31.01.2022
uzun lafın kısası
30.01.2022
edebiyat dergileri
gazete idarehanesinde biriken edebi dergilerin yapraklarını karıştırıyorum. bunlar içinde güngörmüşleri, gençleri ve henüz yeni yayına başlamış olanları var. fakat kapakları çevrilerek içeriklerine göz atılınca derhal aralarındaki yaş farkları siliniyor ve hepsi de insana yeknesak bir buruşuk çehreyle bakıyor. aynı şeyşeri aynı tarzda söylemek için bu kadar nesillerin birbiri arkasından gelmesine ne lüzum vardı?
bu mecmuaların sayfalarını açan okur sanki yanlışlıkla viranede bir bodrumun kapısını aralamış gibidir. burun keskin bir çürüme kokusuyla ırışıyor ve kulak güya yer altında bir ölüyü gömmek ve ağlamak için toplanmış garip bir cemaatin iniltisi korkusuyla dikiliyor. bu keskin koku hangi leşten geliyor? şiirden! bu baykuş feryadını duyuranlar kim? şairler! her devrin şairleri!
bilmem bu muammayı nasıl halletmeli? bizde manzum sözle konuşanlar içinde hiçbir genç ve sağlıklı insan yok mudur? bunların hepsi de yaşlı, hasta, verem, sıracalı, kambur, kör ve topal mıdır ki sesleri yalnız ah ve inleme perdesinden yükseliyor, sevgilileri onları kovuyor, nişanlıları bırakıyor ve su, gece ve mehtap kendilerini mütemadiyen ölüme çağırıyor?
şiir bu tarzda bir inilti olmakta devam ettikçe şair kelimesi müthiş bir hastalığın ismi gibi sağlıklı insanları elbette korku ve tiksintiyle titretecektir.
ülkü
artık "genç şair" sayıldığım yıllar. beyoğlu'nda yürüyorum. galatasaray postanesi'nin önünde tarık'a (dursun k.) rastladım. yanında bir adam.
tarık bizi tanıştırdı.
adam "ülkü tamer"i duyar duymaz sırtını döndü bana, başını postanenin duvarına vurmaya başladı.
kalakaldım. adam bu defa da duvarı yumrukluyor. hem yumrukluyor hem "olamaz!" diye bağırıyor.
ilk kez gördüğüm biri. tek söz söyleyecek halim yok. şaşkınlıkla tarık'a baktım. tarık, "ben de bir şey anlamadım." gibilerden dudak büktü. sonra kolundan yakaladı adamı, "ne oldu?" diye sordu.
şöyle bir kendine geldi adam. "ne olacak?" dedi. "ege ernart'ı kız sanıyordum, erkekmiş. ece ayhan'ı kız sanıyordum, o da erkekmiş. son umudum ülkü tamer'di, karşıma böyle bir herif çıktı! ben kafamı duvara vurmayayım da ne halt edeyim!"
28.01.2022
deha
büyük bir eserin yaratılmasında çok defa tesadüfün yardımı olur. fakat bu tesadüf bütün lütufkâr şartlar dahilinde vuku bulmalıdır. bir tarlada tatlı ve kabak karpuzlar yetiştiği gibi her kafa sanata elverişli değildir. ve deha, karpuz gibi alnın ortasına birkaç fiske vurmakla anlaşılmaz. zihin ilk olarak yetenek, ikinci olarak eğitim ve öğretim, üçüncü olarak da heyecan ister. işte böyle hazırlanmış bir kafa, heyecan anında birden parlar. sanat, bütün sinirlerini sarsarak sanatkârın ruhuna nüfuzla sırlarını bir süzgeç gibi onun dimağından dışarıya akıtır. sanat sahasında kendini yaratıcı sanan birçok balkabakları vardır. boileau'nun dediği gibi, "bir ahmak kendi zekasına hayran bırakacak daima kendinden daha ahmağını bulabilir."
her ferde tabiat bir rol oynatır. bu hayat sahnesi üzerinde her insan bir oyuncudur. sanatkâr kendisinin hangi rol için yaratıldığını bilmeli ve bu yeteneğinin sınırları dahilinde mükemmelleşmeye uğraşmalıdır. hepimizde diğerlerinde bulunmayan bize özgü nitelikler ve vasıflar vardır. dahilerin çoğu kendilerinin ne olduklarını buluncaya kadar çok uğraşmışlardır. yetenekleri çerçevesinde kendilerini ilerletecek yolu bulamayarak sanatta ulaşmak istediklerine hasret kalanlar sayılamayacak kadar çoktur.
