30.09.2017
uzun lafın kısası
victor hugo: toplumun bütün bereketli ışımaları bilimden, edebiyattan, sanattan, öğretimden çıkar; insanları yetiştirin, yetiştirin insanları.
diogenes: yararsız çabaları bırakıp doğaya uygun yaşamayı seçenler mutlu yaşar, insanlar aptallıkları yüzünden mutsuz olurlar.
irvine welsh: kim olduğunu ve kim olmadığını anlamaya çalışmak lazım. hayattaki esas macera bu. kendini bir yerde bulduğunda arkada bıraktığın ve hep yanında taşıdığın şeyler vardır.
aristippos: eğitimsiz olmaktansa dilenmek daha iyidir. nitekim berikinin parası yoktur, ötekinin insanlığı.
halil cibran: nasıl bir meyvenin çekirdeği, kalbi güneşi görebilsin diye kabuğunu kırmak zorundaysa, siz de acıyı bilmelisiniz.
mario levi: kaybedilmeyecek servet, elden çıkmayacak zenginlik yoktur. hiç kimse sahip olduklarıyla övünmemeli.
jean paulhan: günümüzde iki edebiyat türü var: okunması olanaksız kötü edebiyat -ama pek çok okunmaktadır- ve kimsenin okumadığı iyi edebiyat.
solon: halk iyi yönetiliyorsa tanrı ve yasaların yararı vardır; ama kötü yönetiliyorsa hiçbir işe yaramazlar.
carl gustav jung: insan, kendisini yargılayamayan bir olgudur ve başkalarının iyi ya da kötü yargılarına bırakılmıştır.
hegel: herkes ister ve inanır ki, ancak kendisinin dünyasıdır en iyi dünya; gene inanır ki, bu dünyayı diğerlerinden daha iyi anlatacak olan da, o en iyisi olandır.
andre breton: güzellik, ya ihtilaçlı bir güzellik olacak ya da hiç olmayacak.
28.09.2017
tut ki gecedir
27.09.2017
sessiz yığınların gölgesinde
kitle, toplumsalın içinde kaybolduğu karanlık bir deliktir.
bütün gönderen sistemlerinin, bütün ayakta duramayan anlamların, olanaksız tarihin ve artık var olmayan temsil etme sistemlerinin kara kutusu olan kitle, toplumsalla ilgili olan her şey unutulduğunda geriye kalan artıktır.
kitleler, üstlerine doğru gelen ışık enerjisi ve ışık dalgalarını yakalayarak eğen, büken ve yok eden muazzam bir deliğe benzemektedirler.
kitleler iktidar tarafından güdümlenmiş, futbolla uyutulmuştur.
içinde yaşadığımız dünyada haber oranı arttığı ölçüde anlam oranı da azalmaktadır.
haber ne bir iletişim ne de bir anlam biçimidir. laboratuvarlarda yapılan atom bombardımanı deneyleri gibi hiç durmadan input-output'larla dolup boşalan ve zincirleme bir tepkilenmeye uğrayan sürekli bir emülsiyon biçimidir.
eğer ölümün yeniden dağıtımı ya da başlangıçtan bugüne yeniden düzenlenmesi mümkün olsaydı bir kullanım değeri olarak yaşamı kendiliğinden ortadan kaldırırdı.
nihilist olmak, radikal bir alay ve şiddet yoluyla egemen sistemleri tahammül sınırlarına kadar zorlayıp bu meydan okumaya kendi ölümleri aracılığıyla yanıt vermelerini ihtar etmekse, o zaman ben kuramsal düzeyde bir terörist ve nihilistim. aynen başkalarının silaha sarılarak terörist ve nihilist olmaları gibi. gerçeğin kendisi değil, kuramsal şiddet başvurabileceğimiz tek kaynaktır. oysa bu bir ütopyadır. sistemin kendisi de bir anlamda nihilisttir. çünkü kendisini yadsıyanlar da dahil olmak üzere her şeyi ilgisizlik, kayıtsızlık kazanına boşaltmaktadır.
26.09.2017
ziyafet
eğer bu dünyada üstün bir iyiliğin, belli bir mükemmelliğin ve ona eşlik eden mutluluğun tadını çıkarmak mümkünse, sanırım en çok arzu edilen, bilge bir adamın bir kütüphanede bulmak isteyeceği diyalog ile bereketli ve hoş bir ziyafetten başka bir şey değildir. haklı olarak kendini bir kozmopolit ve dünya vatandaşı olarak gördüğünden her şeyi bilebilir, her şeyi görebilir, hiçbir şeyi gözardı edemez; kısaca, bu gönül rahatlığının kesin efendisi olduğu için onu dilediği gibi kullanabilir, istediği zaman alır, canı çektiğince onunla söyleşebilir; üstelik engeller olmadan, zahmet etmeden ve çaba harcamadan ders görebilir ve yeryüzünde, denizde, cennetin en yüksek yerlerinde; olan, olmuş ve olabilecek her şeyin özelliklerini kusursuz bir şekilde bilebilir.
rüya
rüyalarımız kendimize sorduğumuz resimli bilmecelerdir. cevabının bizde saklı olduğundan habersiz olmayı seçtiğimiz için ya hatırlamayız onları ya tabir edemeyiz. belki de bizim hayat diye yaşadığımız onun bir rüyasıdır yalnızca. çok önceleri gördüğü, belki de çoktan unuttuğu bir rüya.
rüyalar hakikattir ve hakikatler bizim hayatımıza göre değildir. biz rüyalarımızdan sadece kanıt toplayabiliriz. küçük ipuçları, uyarı değeri olan işaretler, doğru çözebilirsek yaşamımızı kolaylaştıracak bulmaca parçaları.. rüyalar sanıldığından çok daha uzun, büyük ve karmaşıktır; bizim gözümüze, aklımıza sığmazlar. bize bir parça olsun görünebilmek için semboller giyinmeleri bu yüzdendir.
hayatta her şeyin bir rüya gibi olmasında, her şeyin bir oyun gibi görülmesinde yabana atılmayacak bir gerçeklik payı olduğunu kabul etmek gerekiyor. insan hayatı hayal ile hakikat arasında kestirme yollar aramakla geçiyor.
şiirin kanıyla rüyanın kanı aynıdır. yazıldığında görülenle akanında saklanan aynıdır.
25.09.2017
akşam
ziya osman saba
akşam, içime düşen korku, pişmanlık, hile
varamadığım deniz, suyu çekilen ırmak
içimde birikeni nasıl yıkamak, neyle?
bu akşam hangi suyla, hangi suyla yıkanmak?
yıkanmak, temizlemek deri içindekini
yıkanmak, teneşirde ölü gibi yıkanmak
yıkamak arzuları, hırsı, şehveti, kini
yepyeni ve tertemiz bir sabaha uyanmak
ustam ve ben
takvada sahtekar olacağına günahında samimi ol, daha iyi.
etrafını her dediklerine "evet" diyen dalkavuklarla dolduranlar, fikrini dürüstçe söyleyen adamı hain zanneder.
savaştan sonraki değil, önceki gecedir insanın ruhunda iz bırakan.
insanlar hayvanlardan beyhude korkar. insan zalimdir halbuki, hayvan değil. ne timsah ne aslan, hiçbiri bizler kadar vahşi değildir.
işlemeyen demir pas, kullanılmayan ahşap küf, çalışmayan insan zan besler.
nedendir açılıvermemiz birdenbire hiç tanımadığımız bir insana? nedendir dile getirmemiz daha evvel kimselere söylemediklerimizi, başkasına değil de, tek ona? kalbimizi gümüş tepsi içinde ikram edercesine bir yabancıya göstermemize sebep nedir?
