasılsınız efendim?" yollu bir hatır sormadan başka bir şey gördüğü yoktu. halbuki ihtiyar etlerini seyrek fasılalarla kamçılayan ihtiras nöbetleri tahammül edilmez hale gelmişti. oturduğu yerden melek'e doğru bakarken, derhal fırlayıp saldırmak isteyen vahşi bir hisse kapılıyordu.

birkaç akşam evvel kemancı vasıtasıyla kadını yazıhanesine davet ettiği halde bu teklifi, patron razı değil diye reddedilmiş, kemancıdan cevap bekleyerek geçirdiği yirmi dört saat, kız isteyip cevap bekleyen delikanlılara taş çıkartacak bir ümit ve yeis silsilesi halinde geçmişti. iki günden beri sabahtan akşama kadar içiyor ve binbir türlü planlar kuruyordu.

aynı masada oturduğu kasaplar, kahvede içki yasak olduğu için çay fincanlarına koydurup getirttikleri konyakları içiyorlar ve ona da ikram ediyorlardı. esrar sigaralarının dumanı hüseyin avni'nin kırmızı kapaklı gözlerini ve kuru genzini yakıyordu. melek ihtiyar udinin sesini bastırarak:

gece kapladı her yeri
keder sardı dereleri
esmerim vay vay
düşman değil, sevda açtı
sinemdeki yareleri

diye bağırdıkça hüseyin avni öne doğru eğiliyor, yere düşecek gibi oluyordu.

bu şarkının bestesinde, sözlerinde ve melek'in ağlar gibi bir ifade alan söyleyişinde garip bir zavallılık, bir yalvarma vardı. ihtiyar adam ağzının içinde bir şeyler mırıldanıyor; fakat ancak gırtlağını yırtar gibi dışarı fırlayan bir "ah!" duyulabiliyordu. bir aralık ufak ve buruşuk bir kağıda bir şeyler karalayarak kemancıya gönderdi, biraz sonra saz eski bir şarkıya başladı:

bir dame düşürdü beni ki bahtı siyahım
billahi bu sevdada benim yoktur günahım

bunu, kısa fasılalarla diğer kağıtlar ve ihtiyarın haline uygun diğer şarkılar takip etti.

kahvenin kapısı aralanarak içeri 8-10 yaşlarında bir kız başı uzandı. kıvırcık saçları ıslak bir pösteki gibi ensesine yapışmıştı. gözleriyle, şaşkın ve kararsız, etrafı süzdükten sonra oralarda dolaşan hamdi'yi çağırdı, bir şeyler söyledi.

hamdi, tek tük evlerine yollanmaya başlayan müşterilerin arasından sıyrılarak hüseyin avni'nin yanına geldi ve kara gözlüklerini düzeltmeye çalışan ihtiyara:

"beybaba! senin küçük kız gelmiş, evden istiyorlarmış!" dedi.

sarhoşun yağlı yüzünün gerildiği ve seyrek sakallarının dimdik olduğu görüldü. bir kedi gibi yerinden fırlayarak:

"defolsun, beni burada bari rahat bıraksınlar!" diye homurdandı ve yumruğunu kapıya doğru uzattı.

aralık kapı hemen kapandı, hüseyin avni tekrar iskemlesine çöktü.

kahve adamakıllı tenhalaşmıştı. kalanlar başladıkları partiyi herhalde bitirmek isteyen birkaç tiryaki oyuncudan ibaretti.

biraz sonra saz da bitti. ud torbaya, keman kutuya kondu. udi, hiç konuşmayan ve etrafına bakınmayan bir ihtiyar, önündeki çay fincanını son bir defa diktikten sonra kahveciden gündeliğini alıp gitti. kemancı, hüseyin avni'nin yanına gelerek:

"nasılsın beybaba!" dedi, başıyla da: "ne idelim, bir türlü olmuyor işte!" der gibi bir işaret yaptı.

sarhoş ihtiyar:

"e.. bu ne kadar sürecek ya? bizde hal kaldı mı ya?" diye mırıldandı.

melek patrondan parasını almış, kendisini hana kadar götürecek garsonun hazırlanmasını bekliyordu. astragan taklidi eski bir mantonun içinde vücudu titriyor gibiydi. siyah dekolte iskarpinleri çamurlanmış ve silinmemişti.

hüseyin avni yerinden fırladı. genç kadına doğru yürüyerek onun koluna yapıştı:

"ben götüreyim seni, ruhum!" dedi.

melek vücudunun sıcak bir köşesine ıslak bir el dokunmuş gibi ürperdi.