deha, bitmez tükenmez bir sabır isteyen ve hiçbir güçlük önünde ümitsizliğe kapılmayan bir kuvvettir diyorlar. fakat ne kadar uğraşsa da bir kurbağa öküz kadar şişebilir mi? doğal cüssesini geçmek için ısrarcı olduğu denemelerinin birkaçından sonra la fontaine'in hikâyesindeki hayvan gibi çatlamaz mı? mesele, sanatın gurur sahasında ne kadar şişebileceğimizi bilerek derecemizi aşırıp tehlikeye düşmemektedir.
bir tarife göre deha, bitmez tükenmez bir usanmazlıkla çalışmaya deniyor. eğer sadece usanmazlık ve çalışmak bu vasfı elde etmeye yeterli ise çift süren öküzler en büyük dahilerimizdir.
dostluk
sırf görünüşe bağlı dostluklar çabucak yok olur. kalıcı olanlar içsel münasebetler, samimi sevgilerdir ki bunlar da ilk bakışta ortaya çıkamaz.
dosta en büyük ihtiyacı olanlar çirkinlerdir. onlar bu yoksunluklarını bildiklerinden çirkinliklerini örtmek için ekseriya hünerler, faziletler edinmeye uğraşırlar.
cidden çirkin olanlar bu yaradılış kusurlarını değil herkese, kendilerine bile itiraf edemezler. herkes kendisinin beğenilecek bir tarafını mutlaka bulur. zekâlarıyla öne çıkmış akıl fikir sahibi kimseler bile bu hastalıktan kurtulamıyor. hele kızlar ne kadar yüzce düşkün olsalar kendilerine çirkin dedirtmemek için her sıkıntıyı, her türlü fedakârlığı göze almaktan çekinmezler.
27.01.2022
itiraf
jean meslier
insanların hatalarını, yolsuzluklarını, boş övünmelerini, deliliklerini ve yaramazlıklarını gördüm ve anladım. onlardan nefret ederim, onları hakir görürüm fakat insanlara acımaktan da geri duramam. yaşarken bunu söylemeye cesaret edemedim. ancak hiç olmazsa ölürken ve öldükten sonra bunu söyleyeceğim.
kardeşlerim, benim sevgimi, samimiyetimi bilirsiniz; inanışımı bayağı bir çıkara asla feda etmem. duygularıma bu kadar taban tabana zıt bir mesleğe girmiş olmam hırs ve açgözlülük yüzünden değildir, ana ve babama itaat ettim. eğer cezaya çarpılmaksızın yapabilseydim, sizi aydınlatmayı ve uyarmayı tercih ederdim.
hak şahidimdir ki, can gözleri kör edilmiş bir merhamet satın almak için büyük paralar getiren halkın safdilliğine gülenleri, bir hükümdara yakışırcasına aşağıladım.
bu tekel ne kadar iğrençtir! sizin alın teriniz ve zahmetiniz sayesinde semizlenenlerin kendi sırları ve batıl fikirleri için söyledikleri aşağılık duygusunu kınamıyorum. ancak bunların doymak bilmez hırs ve açgözlülüklerinden ve benzerlerinin körlük içinde tutmaya özendikleri halkın cehaletiyle alay etmekten duydukları büyük hazdan tiksinirim.
uğursuz dinî inanışlardan mümkün olduğunca az söz ettim. rahip olarak görevimi yapmam gerekiyordu. ancak kalben tiksindiğim bu dinî yalanları size söylemek zorunda kaldığım zaman, şahsen ne kadar rahatsız oldum!
tertemiz kalbiniz bende ne kadar pişmanlık acıları uyandırdı! herkesin önünde açıkça fikir ve kanaatlerimi söyleyerek gözlerini açmama çok az zaman kaldığı günler bin kere olmuştur. ancak bütün kuvvetlerime üstün gelen bir korku beni tutmuş ve ölünceye dek susmaya mecbur etmiştir.