her şeyi ayakta tutan dengedir. binaları da, insanları da.
her şeye sahip birine gönderilecek en isabetli hediye nedir? ne ipek ne elmas. ne altın ne gümüş. her şeyi olan bir adam bunlara itibar etmez. kanaatimce bir hayvan olmalı. zira hayvanların şahsiyetleri vardır, hiçbiri diğerine benzemez.
azrail gelince istifini bozmayan adam ya şeytandır ya ermiş.
kimseye hoyratlık etme ve kimsenin kalbini kırmasına izin verme. ne incitenlerden ol ne incinenlerden.
insan daha yüksek bir idrak mertebesine eriştiği vakit ne haramdan dem vurur ne helalden. ne cennet ister ne cehennemden ürker. imanın özüdür aslolan; şekli şemaili, kabuğu kisvesi değil.
belli bir mertebeye varanlar için herkese verilen kurallar geçerli değildir.
insana ihanet, beklemediği yerden gelir.
zanaatında ustalaşmak isteyen, yaptıklarını geride bırakmayı da bilmeli. eserinden ziyadesiyle memnun olursan öğrenmeyi kesersin. "ben artık oldum" dersin. oracıkta kalır, yerinde sayarsın. en iyisi her defasında yeniden hevesle işe koyulmak, sil baştan.
ne yaptığımızdan ziyade, yapmadıklarımız tıynetimizi gösterir.
öğrenme aşkıyla geçti ömrümüz, aşkı öğrenemesek de.
24.09.2017
öldükten sonra
23.09.2017
düşlem
luis cernuda: istek, yanıtı olmayan bir sorudur.
andre malraux: masal kahramanları aklımızın değil içgüdülerimizin karmaşıklığını simgelerler.
jose ortega y gasset: bugünkü varlığını etkileyen geçmişi, birbirine hiç benzemeyen insanlarına can verecek gücü, yalnız kalmak ya da kendi kabuklarına çekilmek isteyen bireylerine karşı birliği sağlayacak ölçekte tarihsel görevi olmayan toplum, gerçek bir ulus değildir.
henri poincare: her şey düşüncedir.
simone de beauvoir: kadın; bir sevgili, tanrıça, ana, cadı ya da derin bir düşünce olabilir ama hiçbir zaman kendisi olamaz.
novalis: düşümüzde düş gördüğümüzü görmeye başlayınca uyanma zamanı yakındır.
rene char: şiir, tutkunun gerçekleştirilmiş olan aşkıdır.
andre breton: cinsel ilişkinin zorunlu olarak iki insan arasındaki erotik gerilimin azalmasına, yineleme durumunda o iki insanı birbirinden bıktıracak bir azalmaya yol açtığı iddiası, düşünülebilecek en kötü sofizmdir.
dostoyevski: yaşamı, yaşamın anlamından daha çok sevmek zorundayız.
charles baudelaire: düşlem, yeteneklerimizin en bilimsel olanıdır; çünkü evrensel benzeşimi, mistik bir dinin uygunluk diye adlandıracağı şeyi yalnızca o kavrayabilir. doğa bir sözcüktür, bir alegoridir, bir modeldir.
22.09.2017
saçlarındaki yarımküre
bırak, soluyayım uzun uzun saçlarının kokusunu, daldırayım bütün yüzümü saçlarına, kaynağa kapanan susamış bir insan gibi, bırak sallayayım saçlarını kokulu bir mendil gibi, anıları silkelemek için havada.
bilebilseydin sen de gördüğüm her şeyi! duyumsadığım her şeyi! saçlarında işittiğim her şeyi! başkalarının ruhu müzik üstünde gezerken benim ruhum koku üstünde gezer.
saçlarında yelkenlerle, serenlerle dolu bütün bir düş var ve büyük denizler var, köpükleri alıp götürür beni tatlı iklimlere doğru ve daha bir mavidir, daha bir derindir o iklimlerde mekan, meyve kokar, yaprak kokar, ten kokar hava.
saçlarının okyanusunda bir liman görüyorum, acıklı şarkılarla dolu, her soydan insanla dolu, her türden gemilerle dolu, usta ellerden çıkma, ince bir işçilikle yapılmış, ölümsüz sıcaklığın sere serpe yayıldığı o gemilerle dolu.
okşarken saçlarını bir gemide oluyorum, güzel bir gemi, bir oda, divan, saksılar, serinletici içkilerle gemiyi ve beni bir beşik gibi sallayan o görmediğim dalgalar, uyuşuk saatler; saçlarını okşarken, beni o dinlendiren, o tembel saatleri yeniden buluyorum.
saçlarının o harlı ocağında, afyonla ve şekerle karışık tütün kokusunu yeniden soluyorum, saçlarının gecesinde mavi afrika göğünü yeniden görüyorum; saçlarının tel kıyılarında, koka, katran ve misk kokularıyla kendimden geçiyorum.
bırak da dişleyeyim uzun zaman, ağır, kara örgülerini. o lastik gibi esnek, asi saçlarını ısırınca sanki anıları da yiyip tüketiyorum.
21.09.2017
kralın yeni giysileri
çok yıllar önce bir kral varmış. yeni, güzel giysileri o kadar severmiş ki, her zaman şık giyinebilsin diye bütün parasını giysilere harcarmış. ne askerlerine, ne tiyatroya ne de yeni giysilerini göstermek amacıyla değilse, parkta araba gezintileri yapmaya hiç ilgi göstermezmiş. günün her saati için giyeceği ayrı bir ceketi varmış; hani bir kral için "danışmanlarıyla toplantıda!" derler ya, onun için de hep "kral giyinme odasında!" derlermiş.
kralın yaşadığı büyük kent pek eğlenceliymiş. her gün oraya çok sayıda yabancı gelirmiş. günlerden bir gün iki dolandırıcı gelmiş o kente. dolandırıcılar kendilerini dokumacı diye tanıtıp düşünülebilecek en güzel kumaşları dokuyabildiklerini ortalığa yaymışlar. o kumaşların renklerinin, desenlerinin olağanüstü güzelliğinden söz etmişler. ayrıca o kumaşlardan dikilen giysilerin, üstlendikleri görevlere uygun olmayan kişiler ve ıslah olmaz ahmaklar karşısında görünmez olduğunu belirtmişler.
kral, "bak, o tür giysiler çok işe yarar!" diye düşünmüş. "öyle giysilerim olursa, ülkemde kimlerin görevlerine uygun olmadığını görür, ahmağı akıllıdan ayırt edebilirim. benim için hemen o tür bir kumaş dokunmalı!" böyle düşünen kral dolandırıcılara, işlerine başlayabilmeleri için çokça para vermiş.
dolandırıcılar da iki dokuma tezgahı kurup sözümona çalışmaya başlamışlar; ama dokuma tezgahlarında hiçbir şey yokmuş. çok geçmeden en üstün nitelikli ibrişim ile en gösterişli sırmaya gereksinim olduğunu bildirmişler. istedikleri ibrişim ile sırma gelir gelmez de onları kendi torbalarına doldurup boş dokuma tezgahlarında gecenin geç saatlerine kadar çalışmayı sürdürmüşler.
kral kendi kendine "şu anda ne kadar kumaş dokumuş olduklarını öğrensem iyi olur!" demiş. ama ahmaklar ile görevine uygun olmayanların kumaşı göremeyecekleri aklına gelince biraz tedirgin olmuş. kendisi için korkulacak bir şey olmadığına eminmiş; yine de işin nasıl gittiğini görsün diye, ilkin bir başkasını yollamanın daha iyi olacağını düşünüyormuş. kentteki herkes kumaşın şaşırtıcı özelliğini biliyor; bu yüzden de komşusunun ne kadar beceriksiz ya da ahmak olduğunu görmek için sabırsızlanıyormuş.