"teşekkür ederim.. hacet yok!" diye mırıldandı.

"hacet yok olur mu ya? bize de bu kadar cevretmek reva mı ya? insanda tahammül bırakmıyorsun vallahi!"

bu sözlerle beraber kadının zayıf kolunu daha çok sıktı. melek hızla silkindi. muvazenesini kaybeden davavekili dizlerinin üstüne düşerek alnını iskemlelerden birine vurdu.

kalktığı zaman, sağ kaşının üst tarafında kırmızı bir şiş görünüyordu.

bir eliyle gözlüğünü düzelterek:

"ne demek istiyorsun yani?" dedi, sesi hırıltı gibi çıkıyordu.

başını kemancıya çevirerek:

"ulan!" dedi, "nedir bu yaptığınız? bu cilve biraz uzun kaçıyor!"

kemancı kahve ocağı tarafında kayboldu.

hüseyin avni tekrar melek'in koluna sarılmak isteyerek, bir adım attı. genç kadın korkak gözlerle etrafına bakınıyordu.

kahvede oyun oynayanlar ayağa kalkmışlardı. bir kısmı kasketini alıp gidiyor, bir kısmı ihtiyar avukatla melek'in etrafına toplanıyordu.

esrar çeken kasaplar başlarını birbirlerine yaklaştırmışlar, susuyorlardı.

tavandaki lüks lambaları parlayıp sönerek ömürlerinin azaldığını bildiriyorlardı.

patron kemancının hesabını kesmiş, o da kalabalığa doğru sokulmuştu.

hüseyin avni etrafının farkında değildi. genç kadının tekrar eline geçirdiği kolunu titrek parmaklarıyla sıkarak: "sen geliyor musun şimdi?" dedi.

melek kısaca:

"hayır!" diye cevap verdi. fakat ne yapacağını kestiremeyerek olduğu yerde kaldı ve sağa sola bakındı.

bu anda, birdenbire sol yanağı üzerinde sarhoşun terli elini hissetti. birisi saçlarını çeker gibi oldu ve müthiş bir acı duydu.

başka birisi onu yakaladığı gibi birkaç adım öteye götürdü, bir iskemleye oturttu; bu, kendisini hana götürecek olan garsondu.

kahveci ile iki çırağı birkaç adım ilerde, yere eski bir çul gibi yığılmış olan avukatı tekmeliyorlar, kafasına gözüne yumruk vuruyorlardı. biraz sonra çıraklar çamurlara bulanan sarhoşu bacaklarından ve kollarından yakalayıp kahvenin önüne, yağmurun altına bıraktılar.

melek birkaç dakika iskemlede ses çıkarmadan oturduktan sonra çırağa:

"haydi gidelim!" dedi.

dışarı çıktıkları zaman, kahvenin üç ayak taş merdiveninin dibinde hüseyin avni'nin hala yattığını ve yağmurdan iliklerine kadar ıslanan küçük kızının onu kaldırmak için şurasından burasından çekelediğini gördü. onları birkaç adım geçtiler, kızcağız çıkanları fark etmemişti.

"babacığım, ne olursun babacığım, hadi gidelim!" diye ağlıyordu.

nezleli sesi, artık biraz hafiflemiş olan yağmurun şıpırtılarına karışıyordu.

melek yanındaki garsona:

"şu adamı kaldırıversene!" dedi.

beraber geri döndüler. küçük kız hala babasının etrafında dolaşıyor, hıçkırıklarla kesilen bir sesle, kendi kendine söylenir gibi, yalvarıyordu:

"babacığım, hadi gidelim. annem söz verdi, içtin diye kavga etmeyecek. bir şey getirmedin diye de kavga etmeyecek. hiç kavga etmeyecek." bir müddet susuyor, sanki cevap bekliyor, sonra:

"hadi kalksana, ne olursun!" diye tekrar ağlamaya başlıyordu.

yanına gelenlerin yüzüne baktı. o nezleli sesiyle, ehemmiyetsiz bir yardım ister gibi:

"kaldırıversenize, ne olur!" dedi. "iki gündür eve uğramıyor, hepimiz açız. o gelmeyince annem büsbütün sinirlenip bizi dövüyor, gidin getirin diyor!"