26.01.2022
şaka
gerçekte kadınların ihtiyacı olan şey ölesiye dövülmek, tutsaklık ve karnı burnundayken yemek yapmaya zorlanmaktır. onu ensesinden ısır, onu süngüle; artık sonsuza kadar senindir. körüklemek istedikleri tek şey dipsiz bir mazoşizmdir; penis de bir tür silahtır düşünülürse. hayır, bu yaratığın özgürleşmesi bir şakadır. doğuştan kararsızdırlar, doğuştan köle; yine de aralarında bir yerlerde değişik olan, işi hakkıyla yapan biri, yalnızca bir kişi olabilir.
aşkta tam bir eşitlik, diye düşündüm. tanrım! yarın gidip kendime dünyanın en pahalı mikroskobunu, bir stradivarius, çilek ve bir araba alacağım. ama aşkta hiçbir zaman yeterli eşitlik yoktur. kadınlarla erkekler arasında eşitliği sağlamak için sözleşmeye oturmamız gerekir -daha alçak gönüllü bir hedef.
esasen kadınlar kendilerine tecavüz edilmesini, zorla sahip olunmasını istiyorlar. taş devri'nden beri pek fazla değişiklik olmadı. öte yandan kabileye çocuk doğurma sorumluluğuyla, çiftleşmenin biyolojik zorunluluğuyla ağır bir vicdan yükü geliştirmişler. buna gerçekten boyun eğebilmek için bu işi günahı tamamen ortadan kaldıracak biçimde yapmaları gerekiyordu. başka bir deyişle vicdanlarını rahatlatabilmek için hissizleşecek derecede korkmaları gerekiyordu. o zaman bizim varsayımsal don juan'ımız bu uyuşturma yeteneğine sahipti. kokusuyla onları korkutup teslim olmalarını sağlıyordu.
bin kişi
25.01.2022
din
sevan nişanyan
"yazık kuran-ı kerim hakkında en ufak bir bilgiye sahip değilsin üstelik düşmanlık yapıyorsun yazık allah'tan kork sonsuz azap mı çekmek istiyorsun?"
1. kerim olduğunu iddia ettiğiniz kuran hakkında tahminimce sizden epey daha fazla bilgi sahibiyim.
2. var olmayan şeylerden korkmak için bir sebep göremiyorum, ayrıca bir şeyden veya birinden korktuğum için fikirlerimi değiştirmeyi ahlaksızlık sayarım.
3. benim çekeceğim veya çekmeyeceğim azaptan size ne?
"dine safsata, peygambere şarlatan diyorsunuz, sanki inançlı insanların hepsi kör kütük cühela ordusu. bu dine yeryüzünde inanan yüz binlerce üniversite mezunu var. binlerse bilim adamı on binlerce zeki insan var, onlar da mı cahil? bu din zorbaların eline, cahillerin eline düşüp zorbalık aracı olmuşsa suç dinin mi insanların mı?"
1400 sene boyunca başat işlevi zorbalık ve cehaleti beslemek olmuşsa, referans gösterdiği kitap cehalet ve zorbalık övgüsü ile doluysa, peygamber saydığı kişi bir zorbalık kariyerinin temsilcisi ise, heyhat, o dinin diğer işlevleri bunların gölgesinde kalır. yoksa şirazlı hafız'dan ben de hoşlanırım, süleymaniye de fena bina sayılmaz.
"sizce bir insan neden ateist olur?"
aklın ve vicdanın sesini dinlediği için. yalana ve zorbalığa boyun eğmeyi onuruna yediremediği için.
"evrim teorisi temelli ateizm" savunuculuğu hakkındaki görüşleriniz nelerdir?
evrim teorisi ateizmi temellendirmez. ama teistlerin teizm lehine güçlü bir arguman zannettikleri genetik tasarım olgusunu, "tanrı" hipotezine gerek kalmadan, çok şık bir şekilde açıklar. bu anlamda, teizme vurulmuş en etkili darbelerden biridir.
"hocam teoloji sempozyumunda, bilinemezci bir yaklaşım sergilemiştiniz. fakat neden kendinizi bir agnostik yerine ateist olarak tanımlıyorsunuz?"
bilinemezcilikten kastın "bilmiyorumculuk" ise, katiyen orada değilim. tanrı fikrinin absürd bir şey, bir hurafe olduğunu pekala biliyorum. bilinemezciliği asıl felsefi anlamıyla kullanıyorsan, emin ol ki "ateizm" adı verilen şeyden daha radikal bir felsefi duruştur. "bildiğini söyleyenlerin her dediği yalandır" anlamına gelir.