kral, "şu yaşlı, sözüne güvenilir bakanımı dokumacıların yanına göndereyim." diye düşünmüş. "işin nasıl gittiğini en iyi o değerlendirir; çünkü akıllı bir insandır; üstlendiği görevi de hiç kimse ondan daha iyi yerine getiremez!"
böylece doğru sözlü, yaşlı bakan, iki dolandırıcının boş dokuma tezgahları başında oturup çalıştıkları yere gitmiş. içeriye girer girmez, içinde bir "aman tanrım!" deyip gözlerini iyice açmış. "aman tanrım! tezgahlarda hiçbir şey göremiyorum!" ama sesini çıkarmamış.
iki dolandırıcı bakandan yaklaşmasını rica edip boş tezgahları işaret ederek kumaşın rengini, desenlerini güzel bulup bulmadığını sormuşlar. zavallı yaşlı bakan gözlerini daha da fazla açık bakmış; ama hiçbir şey göremiyormuş; çünkü görecek hiçbir şey yokmuş. bir kez daha içinden "aman tanrım!" demiş. "bu kadar ahmak mıyım ben? ahmak olduğumu doğrusu hiç düşünmemiştim! ama bunu hiç kimse bilmemeli! üstlendiğim göreve uygun bir insan değil miyim acaba? hayır, hayır! kumaşı göremediğimi hiç kimseye söyleyemem!"
dokumacılardan biri, "eee, hiçbir şey demeyecek misiniz?" diye sormuş.
gözleri pek iyi seçemediği için gözlük kullanan yaşlı bakan, "yoo" demiş. "çok güzel! büyüleyici bir güzelliği var! şu renklere, şu desene bakın! kral'a çok beğendiğimi söyleyeceğim."
iki dolandırıcı, "öyle mi! buna çok sevindik!" demişler. sonra da kullandıkları renkler ile acayip desenin adlarını söylemişler. dediklerini kral'a anlatabilmek için yaşlı bakan onları dikkatle dinlemiş.
bunun üzerine dolandırıcılar, kumaşı bitirebilmek için daha çok para, daha çok ibrişim ve sırma isteğinde bulunmuşlar. aldıklarını da kendi ceplerine atmışlar. dokuma tezgahlarına bir tek iplik bile takılmamış; ama onlar eskisi gibi, boş tezgahlarda çalışmayı sürdürmüşler.
çok geçmeden kral işin nasıl gittiğini görsün diye, yine doğru sözlü başka bir devlet adamını göndermiş; çünkü kumaşın yakında bitip bitmeyeceğini bilmek istiyormuş. bakanın başına gelen, bu devlet adamının da başına gelmiş. o da bakmış, bakmış; ama boş tezgahlardan başka görecek bir şey olmadığı için, hiçbir şey görememiş.
dolandırıcılar, "nasıl? güzel bir kumaş, değil mi?" diye sormuşlar. olmayan kumaşı gösterip olmayan gösterişli deseni anlatmışlar.
devlet adamı içinden "ben ahmak değilim; öyleyse herhalde görevim bana uygun değil. böyle olması da çok tuhaf; ama hiç kimse bunun farkına varmamalı!" demiş.
sonra da görmediği kumaşı övmeye başlamış; o güzel renkleri, o büyüleyici deseni ne kadar beğendiğini vurgulamış. geri döndüğünde de kral'a, "gerçekten büyüleyici güzellikte bir kumaş!" demiş.
kentte herkes bu üstün nitelikli kumaşı konuşuyormuş.
bu kez kral kumaşı daha tezgahtayken kendisi görmek istemiş. daha önce iki dolandırıcıyı ziyaret etmiş olan o sözüne güvenilir iki devlet adamının da aralarında bulunduğu kalabalık bir soylular topluluğuyla, kurnaz dolandırıcıların çalıştığı yere gitmiş. dolandırıcılar lif ya da iplik kullanmadan var güçleriyle dokuyorlarmış.
daha önce orayı ziyaret etmiş olan iki devlet adamı "bakın, pırıl pırıl değil mi?" demişler. sonra da boş tezgahları işaret edip "kral hazretleri şu renkleri, şu deseni görmek istemezler mi?" diye eklemişler; çünkü ötekilerin kumaşı gördüklerini sanıyorlarmış.
kral içinden "o da ne?" demiş. "hiçbir şey görmüyorum! ahmak mıyım! kral olmayı hak etmiyor muyum yoksa? başıma gelebilecek en kötü şey de buydu!" ama yüksek sesle, "evet, çok güzel!" demiş. "gerçekten övgüye değer!" sonra da gözlerini boş tezgaha dikip sonuçtan çok memnunmuş gibi başını sallamış; hiçbir şey göremediğini söylemek istemiyormuş. kral'a eşlik eden soylular da bakmışlar, bakmışlar; ama ötekilerin gördüğünden başka bir şey görmemişler; yine de kral'ın dediği gibi, "evet, çok güzel!" demişler. sonra yakında yapılacak büyük geçit töreninde, kral'ın bu kumaştan dikilecek yeni giysileri giymesini önermişler. "çok güzel! çok uygun! harika!" sözleri ağızdan ağıza dolaşmış. herkes çok sevinçli görünüyormuş. bunun üzerine kral dolandırıcılara, ceketlerinin düğme deliğine takmaları için haç biçiminde birer şövalyelik nişanı, ayrıca da krallık saray dokumacısı unvanını vermiş.
geçit töreninin yapılacağı günden önceki gece dolandırıcılar hiç uyumamışlar; en azından 16 tane kocaman mum harcayarak çalıştıkları yeri aydınlatmışlar; kral'ın yeni giysilerini yetiştirmek için harıl harıl çalışıyor görünmüşler. dokudukları kumaşı tezgahtan alıyormuş gibi yapıp kocaman makaslarla havayı kesmişler; ipliksiz iğnelerle dikmişler; sonunda da "işte," demişler, "giysiler hazır!"
kral en seçkin şövalyelerinin eşliğinde sabah erkenden dolandırıcıların işliğine gelmiş. iki dolandırıcının her biri, birer kolunu bir şey tutuyormuş gibi havaya kaldırıp diktikleri giysileri tanıtmaya başlamış: "işte pantolonlar! işte ceket1 işte pelerin!" vb. "hepsi de örümcek ağı kadar hafif. bunları giyen, kendini üstünde bir şey yokmuş gibi duyumsar. zaten işin güzelliği de burada!"