melek ve garson, hüseyin avni'nin kollarına yapıştılar. sarhoş sızmıştı. yerinden güç oynuyordu. ıslak paltosu sıska vücudundan daha ağırdı. ayaklarını yerde sürüyerek birkaç adım götürdüler. biraz gevşek bırakınca olduğu yere çöküyordu. hiçbir şey söylemeden onu sürüklemeye devam ettiler. küçük kız önlerine düşmüş, yol gösteriyordu.

zifiri karanlık sokaklarda melek dizlerine kadar çamura battığını hissetti. her adımda bir çukur vardı. epeyce uzun bir müddet yürüdükten sonra alçak bir bahçe duvarının önünde durdular. kız alışkın bir elle iki kanatlı kapının demir halkalarını bulup takırdattı. biraz sonra içerde bir kapı gıcırdadı, çamurlu bahçede takunyalı ayakların sesi duyuldu, kapının bir kanadı açıldı ve elinde titrek ışıklı bir idare lambasıyla sıska bir kadın vücudu göründü.

gözleri evvela lakayt bir bakışla sarhoşu, sonra büsbütün manasız bir ifade ile genç kadını süzdü. küçük kızın nezleli sesine pek benzeyen boğuk bir sesle:

"demek şimdiki de sensin ha?" dedi.

melek hiçbir şey söylemedi. iki kadın bir müddet bakıştılar. garson sarhoşu kapının iç tarafına, duvarın dibine bıraktı. küçük kız kapının bir kenarında hala ağlıyor ve ara sıra burnunu çekiyordu.

damların kenarından tek tük damlalar düşüyor ve boğuk sesler çıkararak sokağın çamurlarına gömülüyordu. melek yavaşça elindeki çantayı açtı, içinden dört beş altın bilezikle bir çift küpe aldı. kendisine hayretle bakan sıska kadına uzatarak:

"alın bunları.. bunlar sizin galiba.." dedi. sonra başını azıcık önüne eğerek:

"bana bunları boşuna vermişti." diye ilave etti.

gitmek için döndü. kapının kenarına dayanmış duran küçük kızı gördü. kendini tutamayarak onu kolundan yakaladı ve çekti, sırsıklam saçlarından tuttuğu başını göğsüne bastırdı. sonra eğildi, şaşkın şaşkın kendisine bakan kızın yaşlardan ve yağmurdan ıslanmış yüzünü sıkı sıkı öptü.

bir kabahat işliyormuş gibi çabuk ve sinirli hareketlerle çantasını tekrar açtı, biraz evvel aldığı bir buçuk lira yevmiye ile dünden kalan yirmi otuz kuruş parayı kızın avucuna sıkıştırdı.

sonra hiç arkasına bakmadan, yanı başında sessizce yürüyen garsonla beraber, çamurlu yollardan geriye, kendisini bekleyen han odasına döndü.

amok koşucusu

stefan zweig

belirli bir amaç için yaşanmayan bütün hayatlar bir yanılsamadır.

mutlu olmaktan başka hiçbir şey insanı sağlıklı yapmadığı gibi, başka bir insanı mutlu etmekten daha büyük bir mutluluk da yoktur.

yalnızca gençlik güzeli takdir eder.

kim bir kez kendini bulduysa artık bu dünyada hiçbir şeyi kaybedemez. ve kim kendi içindeki insanı kavramışsa bütün insanları kavrar.

insanın karakteri kumarda belli olur.

çoğu insanın hayal gücü gelişmemiştir. kendilerini doğrudan duygulandırmayan, ısrarla sokularak bilinçlerinin sınırına dayanmayan şeyler hayal güçlerini pek ateşlemez; fakat gözlerinin hemen önünde, hislere dokunacak yakınlıkta önemsiz de olsa bir olay cereyan etmeyegörsün, o anda aşırı bir heyecana kapılırlar ve tabiri caizse nadiren sergiledikleri duygudaşlığın yerine yersiz ve abartılı feveranı koyarlar.

tekdüze bir yaşamı olanlara, başkalarının tutkulu hareketliliği tiyatro veya müzik gibi uyarıcı bir etki yapar.

aşk yaşlı erkeklere çok pahalıya mal olur.

insanlarda minnet duygusu ender görülür ve tam da en müteşekkir olanlar bunu nasıl ifade edeceklerini bilemezler.

her zaman iddialı bir şekilde can, ruh, his dediğimiz, acı dediğimiz şeylerin aslında ne kadar zayıf, yetersiz ve kaypak olduğunu yeniden dehşetle hissediyorum; çünkü bütün bunlar en aşırı durumlarda bile ıstırap içindeki bedeni, kederden kıvranan vücudu paramparça edemiyorlar. çünkü sonuçta insan, böyle anlarda yıldırım çarpmış bir ağaç gibi devrilip ölmek yerine, atmaya devam eden nabzıyla hayatta kalıyor.