"eleştirilerinizde islam'ı vurgulamanız islam'ın hakimiyetinde olmamızdan mı kaynaklanıyor yoksa islam benim göremediğim bir biçimde diğer öğretilerden hakikaten daha mı zorba?"
içinde yaşadığım toplumda ve diyalogda olduğum çevrelerde budizmin zorbalığı gündemde değil; islam'ın zorbalığı gündemde. ister istemez gündem, konularımızı belirliyor. yaptığınız gözlem doğru: doktrinin akılcı ve insancıl olması, o doktrin üzerinde fanatizmin kurulamayacağı anlamına gelmiyor. maamafih bazı doktrinler, sonucu ne olursa olsun, sanki diğerlerinden daha akılcı ve insancıl gibi. islam için aynı şeyi söyleyemeyeceğim. temelinden problemli bir öğreti.
"inanmanın bi ihtiyaç olduğunu düşünüyorum. insanlar bir şeylere inanmak istiyor. burada din devreye giriyor ve bu boşluğu dolduruyor. ne dersiniz?"
inanç dediğiniz şey sadece özel fanteziniz olsa hiç merak etmeyin, kimse size dokunmaz. en yakınlarınız dışında da kimse sizi eleştirmez. papua yeni gine yerlilerinin inancını eleştirmiyoruz mesela, doğru bulduğumuzdan değil, insanlara saygımızdan. bana tecavüz etmeyen birinin inancına neden laf atayım? x dinine inananların inançlarıyla değil ki derdimiz. o inanca referans vererek giriştikleri zorbalıkla.
"risale-i nur anlaşılabilir bir kitap mı? okuduğunuzda ne kadarını anlayabiliyorsunuz? sizce vakit harcanarak okunmaya değer bir külliyat mı?"
skolastik metinlerin kendine özgü bir lezzeti vardır, anlamlı olması gerekmez, alıştıkça iptila yapan bir tür düşünce sistematiğidir. ben meraklıyım o cins literatüre. risaleinur çok ilgimi çekmedi, ama muhtemelen yeterince vakit ayırmadığımdandır.
"kur'an içerisinde çok önemli bilgilerin şifrelendiği söyleniyor bilimle ilgili çıkarimlar yapanlar ve bu konuda araştırma enstitüleri dahi kuranlar var. bu konuda ne düşünüyorsunuz gerçekten gizemli bir kitap mı?"
şifre bulma niyeti olduktan sonra, 1400 sene çalışırsan eminim yılmaz özdil'in yazılarında da ne gizli anlamlar, ne matematiksel şifreler bulursun.
"sizce bilimden ilimden gittikçe uzaklaşan cemaatleşen bir türkiye ilerde insanlığın başına dert mi olur?"
hani cemaatler yokken türkiye ilim bilim yuvasıymış da şimdi bozuluyor gibi konuşmuşsun. bu ülkede ilim bilim yüzyıllardır sıfırda. bundan kötü olacak hali mi var? bence toplumsal özgüven meselesidir. özgüven arttıkça bilimde de, sanatta da, siyasette de yaratıcı fikirleri ortaya atma cesareti olan insanlar ve kurumlar türeyecektir.
"hocam eyvallah dinler insan ürünü, ama niye dünya denilen bu yerdeyiz, sonumuz ne olacak vb. sorular kafamı kurcalıyor ne tavsiye edersiniz?"
edebiyat oku. felsefe oku. tarih oku. binlerce senedir akıllı insanlar bu konularda neler neler üretmişler. kendine peygamber süsü veren üç beş şarlatanla sınırlı değil piyasa.
24.01.2022
yazma sanatı
özel bir şeyi kavramak ve yazmak sanatın asıl amacıdır.
benim odamda kanepe yoktur, ben eski ahşap sandalyemde otururum hep. kafamı yaslamak için sandalyeme bir tür arkalık eklettireli daha birkaç hafta oldu. rahat ve zevkli mobilyaların olduğu bir ortam düşünmeme engel olur, beni keyifli ama edilgen bir duruma sürükler. ihtişamlı odalar ve şık ev gereçleri, düşünmeyen ve düşünce sahibi olmaktan hoşlanmayan insanlar içindir.
yazarın hedefine giden adımları atması yeterli olmaz; atılan her adımın hem hedefe, hem de ileriye doğru atılan bir adım olması gerekir.
benim kitaplarım popüler olamaz. kitle için yazılmamışlardır; benzer şeyler isteyen ve arayan, birbiriyle benzerlik gösteren tek tük insan için yazılmışlardır.