şövalyeler, "evet, çok doğru!" demişler; ama hiçbir şey göremiyorlarmış; çünkü ortada görülecek bir şey yokmuş.
iki dolandırıcı, "kral hazretleri üstlerindeki giysileri çıkarmak istemezler mi?" demişler. "yeni giysilerinizi şu büyük aynanın önünde biz kendi elimizle size giydirmek isteriz."
kral soyunmuş, dolandırıcılar yeni giysileri kral'a sözümona giydirmeye başlamışlar. kral'ı belinden kavrayıp ucu yerlerde sürünen uzun bir eteği tutturuyormuş gibi yapmışlar. kral aynanın önünde dönerek kendine bakmış.
oradakiler, "aman ne kadar güzel! ne kadar da yakıştı!" demişler. "şu renklere, şu desene bir bakın. çok gösterişli bir giysi doğrusu!"
tören başkanı, "geçit töreninde kral hazretlerinin başının üstünde taşınacak sayvan hazır! dışarıda sizi bekliyorlar!" demiş.
kral, "peki, ben de hazırım." diye yanıtlamış. sonra da, "giysilerim iyi oturmuş mu?" deyip yeniden aynanın başına geçmiş; çünkü kılığına özen gösterdiğini herkese kanıtlamak istiyormuş.
kral'ın yerde sürünen uzun eteğini taşıyacak olan mabeyinciler eğilerek elleriyle eteği tutup kaldırıyor gibi yapmışlar. sonra da eteğin ucu gerçekten ellerindeymiş gibi kral'ın ardından yürümüşler. kral'ın yeni giysilerini görmedikleri fark edilir diye ödleri kopuyormuş.
böylece kral görkemli sayvanın altında geçit törenine katılmış. sokaklara dökülmüş olan halk, "kral'ın yeni giysilerinin eşi benzeri yok! aman ne de uzun eteği var! ne de yakışmış!" diyorlarmış. hiç kimse hiçbir şey göremediğinin anlaşılmasını istemiyormuş; çünkü o zaman ya görevine uygun olmadığı ya da ahmak bir kişi olduğu ortaya çıkacakmış. kral'ın bu yeni giysileri her zamankinden çok ilgi uyandırmış.
o sırada küçük bir çocuk, "a! kral'ın üstünde hiçbir şey yok!" diye bağırmış. babası "bakın hele şu masumun söylediği şeye!" demiş. ama çocuğun sözleri kulaktan kulağa fısıltıyla yayılmış: "küçük bir çocuk kral'ın üstünde hiçbir şey olmadığını söylüyor!" diyorlarmış.
sonunda herkes, "evet, kral'ın üstünde hiçbir şey yok!" diye bağırmaya başlamış. kral sarsılmış; çünkü o da söylenenin doğru olduğu kanısındaymış. ama sonra içinden "geçit töreninin sonuna kadar dayanmalıyım." demiş, daha da kurumlu yürümeye başlamış; mabeyinciler var olmayan uzun eteği taşıyarak ardından gitmişler.
20.09.2017
oxford: just talking
manastıra benzeyen binaların arasındaki gece sükuneti bana neden böyle donuk geliyor, böyle tatsız ve ıssız, tamamıyla ruhsuz ve sevimsiz? sabahın üçünde ya da dördünde bile, sokaklarda tek bir kişi kalmamışken bile hayat kaynayan rua augusta'dan ne kadar farklı! parlak, inanılmaz bir ışıltısı olan taşların gerisinde nasıl olur da kutsal adlar taşıyan binalar, bilginlik hücreleri, seçkin kitaplıklar, içlerinde kusursuz cümlelerin söylendiği, ölçülüp biçildiği, karşı çıkılıp savunulduğu, tozlu kadife sessizliğiyle dolu odalar bulunabilir? nasıl olabilir bu?
tanrı kendi kaldıramayacağı bir taş yaratabilir mi? sorunun yanıtı hayırsa her şeye kadir değildir; evetse yine her şeye kadir değildir; çünkü o zaman da taş vardır ortada.
her zaman böyledir bu. bir başkasına bir şey söylemek: o sözlerin bir etkisi olacağını nasıl bekleyebiliriz? içimizden her zaman akan düşünceler, resimler ve duygular ırmağı, bu azgın ırmak tesadüfen, tamamıyla tesadüfen kendi sözlerimize uymuyorlarsa, sulara kapılıp gitmemesi, unutulmaya terk edilmemesi bir mucize olurdu. benim için durum farklı mı diye düşündüm. ben bir başkasına gerçekten kulak verdim mi hiç? onu söyledikleriyle birlikte içime aldım mı, içimdeki ırmağın yönünün değişmesine izin verdim mi?
insanlar konuşurlar ve konuşmanın tadını çıkarırlar, tıpkı dillerinden sözlerin yorgunluğu gitsin diye dondurma yalamanın tadını çıkardıkları gibi. oysa burada herkes hep durum öteki türlüymüş gibi davranır. sanki söyledikleri inanılmaz derecede önemliymiş gibi. ama o önemli sözlerin de uyumaları gerekir, sonra geriye pis kokulu bir sessizlik kalır; çünkü her yerde kendini beğenmişliğin kadavraları yatmakta, sessizce kendi kendilerine kötü kokular yaymaktadırlar.
çocukluk resmi
bir gün çocukluk resmini çıkardın bir kitabının içinden; kokulu, kırışmış. aldım. konuştuk. o zaman, nihayet çözülebilen iplerini gerisinde sürüyerek açılan bir sal gibi, arzuyu attığımı duydum. gecesi, bir elektrik feneri altında, gözüne kaçan bir kirpikle uğraştım. başını, öylece durgun ve boş, önüme uzatan ikinci çocuk oluyordun. kirpiği çıkardıktan sonra bir an bakmıştım kapalı gözlerine. başlarımızın arasından rüzgar güç süzülecek oldu. nefeslerimiz, nefesimiz ondan kuvvetli idi. açılan gözlerinde iki yumuşak fener gördüm. karanlıkta güneş titredi; deniz, sayısız hayvan yıllarının sesiyle uğuldadı. uzaklaştın. ayrıldık. yürüdün ışığın altından. ardında asfalt, ışıkla beraber eriyordu adımlarının içinden, sessizlikte.
19.09.2017
mutluluk
boethius: ölümlü yaratıkların tek bir endişesi vardır. bunun için olağanüstü gayret sarf edip türlü türlü işlerin peşine düşer, farklı yollardan ilerler; ama yine de mutluluğun yegane amacına ulaşmak içindir tek çabaları.
charles dickens: zaman olur, cehalet saadettir.
demir özlü: nedir ki mutluluk? hayatta bir şeylerin gelip bulması seni, ummadığın şeylerin olması ya da saplantıların kendi kendini onarması. başka ne olabilir ki?
choderlos de laclos: bir gönülde uyandırılan mutluluk, bağların en güçlüsüdür; gerçekten bağlayabilen bir o vardır.
javier marias: insanların çoğu hazzı elde ettikleri zaman nasıl keyfini süreceklerini bilemezler.
wittgenstein: mutlunun dünyası, mutsuzunkinden başka bir dünyadır.
viktor emil frankl: mutluluk sadece kişinin kendi aşkınlığını yaşamasının, kendini hizmet edilecek bir davaya veya sevilecek bir insana adamasının bir sonucu olarak ortaya çıkabilir.
daniel defoe: hor kullanılmış bir mutluluk, çoğunlukla en büyük yıkımlara yol açar.
walter benjamin: mutlu olmak demek ürküntü duymadan kendinin farkına varabilmektir.
18.09.2017
günah
sevgiye karşı işlenen günahlar büyük günahlardır ve en büyük cezayı hak ederler. hırsızlık bir suç, çoğu zaman da günahtır; fakat yalnızca paraya ya da mala karşıdır. cinayet bir suç, çoğu zaman da günahtır; fakat günahın derecesi, yaşamaya değen ya da başkalarına acı ve yoksulluk getiren yaşamın değerine bağlıdır. fakat sevgi her zaman iyidir ve sevgiye karşı işlenen günahlar her zaman en kötü günahlardır. çünkü sevgi tek, sahip olduğumuz özellikle insani tek şeydir. tecavüz en büyük günahtır, cinayetten daha büyük; çünkü sevgiye karşı işlenen bir günahtır.