12.10.2017

knulp

hermann hesse

insanın iyi bir saatinde seyrettiği her şey güzeldir.

çoğu zaman, dünyada var olan şeylerin en güzelinin, en incesinin sarı saçlı, zarif, genç bir kız olduğunu düşünürüm. oysa hiç de öyle değil. çünkü kimi zaman bir esmerin daha güzel olduğunu görürüz. bundan başka, bana bir de öyle gelir ki, her şeyin en güzel ve en incesi ta yükseklerde, özgürce süzülüp uçtuğunu gördüğümüz güzel bir kuştur. yine başka bir zaman öyle sanırım ki, yeryüzünde hiçbir şey, kanatlarının üzerindeki kırmızı gözleriyle bir beyaz kelebekten ya da akşam vakti yükseklerde, bulutların arasında parlayan, her şeyi aydınlatan ama kamaştırmayan ve her şeyi neşeli ve tertemiz gösteren bir gün ışığından daha olağanüstü olamaz.

dünyadaki en güzel şey, her zaman, içinde neşeden başka üzüntü ya da korkunun da olduğu şeydir.

çok güzel bir kızı, eğer onun bir gün gelip yaşlanacağını ve öleceğini düşünmesek, belki de o kadar ince bulmazdık. güzel bir şey sonsuza kadar aynı kalacak olsaydı, bu beni belki hoşnut ederdi; ama onu daha soğuk seyrederdim. bunu yalnızca bugün değil her zaman göreceğimi düşünürdüm. oysa geçici olana, her zaman yalnızca sevinç değil, acı da duyarım.

onun için herhangi bir yerde gece vakti bir havai fişek atılmasından daha güzel bir şey düşleyemem. onda mavi ve yeşil ışık kürecikleri vardır. bunlar karanlıkta yukarı doğru yükselir ve tam en güzel anlarında küçük bir eğim yapıp söner. ona durup bakıldığı zaman önce bir sevinç, aynı zamanda da hemen bitecek diye bir korku duyulur: bu iki duygu da birbirine bağlıdır ve bunun bitmesi uzun sürmesinden daha güzeldir.

istencin hiç değeri olmadığını, her şeyin bizim hiçbir etkimiz olmadan yolunda yürüyüp gittiğini sezdiğimiz için olacak, çoğu zaman aptalca üzülürüz.

iki kişi birbirinden hoşlanır ve evlenirse ya da iki kişi dost olursa, bu şunun için güzeldir; çünkü süreklidir, hemen sona ermeyecektir. ama bunun da bir sonu var, her şey gibi. dostluğun da, aşkın da başını yiyecek pek çok şey vardır.

düşünmelerin, akıl yürütmelerin hiç değeri yok. hem insan düşündüğünü yapmıyor ki.. aslında, attığı bütün adımları, içi nasıl isterse öylece, hiç düşünmeden atıveriyor.

fakat dostlukla aşk herhalde yine benim düşündüğüm gibidir. sonuçta bunlar her insanın kendine göredir, bunlarda bir başkasıyla birlikte olunamaz. bu, birisi öldüğü zaman da görülür. ölen için ağlanır, yaslar tutulur, bir gün, bir ay, hatta bir yıl.. ama sonra, ölen ölüp gitmiştir, tabutunda da artık ister kendisi isterse bilinmeyen, yersiz yurtsuz bir esnaf çırağı yatsın, hepsi bir olur.

bir kimsenin kötü olmaktan başka bir şey elinden gelmiyorsa bile, yine de suç denen bir şey vardır. çünkü bu kimse bu suçu kendinde duymaktadır. bundan dolayı da iyinin yine doğru olması gerekir. çünkü iyi insan hoşnut eder ve vicdan erinci verir.

herkesin ruhu kendinindir. kimse ruhunu başka bir ruhla karıştıramaz. iki kişi buluşabilir, birbiriyle konuşabilir, birlikte olabilir; ama ruhları çiçekler gibidir, her biri kendi bulunduğu yere kök salmıştır, hiçbiri öbürüne varamaz; varmak isterse kökünden kopması gerekir. bunu da yapamaz. çiçekler kokularını ve tohumlarını çevreye saçarlar; çünkü birbirlerine ulaşmak isterler; ama bir tohumun konması gereken yere varması için çiçek bir şey yapamaz, bu rüzgârın işidir, o nasıl isterse, nereden isterse öylece gelir, eser, gider.