kağıt karşısında kendimi tümüyle özgür ve kendi egemenlik alanımda hissediyorum. düşüncelerimin yazınsal olarak gelişmesi benim tek zevkim ve asıl yaşamım. bana zevk veren birkaç sayfa yazmamışsam o güne yazık olmuş gözle bakıyorum.
edebiyatta gerçekten önemli ve saf olan şey yararlıdır; bu da ikinci bir evrenmiş gibi ortaya çıkıp ya bizi kendi seviyesine çıkarır ya da bizi küçük görür. buna karşılık yetersiz edebiyat, bize yazarın bulaşıcı zayıflıklarını benimseterek hatalarımızı arttırır. hem de bize hitap eden şeyi zayıflık olarak değerlendirmediğimizden bunun farkında bile olmayız.
edebiyatta iyi veya kötü olandan bazı yararlı dersler çıkarmak için, insanın düzeyinin oldukça yüksek olması, böyle şeyleri nesnel olarak değerlendirebilecek bir temelinin olması gerekir.
edebiyatın ve resim sanatının kuralları belli bir yere kadar anlatılabilir; ama iyi bir şair ya da ressam olmak başkasına aktarılamayacak bir dehayı gerektirir. basit bir ilk olguyu ele alırsak, onun sahip olduğu büyük önemi hissetmek ve onu ortaya koymak, birçok şeyi tüm boyutlarıyla gören üretken bir zeka ister; bu da çok mükemmel insanlarda bulunan çok nadir bir yetenektir.
bir şairin doğanın ona bahşettiğinden farklı biri olmasını sağlayamazsınız. onu farklı biri olmaya zorlarsanız onu yok etmiş olursunuz.
şair
22.01.2022
dökül ey yürek
cosette
sefaletin bir derecesinde, insanı adeta bir tayf kayıtsızlığı sarar; çocuklar göze ölü hayaletler gibi görünür. en yakınlarınız bile çoğu zaman sizin için gölgeden ibaret şekillerdir, hayatın bulanık zemini üzerinde ancak şöyle böyle fark edilirler ve kolayca yeniden görünmezliğe karışıverirler.
bazı cömert yaratılışlı insanlar vardır ki kolayca teslim olurlar. işte bu insanlardandı cosette. kadının yüce gönüllülüklerinden biri de boyun eğmesidir. aşk, kayıtsız şartsız bir hal aldığı bu yücelikte, iffetin bilinmez bir çeşit semavi körleşmesiyle karmaşık bir hal alır. ne büyük tehlikelere atılmaktasınız böylece, ey asil ruhlar! çoğu zaman kalbinizi verirsiniz siz, bizse bedeninizi alırız. kalbiniz size kalır ve siz karanlıkta ürpererek bakarsınız ona.
aşkın orta yolu yoktur; o, ya mahveder ya da kurtarır. bu ikilemden ibarettir insanın bütün kaderi. ya kurtuluş ya batış; hiçbir alınyazısı bu ikilemi aşk kadar amansızca koymaz ortaya. aşk, eğer ölüm değilse, hayattır. hem beşik hem de tabut. insan kalbinde evet diyen de hayır diyen de aynı duygudur. tanrı'nın yaptığı bütün şeyler içinde en fazla ışık ve yine en fazla karanlık yayanı insan kalbidir.
ne var ki, iffet sarhoşu yüreklerin haberi olmasa bile, unutulması imkansız tabiat daima oradadır. kaba ve ulvi amacıyla orada bekler ve ruhlar ne kadar masum olurlarsa olsunlar, en edepli baş başa konuşmada bile, sevdalı bir çifti iki dosttan ayıran o hayran olunası esrarengiz nüansı hisseder insan.
heyhat! kimin başından geçmemiştir ki bütün bu şeyler? bu masmavi semadan çıkmak saati niçin sonunda gelip çatar ve de niçin hayat bundan sonra da sürüp gider? sevmek, düşünmenin yerini alır adeta. aşk, geri kalan her şeyi hummalı bir unutmadır. o halde, varın ihtirasta mantık arayın. gök mekaniğinde mükemmel geometrik şekil olmadığı gibi, insan kalbinde de mutlak bir mantık silsilesi yoktur.
ihtirasın, mutlu ve saf olduğunda, insanı mükemmelleşmeye götürdüğünü sanmak hatadır; gördüğümüz gibi, onu sadece unutkanlığa götürür. bu durumda, insan kötü olmayı unutur gerçi; ama iyi olmayı da unutur. minnettarlık, vazife, önemli ve rahatsız edici anılar dağılıp gider.