16.09.2017
hiçlik arzusu
hiçbir şey hiçlik kadar kırılgan ya da kısıtlayıcı olamaz. bu yüzden de maddi gerçekliğe alerjisi olanlar hiçliğe meftundurlar. özgür ruhun nihai zaferi bütün dünyanın yok olmasıdır. işte o zaman dünya arzularınla arana giremeyecektir. bu açıdan bakıldığında, son kertede arzuladığımız hiçliktir.
psikanalizin ortaya attığı gerçek skandal, çok uzun zamandır, özellikle de çocuklarca bilindiği üzere sübyan cinselliği değil, insanların bilinçaltlarında kendi yok oluşlarını arzuladıkları iddiasıdır. kimliğimizin merkezinde mutlak hiçliğe yönelik bir itki vardır, içimizde kendi yok oluşumuz için yaygara kopartan bir şey vardır. psikanalize göre kendimizi, var olmak diye bilinen yaradan korumak için, kendi yok oluşumuzu kucaklamaya bile hazırız.
hiçliğin ölümünden geriye sadece madde kalıyor. madde ise sanki boşluğun olması gereken yerde salınıp durmaktadır.
sebastian barry gizli metin romanında şöyle yazar: "şeytanın trajedisi, hiçliğin yazarı ve boşluğun mimarı olmasıdır."
faustvari anlayışta herhangi bir başarı, her şeyin sonsuzluğuyla karşılaştırıldığında, hiçliğe özdeştir. arzularınızın sonsuzluğu, ihtiraslarınızın gerçek nesnelerini ıvır zıvıra dönüştürür.
irlandalı romancı laurence sterne, tristram shandy'de, insanlar dünyadaki çok daha feci şeyleri düşünerek hiçliğe saygı göstermelidir, der.
15.09.2017
çürüme
hitler "çürüme belirtisi" gösteren ünlü kişilerden yalnızca biridir. şiddet, nefret, ırkçılık ve narsist ulusçulukla beslenen ve bu belirtinin kurbanı olan daha pek çok insan vardır. bunlar şiddete, savaşa ve yıkıma gönülden inananlara önderlik ederler. bunların arasında gerçek amaçlarını açıklayanlar ya da bu amaçların bilincine varanlar ancak en dengesiz, en hasta olanlardır.
çoğu eğilimlerini yurtseverlik, görev duygusu, onur vb. diye akla uydurmaya çalışır. ne var ki uluslararası savaşlarda ya da iç savaşlarda olduğu gibi normal uygar yaşam biçimleri bozulunca bu tür kişiler artık bu yoğun arzularını bastırma gereksinmesini duymayacak, nefrete övgü şarkıları söyleyecek, dirilecek, ölüme hizmet edebilmek için tüm güçlerini ortaya dökeceklerdir.
gerçekten de savaş ve şiddet havası "çürüme belirtisi" içindeki insanın kendisini bulduğu ortamdır. bu belirtinin harekete geçirdiği insanlar büyük bir olasılıkla nüfusun küçük bir kesimini oluşturur. ne var ki bu tür kişiler de, bu dürtülerle harekete geçmeyen insanlar da gerçek dürtülerin farkında değildirler; bu yüzden "çürüme belirtisi" taşıyan kişiler gerginlik, çatışma, soğuk ve sıcak savaş zamanlarında salgın bir hastalığın, nefret salgınının taşıyıcıları olurlar. bu yüzden bu kişileri şu gerçek özellikleriyle tanımak çok önemlidir. bu kişiler kendi topluluklarının gereksinmeleri dışında gerçek tanımayan, bağımsızlıktan korkan, ölümsever kişilerdir.
bu insanları toplumdan ayırarak cüzamlılar gibi, belli bir yere kapatmak gerekmez; normal insanlar bu kişilerin bağnaz akla uydurmalarının ardında yatan eğilimlerin sakat ve hasta olduğunu görebilirlerse yeterli olacaktır bu; o zaman normal insanlar bu kişilerin hastalıklı etkilerine karşı belli bir bağışıklık geliştirebilirler. elbette bu bağışıklığı kazanabilmek için şunları çok iyi bilmek gerekir: bu insanların söylediklerini gerçeklik olarak kabul etmemek; insanların yakalanabileceği böyle bir hastalığın kurbanı olan bu kişilerin yanıltıcı akla uydurmalarının aslında yaşam bitmeden önce yaşamın yadsınmasından başka bir şey olmadığını görebilmek.
ölüm sevgisinin karşıtı yaşam sevgisi, narsisizmin karşıtı sevgidir; kandaşla cinsel ilişki saplantısıyla birlikte yaşamanın karşıtıysa bağımsızlık ve özgürlüktür. bu üç eğilimin birleşerek oluşturduğu belirtiye "büyüme belirtisi" diyeceğim.
bu düşünceler bizi insanın özgürlüğü sorununa götürür, insan herhangi bir zamanda iyiliği seçmekte özgür müdür, yoksa içindeki ve dışındaki güçlerle kuşatıldığından elinde böyle bir özgürlük yok mudur? istenç özgürlüğü sorunu üzerine çeşitli kitaplar yazılmıştır; bundan sonra yazacaklarıma william james'in bu konuda söylediklerinden daha iyi bir giriş düşünemiyorum.
james şunları yazıyor:
"herkeste özgür istenç konusundaki çatışmanın artık ilginçliğini yitirdiği, yeni ortaya çıkacak kimsenin herkesin zaten duyduğu savları yinelemekten başka bir şey yapamayacağı inancı yaygın. bu, büyük bir yanlışlığa düşmek demektir. bundan daha az deşilmiş, yaratıcı bir kafanın yepyeni olanaklar açabileceği başka bir alan yoktur bence - bu konuda yapılabilecek şey belki de zorla bir sonuca ulaşmak ya da başkalarını boyun eğmeye zorlamak değil, iki görüş arasındaki sorunun ne olduğunu daha iyi kavramaya çalışmak, alınyazısı ve özgür istenç kavramlarının gerçekte ne demek olduğunu anlamaktır."
bu sorunla ilgili olarak benim öne süreceğim öneriler ruhçözümleme deneylerinin, özgürlük sorununu yeni bir ışık altında aydınlatabileceği, bize sorunun bazı yeni yanlarını gösterebileceği inancına dayanıyor. özgürlüğün geleneksel olarak ele alınış biçiminde deneysel ve ruhbilimsel bilgiler kullanılmamış, özgürlük tanımı eksik kalmış, bu yüzden de sorunu genel ve soyut bir açıdan tartışma eğilimi ağır basmıştır. özgürlükten seçme özgürlüğünü kastediyorsak o zaman sorun, örneğin a'yla b arasında bir seçme yapmakta özgür olup olmamak anlamına gelir. gerekirciler özgür olmadığımızı söylemişlerdir; çünkü insan -doğadaki başka bütün varlıklar gibi- nedenlerle belirlenir; boşluğa atılmış bir taş nasıl düşmemekte özgür değilse insanın da a ya da b'den birisini seçmekten başka bir özgürlüğü yoktur; çünkü onun a'yı ya da b'yi seçmesini belirleyen, onu buna zorlayan ya da bu seçmeye neden olan duygular vardır.
gerekirciliğe karşı koyanlarca bunun tersi savunulur; dinsel temele dayanarak tanrı'nın insana iyilikle kötülük arasında seçme yapma özgürlüğünü verdiği -bu yüzden de insanın elinde bu özgürlüğün bulunduğu- ileri sürülür. ikinci olarak da insanın özgür olduğu, yoksa eylemlerinden sorumlu tutulamayacağı belirtilir. üçüncü olarak, insanın öznel bir biçimde özgür olma deneyimini yaşadığı, özgürlüğünün bilincinde olmasının da özgür olarak var olabileceğine kanıt olduğu söylenir.
bu savların hiçbirisi inandırıcı değildir. birinci sav, insanın tanrı'ya inanmasını, tanrı'nın insanlar için ne gibi planlar yaptığını bilmesini gerektirir, ikincisi insanı eylemlerinden sorumlu tutma, böylece onu cezalandırabilme isteğinden doğmuş gibidir. eskiden de, şimdi de pek çok toplumsal düzenin bir parçası olan cezalandırma fikri, büyük ölçüde şu görüşe dayanmaktadır: ceza, "varlıklılar"ın oluşturduğu azınlığı "yoksullar"ın oluşturduğu çoğunluğa karşı koruma önlemidir (ya da öyle düşünülmüştür) ve yetkenin cezalandırma gücünün simgesidir. cezalandırmak için sorumluluk taşıyan birisinin bulunması zorunludur.
burada insan shaw'un şu sözünü anımsamadan edemiyor: "adamı astık, şimdi sıra duruşmaya geldi."