annemle babam için de genellikle böyle düşünmüşümdür. onlar benim kendi çocukları ve dolayısıyla da onlar gibi olduğumu düşünürler. ama ben kendilerini sevsem de, yine onlar için anlayamayacakları, yabancı bir insanım. onlar benim için, hele benim ruhum için en önemli olan şeyi ikinci derecede bulurlar. onu benim gençliğime, geçici hevesime verirler. bununla birlikte beni severler ve iyiliğim için her şeyi yaparlar. bir baba çocuğuna burnunu, gözlerini, hatta aklını bırakabilir, ama ruhunu veremez. ruh her insanda yenidir.

eğer düşüncelerinde ve yaptıklarında gerçekten ciddiyse, her insan azizdir. insan doğru bildiğini yapmalıdır.

11.10.2017

sanat

ernesto sabato

günümüzde sanat, bu gergin ve parça parça ayrılan sanat, aykırılığımızdan, kaygımızdan, mutsuzluğumuzdan doğuyor. sanat, bu narin soyun, adı insan olan kaygılı ve doymak bilmez yaratığın evrenle barışma girişimidir belki de. hayvanların böyle bir şeye gereksinmeleri yok: onlar yaşamakla yetiniyorlar. varlıkları içgüdüsel arzularıyla uyum içinde. kuşa birkaç tohum ya da kurtçuk, yuvasını yapabileceği bir ağaç kovuğu, uçacağı geniş alanlar yetiyor. yaşamı doğumundan ölümüne dek ne çıkarsa bahtına kabilinden bir ritimle akıp gidiyor, metafizik bir umutsuzluk ya da delilik gibi nedenlerle sarsılmıyor. oysa insan iki ayağının üzerine dikildiği ve karşılaştığı ilk sivri taşı balta yaptığından beri hem büyüklüğünün temellerini hem de sıkıntılarının kaynaklarını inşa ediyor. elleriyle ve elleriyle yaptığı aletlerle adı kültür olan o çok güçlü ve çok tuhaf yapıyı inşa ederken bir yandan da kendi kendini parçalıyor; çünkü artık bir hayvan olmamasına karşın ruhunun sandığı gibi bir tanrı da değil. o, hayvanların toprağıyla kendi tanrılarının göğü arasında yaşayan iki yönlü, talihsiz bir yaratık henüz, masumluk çağlarının yeryüzü cennetini kaybedeli çok oldu; ama ruhunun kurtarılışının ilahi cennetine de erişemedi. bu acılı, hasta ruhlu varlık kendine ilk kez varlığının nedenini soracak. böylece elleriyle, baltasıyla, ateşle, sonra bilimle ve teknikle kendisini asıl ırkından, zoolojik mutluluğundan ayıran uçurumu kazacak. kent, bu çılgın kariyerinin son durağı, gururunu ifade ediş biçiminin tepe noktası, yabancılaşmasının en uç düzeyi olacak. bu tatminsiz, kör ve biraz da deli yaratıklar gizem ve kan aracılığıyla o kaybettikleri uyumu bulmaya çalışacaklar, kendilerini çevreleyenden daha farklı bir gerçeklik çizecekler ya da yazacaklar, bu çizip yazdıkları gerçeklik fantastik ve çılgın; ama ilginçtir, gündelik gerçekliklerinden daha derin ve doğru olacak. böylece, herkes adına düş gören bu narin ve savunmasız varlıklar kendi bedbahtlıklarının üzerinde yükselerek ortak kaderin yorumcuları, hatta (acı çeken) kurtarıcıları olacak.

sisyphe

özdemir asaf


seni öylesine düşündüm ki
öylesine, yaşama'dan önce
senden başka bir şey yok sanki
ama nasıl da varsın derim sana
düşüncelerimce
seni öylesine, buldum ki
öylesine, kendimden fazla
yalnız sensin gölgesiz
ayrılmamacasına, yanımda
akların arasında karan
karaların ortasında akınla
öylesine istedim ki seni
senden önce
öylesine, her şeyin içinde
öylesine dışında
gün, gece
seni öylesine yaşadım ki
inan
artık nereye baktığım belli değil
ne yaptığım belli değil
vardığım sonrasızlıktan