20.01.2022
bilinç
bilinç, insanın kendi içine yerleştirdiği köle sürücüsüdür.
bir başkasıyla simbiyotik bir ilişkiye girme itkisine yol açan şey, her zaman için, bireysel özün yalnızlığına dayanma yetisinden yoksunluktur.
erk tutkusu güçlülükten değil, zayıflıktan doğar.
kendi düşüncelerimizi dile getirme hakkı, sadece eğer kendimize ait düşüncelere sahip olabilme yetisine sahipsek bir anlam kazanır.
özgürlük; tümel, bütünleşmiş kişiliğin kendiliğinden etkinliğinden oluşur.
"eğer kendim için değilsem kim benim için olacak? eğer sadece kendim içinsem neyim ben? şimdi değilse ne zaman?" (talamud)
yaşamın sadece tek anlamı vardır: yaşama ediminin kendisi.
görüşler etkili birer güç olabilir; ama sadece belli bir toplumsal kişilikte belirgin olan özgün insanca ihtiyaçlara yanıt verebildiği ölçüde.
hiçbir dönemde sözcükler gerçeğin gizlenmesi için günümüzde olduğu kadar çok ve yanlış kullanılmamıştır.
toprak
özgür ve net bir şekilde sahip olduğunuz bir toprak parçasında bulunmakla kıyaslanabilecek hiçbir şey yoktur. hiç kimse sizi oradan çıkmaya zorlayamaz, hiç kimse onu sizden alamaz, bu toprakla ne yapacağınızı hiç kimse söyleyemez. toprak size aittir ve her kaya, çimlerdeki her ot, her ağaç, dünyanın merkezine kadar tüm su ve toprağın altındaki tüm mineraller de size aittir. eğer dünya giderek daha kötü bir hal alırsa -öyle oluyor gibi görünüyor- herkese güle güle diyebilir, kendi arazinize çekilebilir, çalışıp geçiminizi sağlayabilirsiniz. arazi size aittir ve sonsuza kadar sizindir.
18.01.2022
devlet
devleti gördükçe, devletle yüzleştikçe karar veriyorsun: ya o tarafta oluyorsun ya bu tarafta.
behiç aşçı: bu ülkede hukuk ve adalet yoktur.
tecrit, insanı insandan ayırma politikasıdır. sadece cezaevlerinde değil her yerdedir, bütün hayatı kaplamıştır.
"ölümden hayat doğmaz." ama her yöntem her koşulda etkili olmaz. 2000'ler türkiyesinin siyasal-toplumsal ortamında, karşınızda çocuklarını yemekten, kurban etmekten hiçbir zaman çekinmemiş bir egemen güç, tahakkümü yöntem edinmiş bir devlet varken ve toplumsal vicdan, özellikle 1980'lerden sonra bunca sindirilip köreltilmişken, ölüm oruçlarının etkili olamayacağı daha baştan belliydi. bunu zorlayan örgütsel yapılar da, en az devlet kadar, insanı sadece bir araç, namluya sürülmüş mermi kabul eden zihniyette olunca, açlık grevleri ve ölüm oruçları, mücadele yöntemi olmaktan çıkıp cinayete dönüştü.
şükrü erbaş: operasyondan hemen önceki günlerde, geniş bir aydın sanatçı grubu, cumhurbaşkanı ahmet necdet sezer ile görüştük. bir saatten fazla sürdü. cumhurbaşkanı ne kadar mülayim, incelikli ise, f tipi söz konusu olunca o kadar sessiz kaldı. sadece adalet bakanı'na iletebileceğini söyledi. zaten bizim umudumuz da bu görüşmeden sonra kırıldı.