üçüncü sav, özgürlüğün bilincinde olmanın özgürlüğün kanıtı olduğu savı, spinoza ve leibniz tarafından bütünüyle çürütülmüştür. spinoza yanlış bir özgürlük sanrısına kapıldığımızı, çünkü isteklerimizin farkında olduğumuzu, oysa bu istekleri doğuran nedenleri bilmediğimizi göstermiştir. leibniz de istencin yarı yarıya bilinçaltı olan eğilimlerle belirlendiğini kanıtlamıştır.
spinoza ve leibniz'den sonraki tartışmaların çoğunun şu gerçeği yakalayamaması şaşırtıcıdır aslında: bizi bilinçaltı güçlerin yönettiği kabul edilmedikçe, seçme özgürlüğü sorunu çözülemez; o zaman da insan olsa olsa seçmesinin özgür bir seçme olduğunu sanarak kendisini avutur, istenç özgürlüğü konusundaki savlar bu özel karşı çıkışların dışında gündelik deneylerle çelişki içindedir. savunucuları ister dinci ahlâkçılar, ister idealist düşünürler, isterse marksist eğilimli varoluşçular olsun bu savlar, yüce birer varsayım olarak kalacaktır; ayrıca bireye karşı büyük haksızlık ettiklerinden pek de yüce sayılamaz bu savlar.
maddi ve ruhsal yoksunluk içinde yetişen kimseye karşı sevgi ve ilgi duymayan, bedeni yıllarca alkol almaktan yıpranmış, koşullarını değiştirme olanağını hiçbir zaman bulamamış bir insanın -böylesi bir insanın- kendi seçmesini yapmakta "özgür" olduğu söylenebilir mi? bu tutum gerçeklere ters düşmez mi? sevgisiz bir tutum değil midir bu? son çözümlemede, yirminci yüzyılın dilindeyse, sartre'ın felsefesine çok benzeyen, burjuva bireyciliğini ve bencilliğini yansıtan bu tutum max stirner'in der einzige und sein eigentum'unun (biricik kişi ve mülkü) çağdaş bir yorumu değil midir?
bunun tersi olan tutum, insanın seçmekte özgür olmadığını, belli bir noktada aldığı kararların daha önce yer alan iç ve dış olaylar tarafından belirlenip kararlaştırıldığını savunan tutum ilk bakışta insana daha gerçekçi ve akla yakın gelir. gerekirciliği ister toplumsal gruplara, ister sınıflara, isterse bireylere uygulayalım freud'çu ve marksist çözümleme insanın içgüdüsel ve toplumsal dürtüleri belirlemeye karşı verilen savaşta ne denli zayıf kaldığını göstermemiş midir?
ruh-çözümlemesi, anneye olan bağlılığını çözememiş bir kimsenin eyleme geçme, karar verme yetisi bulunmadığını, o insanın kendisini güvensiz duyduğunu, bu yüzden de dönüşü olmayan bir noktaya varıncaya dek gittikçe artan bir bağımlılıkla ana figürlerine çekildiğini göstermemiş midir? marksçı çözümleme -aşağı-orta sınıf gibi- bir sınıfın servetini, kültürünü ve toplumsal işlevini yitirdikten sonra umutsuzluğa kapılıp ilkel, ölüm-sever ve narsist bir duruma geri döndüğünü göstermemiş midir?
ne var ki marx da freud da nedensel bir gerekirciliğin geriye çevrilemezliğine inanmak anlamında gerekirci değillerdi, ikisi de eskiden tutulmuş olan bir yolun değiştirilebileceğine inanıyorlardı, ikisi de insanın kendisini arkasından yöneten güçlerin farkında olmasından doğan -böylece onun özgürlüğünü yeniden ele geçirmesini sağlayan- değişme olanağını görmüşlerdi.
marx da freud da -marx'ın çok etkilendiği spinoza gibi- hem gerekirciydiler, hem de gerekirci değildiler; ya da ne gerekirciydiler, ne de gerekirciliğe karşıydılar, ikisi de insanın neden-sonuç yasalarıyla yönetildiğini ama bilinçlilik ve doğru eylemlerle kendi özgürlük alanını yaratıp genişletebileceğini öne sürüyorlardı. optimum özgürlüğü kazanmak, zorunluluğun zincirlerinden kurtulmak insanın kendisine kalmıştı. freud'a göre bilinçaltının farkında olmak, marx'a göre de toplumsal-ekonomik güçlerin ve sınıfsal çıkarların farkında olmak bu özgürleşmenin koşullarıydı; her ikisinde de farkında olmaya ek olarak etkin bir istenç ve savaşım özgürlüğü sağlamak gerekli koşullardı.
spinoza'ya göre özgürlük gerçekliğin farkında olmaktan, bu gerçekliği kabul etmekten doğan, bireyin ruhsal ve zihinsel yeteneklerini en iyi biçimde geliştirmesini sağlayacak eylemleri belirleyen "yeterli fikirler"den oluşur. spinoza'ya göre insan eylemini, tutkular ya da (nedenler'le) akıl belirler. tutkuların yönetiminde insan, tutsak gibidir; aklın yönetimindeyse özgürdür.
spinoza'ya göre insanın görevi, ahlaksal amacı, gerekirciliği azaltmak, daha çok özgürlüğe ulaşabilmekti. insan bunu kendinin farkında olarak, onu kör ve tutsak eden tutkularını bir insan olarak kendisini gerçek çıkarları doğrultusunda davranmaya götüren eylemlere ("etkin sonuçlara") dönüştürerek başarabilirdi. "tutku olan bir duygu belirgin ve açık bir biçimde algılanır algılanmaz tutku olmaktan çıkar." spinoza'ya göre özgürlük bize verilmiş bir şey değil, belli sınırlamalar içinde sezgi ve çabayla elde edebileceğimiz bir şeydir. yürekliysek ve farkında olabiliyorsak seçme seçeneği elimizdedir. özgürlüğü ele geçirmek güç bir iştir; çoğumuzun başarısızlığa uğraması bundandır.