"babalar, askerlikten olsun, memurluktan olsun, devletle yüz yüze kalan insanlar. bu yüzden eylemlerde hep çekingen dururlar. annelerin hayatı hep dört duvar arasında geçtiği için devleti de, polisi de bilmezler. o yüzden eylemlerde hep pervasızdırlar. gider, eylem yapar gelirler."
bu, insana dair ve ulusu olmayan bir hınçtır: en derin yara, yaranın hikâyesi duyulmadığında alınandır. en vahşi vietnam, en kanlı filistin, en kederli lübnan, en kırık diyarbakır, yanık sivas, en ağıtlı küçükarmutlu, en hazin mamak, hikayelerin anlatılmadığı yerlerde kurulur.
hiyeroglif
champillon'dan yaklaşık beş bin yıl kadar önce tanrı thot, teb şehrine gitti ve mısır kralı thamus'a yazma becerisini armağan etti. ona bu hiyeroglifleri açıkladı ve yazının kötü hafızayı ve az bilgeliği tedavi etme konusunda en iyi ilaç olduğunu söyledi.
kral armağanı geri çevirdi:
"hafıza mı? bilgelik mi? bu buluş unutkanlığa neden olacaktır. bilgelik özde olur, onun görüntüsünde değil. başkasının hafızasıyla insan hatırlayamaz. insanlar kaydedecek ama hatırlamayacaklardır. tekrarlayacak ama yaşamayacaklardır. birçok şeyi keşfedecek ama bunların hiçbirisini gerçekten tanımayacaklardır."
16.01.2022
kuruntu
herkes, her gittiği yerde, rahatlatıcı bir kanılar bulutu ile sarılmıştır; bu kanılar, yazın uçuşan sinekler gibi, kendisiyle beraber hareket eder. bunların bazıları kişiseldir; kişiye, kendi erdemlerinden ve üstünlüklerinden, arkadaşlarının sevgisinden ve tanıdıklarının saygısından, mesleğinin parlak geleceğinden, pek de iyi olmayan sağlığına karşın tükenmeyen enerjisinden söz ederler. onun ardından ailesinin olağanüstü yüceliği hakkındaki inançlar gelir. daha sonra, ait olduğu toplumsal sınıf hakkındaki inançları gelir. ulus konusunda da, hemen herkes kendi ulusu hakkında rahatlatıcı kuruntular besler.
bazı aşağılamalara maruz kalmış bir kişi kendisinin ingiltere kralı olduğu yolunda bir kuram benimser ve kendisine bu yüce konumunun gerektirdiği saygı ile davranılmamasını mazur göstermek için de zekice işlenmiş bir sürü açıklama icat eder. bu örnekte, komşuları onun bu hayallerine sıcak bakmazlar ve kendisini bir tımarhaneye kapatırlar. fakat o kendi büyüklüğünü değil de ulusunun veya sınıfının veya mezhebinin büyüklüğünü ileri sürerse, görüşleri, dışarıdan bakan tarafsız bir kişiye tımarhanede karşılaşılanlar kadar abes gelse bile, birçok yandaş kazanır; bir siyasal veya dinsel -veya askeri- önder olur. bu yolla, kişisel delilikle benzer kuralları izleyen bir toplumsal delilik gelişir.
kendini ingiltere kralı sanan bir deliyle tartışmanın tehlikeli olduğunu herkes bilir; fakat tek başına olduğu için onun hakkından gelinebilir. bütün bir ulus bir kuruntuya kapıldığı zaman, savlarına karşı gelindiğinde kapıldıkları öfke tek bir delininkiyle aynıdır; fakat o ulusun aklını başına getirecek tek şey savaştır.
şiir
orhan veli: teşbih, eşyayı olduğundan başka türlü görmek zorudur. yazının peyda olduğu günden beri yüz binlerce şair gelmiş, her biri binlerce teşbih yapmış. hayran olduğumuz insanlar bunlara birkaç tane daha ilave etmekle acaba edebiyatımıza ne kazandıracaklar? teşbih, istiare, mübalağa ve bunların bir araya gelmesinden meydana çıkacak bir hayal zenginliği, ümit ederim ki tarihin aç gözünü doyurmuştur.
nazım hikmet: ben şiirde realiteyi bütün mürekkepliği, mazi, hal, istikbal unsurlarıyla ve hareket halinde veren bir realizme ulaşmak istiyorum. fakat hala ulaşamadım. birçok yazımın realizmi tek taraflıdır. bundan dolayı da çok defa fazla haykıran bir "propaganda" edası taşıyorlar. bu hatamı anladım. yeni verimlerimde bu hataya bir daha düşmeyeceğim. cihanı görüş, anlayış bakımından değil, bu cihanı görüş ve anlayışın sanattaki tezahürü bakımından telakkilerim bir hayli değişti.