spinoza ethic'in sonunda şunları yazmıştır:
"zihnin duygular ve kafa özgürlüğü üzerindeki etkisiyle ilgili olarak söylemek istediklerimi böylece tamamladım. buradan bilge kişinin yalnızca duygularıyla sürüklenen bilisiz kişiye göre ne denli güçlü olduğu, onu nasıl geride bıraktığı açıkça görülüyor. çünkü bilisiz kişi kendi ruhunu gerçekten eline almaksızın dış nedenlerin elinde, çeşitli yönlerde sürüklenmekle kalmaz; üstelik sanki kendisinin, tanrının ve nesnelerin farkında olmadan yaşar; acı çekmez duruma geldiği -edilgen olduğu zaman da var olmaktan çıkar. oysa bilge kişi, böyle kabul edildiği sürece, ruhunda hiçbir huzursuzluk duymaz; tersine kendisinin, tanrının ve nesnelerin belli bir sonsuz gereklilik duygusuyla farkında olduğundan hiçbir zaman var olmaktan çıkmaz; tersine her zaman ruhunu gerçekten tanır. insanı bu sonuca götürdüğünü belirttiğim yol son derece güç görünse de bulunması olanaksız bir yol değildir. bu yolu bulmak güç olsa gerektir; çünkü yolu bulanlar çok azdır. kurtuluş hemen şuracıkta hazır ve hiç zahmetsiz erişilebilecek bir şey olsaydı, insanların nerdeyse tümünün ona erişememesi nasıl açıklanabilirdi? ama eksiksiz olan her şey az bulunduğu ölçüde güçtür de."
kendisini yöneten güçlerin farkında olabilirse, özgürlüğünü kazanmak için en büyük çabayı gösterebilirse, insan, zorunluluğun zincirlerini kırabilir. bu seçenekçiliği özlü bir biçimde dile getiren de en büyük marx yorumcularından biri olan rosa luxemburg'tur. yüzyılımızda insan "toplumculukla barbarlık" arasında bir seçme yapma durumuyla karşı karşıyadır.
14.09.2017
the killing
bir insanın en önemli zayıf noktası aynı zamanda o insanın en büyük gücüdür.
gerçekler acıtıyorsa doğru bir hayatın yok demektir.
bazı insanlar cezalandırılmayı ve değer verdikleri, üzerine titredikleri bir şeyin ellerinden alınmasını hak eder.
kendine yeteri kadar güvenirsen insanlar ağzından çıkan her şeye inanırlar.
bazen doğru olduğuna inanarak yaptığınız şeyin aslında yanlış olduğunu görürsünüz.
anneler saçma salak işler yapar; en iyisini bildiklerini sanırlar.
hatalarımızı düzeltmek için seçim yapmamız gerekir; yoksa düzeltemeyiz.
bazı şeyleri düzeltemezsin. dağınık kalırlar öyle.
nasıl görünürse görünsün bence bir bebek hayatınızda gerçekleşebilecek en güzel şeydir.
bazen insan, peşinden biri gelsin diye kaçıyor sanırım. olduğun yerde durmak da bir nevi kaçıştır.
13.09.2017
yazmak
paul auster
yazarların çoğu çifte yaşam sürer. akıllı uslu mesleklerde iyi para kazanıp yaşamlarından çaldıkları zamanı yazıya ayırırlar: ya sabahın kör karanlığında ya gece geç vakit ya hafta sonları ya da tatillerde yazarlar.
william carlos williams ve louis-ferdinand celine doktordu. wallace stevens bir sigorta şirketinde çalışırdı. t.s. eliot önce bankerlik, sonra yayıncılık yaptı.
bir yazarın üniversiteye kapanmasını, çevresini kendisi gibi düşünen insanlarla doldurmasını, rahata ve kolaycılığa alışmasını da ilke olarak yanlış buluyorum. böyle bir ortam, insanı kendinden ve yaşamından hoşnut olacağı bir rehavete sürüklemek tehlikesini doğurabilir ve bir yazar o rehavete gömülürse, artık işi bitmiş demektir.
fulke greville: "ben, kara öküzün çiğnediği insanlar için yazıyorum."
para hiçbir zaman yalnızca para demek değildir. para her zaman bir başka şeydir, her zaman daha başka bir şeyler demektir ve son sözü de hep o söyler.
yaşamın bir noktasına gelince bir de bakıyorsun ki, ölülerle geçirmiş olduğun zaman dirilerle geçirdiğinden daha çok.
uykuda sevilen kızlar
en insanlık dışı evren bile alışkanlığın zoruyla insancıl hale gelir.
bu dünyanın karanlıklarında binlerce ahlaksızlık gizlidir.
erkeği "şeytanlar alemi"ne sürükleyen, görünüşe göre, kadın vücududur kesinlikle.
"kadın sonsuz bir yaratıktır."
bir kadın yaşamındaki büyülü sırrın çok az şey olduğu yolunda bir duygu gelmişti içine.
egushi gibi altmış yedi yaşında bir erkeğin, bütün kadınları birbirine benzer saymaya hakkı vardır.
12.09.2017
nafile insanlar
bütün bir akşamüzeri benimkiler iş güç konuşmalarıyla bana işkence etmişlerdi ve beni durmadan ikna etmeye çalışmak ya da asıl konuşulması gereken konularda tamamen susmak suretiyle, başlarına gelmiş bir bahtsızlık olduğumu kafama kakmışlardı.
onlara ve yapıp ettiklerine, işlerine güçlerine ve düşüncelerine karşı olmayı âdet haline getirmişim, bunlar benim de parçammış oysa. onların düşünce biçimlerini didik didik etmeyi, alaya almayı, yıkmayı, yok etmeyi âdet haline getirmişim. onları didik didik etmek, yıkmak, yok etmek için elimden geleni ardıma koymuyormuşum. gece gündüz demiyor bunu düşünüyor ve daha sabah gözümü açar açmaz onlarla zıtlaşıyormuşum. hasta ve dolayısıyla zayıf olan ben değilmişim, öyle dediler, hasta ve zayıf olan onlarmış, tepelerine binip onları güden benmişim, tersi değilmiş; baskıcı benmişim, onlar zıtlaşmıyorlarmış benimle, ben zıtlaşıyormuşum.
kendimi bildim bileli duyarım bu lafları. doğduğum andan beri onlara karşıymışım, daha konuşmayı bile bilmeyen, durmadan gözlerini dikip onlara bakan kötü bir çocuk olarak bile varlığımı kafalarına kakmışım, ikiyüzlü korkunçluklarını. gözlerini dünyaya ilk kez açan çocuk halim bile onları sarmışmış; çünkü onlara karşıymışım.
daha hayatımın ilk anlarında bile güdüsel olarak her şeyimle onlara cephe almışım, olup biteni idrak etmeye başladığımda büyük bir kararlılık ve umarsızlıkla sürdürmüşüm bunu. onların yıkımı olmuşum, öyle dediler bugün yine, bense onlara durmadan diyorum ki, asıl siz benim yıkımım oldunuz, beni peydahladığınız noktadan beri de mahvetmeyi sürdürüyorsunuz. benimkiler bana karşı suçlular diyorum her konuda ve her hususta, ben böyle diyorum, onlar da tam tersi her konuda ve hususta her zaman benim onlara karşı suçlu olduğumu söylüyor, düşünüyor ve davranışlarında bunu kesintisiz olarak belli ediyorlar. böyle güzel bir yere ve böyle güzel bir eve doğmuş, yerleşmişim onlar sayesinde, durmadan bunu söylüyorlar; ama hiç aralıksız onları küçümsüyor, horluyormuşum.
sözlerimin her biri bu küçümseme ve horlamayla doluymuş, başka bir şeyle değil, günün birinde bu yüzden öldürecekmişim onları; ama bana kalırsa asıl ben bir gün onların küçümseme ve horlamalarından ölüp gideceğim.
kütüphaneden kuleye giderken, kırk iki yıldır ellerinden kurtulamadığımı düşündüm, hayatımın kırk iki yılı boyunca onlardan kurtulmaktan başka bir şey düşünmemiştim oysa; onlardan el etek çekmek, bu hiçbir zaman mümkün olmadı, kısa süreliğine de olsa; çünkü onlardan el etek çekmek sözümona el etmek çekmek oluyordu, onlardan kurtulmaktan ise hiç söz etmeyelim; artık bunu aklımdan geçirmeye bile cesaret edemiyorum. bana gösterdikleri ilgi hep üzerime titrercesine olmuşmuş, ilgileri çok büyükmüş; ama ümitsizlikleri de, bana ilişkin, her zaman son derece korkunç oldu.
önümde o kadar çok yollar açmışlar, bunların hiçbirinden yürüyüp gitmemişim, bugün gene öyle dediler. benim için açtıkları ve yönünü işaret ettikleri yollar bana en uygun olanlarmış, bu yolları katettiğimi görmeyi çok isterlermiş ama ben kendi elimle bütün bu yolları ta en başından murdar etmişim. hiçbir zaman yol falan gitmek istemediğimi söylemiştim bir keresinde onlara; ama anlamazlıkları ve bu anlamazlıkları ile en utanmazca kumpaslara kalkışan alçaklıkları karşısında bunu dillendirmenin ne kadar nafile olduğunu hemen idrak etmiş ve bu herhangi bir yol gitmek istememe ifadesini bir daha tekrarlamak istememiştim. onlara yönelttiğim bütün ifadeler sadece anlamazlığa ve bu anlamazlıkla işleyen alçaklığa toslamıştı. ben de on yıllar boyu giderek daha az konuştum, sonunda sustum, onların da bana yönelik eleştirileri giderek daha pervasızlaştı.
kütüphaneye gitmiş ve raflardan felsefi bir kitap çekip almıştım, bir suç işlediğimin bilincindeydim; çünkü onların gözünde kütüphaneye girmek bile bir suçtu. hele raflardan bir kitap çekip almak çok daha büyük bir suç. onlardan ayrılıp kendi başıma kalmak istememin bile suç olarak değerlendirildiği düşünülürse.
encknah'da bir ev aldık demişlerdi, büyütecekler ve sonra bir yıl içinde on katı kârla elden çıkaracaklardı, rutzenmoos'da iki çiftliği birleştirmiş bir gecede otuz milyonluk kazanç elde etmişlerdi, öyle diyorlardı. zayıfların en zayıf düştükleri an harekete geçmek lazım demişlerdi masada, akıllılara daha da pervasız bir akılla bindirmek lazım, daha kalleşçe bir kalleşlikle. bu işlerden doğrudan bahsetmiyorlardı; yalnızca dolaylı olarak, kendilerince felsefi saydıkları bir şeyden söz ederken mesela, bildiğim üzere gerçekten de yazdığı her şeyi okudukları ama hiçbir şey anlamadıkları schopenhauer'in yalnız oluşu üzerine konuştukları gibi bahsediyorlar işten güçten, sadece öyle, aklın nasıl daha akıllı bir akıl tarafından kandırılabileceği üzerine falan.
çorbalarını kaşıkladılar ve yoldan geçen birini ısıran bir köpeği korumalarına aldılar ve köpekçe ikiyüzlülükle sadece işleri güçleri hakkında konuşmaya devam ettiler. annem babam ve kardeşlerim daima birlik oldular, her şeye ve bana karşı daima kumpas içinde oldular. biz seni her zaman sevdik, dedi bugün de anne babam, kardeşlerimse onlara gözlerini dikip hiç karşı çıkmadan dinlediler, ben onlarm benden nasıl ömür boyu nefret ettiklerini düşünürken, ben de onlardan ömür boyu nefret ettim doğruyu söylemek gerekirse, biliyorum bunu, bu konuda yalanım yok, uzun zamandır savaşıyorum bu konuyla.
deriz ki anne babamızı seviyoruz ama gerçekte onlardan nefret ederiz; çünkü bizi peydahlayanları sevemeyiz. mutlu insanlar değiliz çünkü, mutsuzluğumuz mutluluğumuz gibi bize inandırılmış bir şey değil, mutluluğa günbegün inandırıyoruz kendimizi; böylelikle yıkanıp paklanmaya, giyinmeye, ilk yudumu almaya, ilk lokmayı yutmaya cesaretimiz olsun diye. hayat her sabah kaçınılmaz biçimde hatırlatıyor bize çünkü, anababamızm bizi nasıl bir kendini beğenmişlik ve hatta peydahlama büyüklenmesi içinde peydahladığını ve sevinç ve fayda dolu olmaktan çok iğrenç, tiksindirici ve ölümcül olan dünyaya savurup oturttuğunu.
çaresizliğimizi bizi peydahlayanlara borçluyuz, sakarlığımızı, hayat boyu kurtulamadığımız zorlukları. başlangıçta şu suyu içmen yasak, o zehirli denilmişti, sonra şu kitabı okumamalısın çünkü o kitap zehirli. bu suyu içersen mahvolursun dediler, sonra bu kitabı okursan mahvolursun. seni ormanlara götürdüler, karanlık çocuk odalarına tıktılar ruhunu ezmek için, öyle insanlarla tanıştırdılar ki hemen anladın onların seni yok edeceğini. senin için ölümcül olan manzaralara baktırdılar seni. seni zindan gibi okullara attılar, sonuçta ruhunu çekip aldılar içinden, kendi bataklıklarında ve çoraklıklarında öldürmek üzere. böylelikle kalbin onlar tarafından daha erken bir zamanda kendi ritminden çekilip çıkarıldı, geri döndürülmez bir biçimde, doktorların dediği gibi hasta düştü sonunda; çünkü bu kalbe bir an bile huzur vermediler.
hatırladığın kadarıyla onları hep gözledin, yalancılıklarını algıladın, inceledin ve onlara her zaman nafile insanlar olduklarını söyledin, kabul etmek istemedikleri bir şeydi ama biliyorlardı ki, onları seyretmeye koyulduğum andan beri hep nafile insanlar oldular. utanmazdılar hep reddettikleri üzere, vicdansızdılar, kamu zararlısıydılar.
11.09.2017
alain-fournier
"cennet'i bir kez de olsa görmüş olan biri, herkesin yaşadığı hayata nasıl katlanabilir, nasıl uyum sağlayabilir artık?"
lakanal lisesi öğrencisi alain-fournier, 1 haziran 1905 günü "yaşlı bir kadının koluna girmiş, sarışın, uzun boylu bir genç kız" gördü seine nehri kıyısında yürürken. birkaç gün sonra genç kızla konuşma olanağı buldu, ona adını söyledi; tasarılarını, umutlarını, düşlerini anlattı. ancak daha çocuk denecek yaşta olduklarını ileri süren genç kız, alain-fournier'den kendisini bir daha aramamasını istedi. birkaç gün sonra da, tatili bittiği için, geldiği toulon'a döndü.
alain-fournier, yürekten bağlandığı, hiçbir zaman unutamadığı, kendisi için sürekli acı kaynağı olarak kalan bu "uzun boylu, sarışın" kızı, adsız ülke'nin genç kızı yvonne de galais'nin kişiliğinde ölümsüzleştirdi. yazar, sekiz yıl sonra, genç kızın artık evli ve iki çocuk annesi olduğunu öğrenmesine karşın, jacques riviére'e gönderdiği mektubunda şöyle yazar:
"gerçekten, gerçekten, yeryüzünde bir tek o içimdeki fırtınaları dindirip barış sağlayabilirdi; ama artık olanaksız."
alain-fournier, birinci dünya savaşı çıkınca, 1914 yılının ağustos ayında teğmen rütbesiyle askere alındı ve 22 eylül 1914 günü cephede vurularak öldü.