14.01.2022
bir ulus nedir?
bir ulusal hukuku hangi ölçüt üzerinde kurmalıyız? hangi işaretle onu tanıyacağız? elle tutulur hangi olaya dayandıracağız?
birçoğu kendinden emin olarak ırka, diyeceklerdir. saf bir ırkın olmadığı gerçeğinin ışığında politikayı etnik incelemeye dayandırmak, onu bir düşleme dayandırmak demektir. en soylu ülkeler olan ingiltere, fransa ve italya kanın en karışık olduğu ülkelerdir. almanya bu konuda istisna mıdır? saf germen olan bir ülke midir? ne yanılgı! tüm güney galyalıdır. tüm doğu elbe'den itibaren slav'dır. kökende temel olan ırk olgusu her zaman önemini yitirerek varlığını sürdürür. insanın tarihi zoolojiden öz olarak farklıdır. kemirgenlerde veya kedilerde olduğu gibi ırk insanda her şey değildir ve insanların kafataslarını elleme ve daha sonra "sen bizim kanımızdansın; bize aitsin!" diyerek onları sıkıştırma hakkı yoktur.
ırk hakkında söylediğimiz şeyi dil hakkında da söylemeliyiz. dil birleşmeye çağırır; ama buna zorlamaz. abd ve ingiltere, ispanyol amerikası ve ispanya aynı dilleri konuşuyorlar ama tek bir ulusu oluşturmuyorlar. aksine isviçre, farklı bölümlerinin rızasıyla oluştuğu için üç veya dört dile sahiptir. insanda dilin üstünde bir şey vardır, bu da istençtir. dillerin çeşitliliğine rağmen isviçre'nin birleşme istenci, çoğu zaman aşağılanmalar sonucu elde edilen dil benzerliğinden çok daha önemli bir olaydır. dillere verilen politik önem, onlara ırkların belirtileri olarak bakılmasından kaynaklanmaktadır. hiçbir şey bu kadar yanlış olamaz. diller, onları konuşanların kanı üzerinde çok az şey söyleyen ve her durumda, yaşam ve ölüm için bağlanılan aileyi belirlemek söz konusu olduğu zaman insan özgürlüğünü susturamayan tarihsel oluşumlardır.
din de modern bir ulusallığın kuruluşu için yeterli bir temel oluşturamaz. din kökeninde, toplumsal grubun varlığına bağlıdır. günümüzde, durum tamamen açıktır. tek biçim inanışa sahip kitleler artık yoktur. her birey, yapabildiği ve istediği biçimde kendine göre inanmakta ve inancını uygulamaktadır. artık devlet dini yoktur; katolik, protestan, musevi, dinsiz olarak fransız, ingiliz, alman olunabilir. din, kişisel bir şey haline gelmiştir; herkesin bilinci ile ilgilidir.
coğrafyanın, doğal sınırlar olarak adlandırılan şeyin, kuşkusuz ulusların ayrımında önemli bir payı vardır. coğrafya, tarihin temel faktörlerinden biridir. bununla birlikte bazılarının inandığı gibi, bir ulusun sınırlarının haritada çizildiğini ve bu ulusun, bazı sınırları yuvarlaklaştırmak için, "a priori" bir tür sınırlayıcı yeti atfedilen bir doğa, bir nehre ulaşmak için zorunlu olan şeyi zapt etmek hakkına sahip olduğunu söyleyebilir miyiz? bundan daha keyfi ve kötü bir doktrin bilmiyorum. bununla tüm şiddet eylemleri meşrulaştırılıyor. ve öncelikle, bu sözde doğal sınırları oluşturanlar dağlar veya nehirler midir? dağların bölgeleri ayırdığı tartışılmaz bir olgudur; ama nehirler daha çok birleştiriyorlar. ve üstelik dağların hepsi devletleri birbirinden ayıramaz. hayır, ne toprak ne de ırk bir ulusu oluşturamaz. toprak, çalışma ve savaşım alanını verir; insan, ruhu verir.
bir ulus bir ruhtur, tinsel bir ilkedir. aslında tek bir şeyi oluşturan iki şey bu ruhu, bu tinsel ilkeyi inşa eder. biri geçmişte, diğeri şimdidedir. biri, anıların zengin bir mirasının ortak mülkiyetidir; diğeri, şimdiki onaydır, birlikte yaşama isteğidir, bölünmez bir biçimde alınmış mirası değerlendirmeyi sürdürme istencidir. insan hemen oluşmamaktadır. ulus birey gibi, çabaların, özverilerin ve adamaların uzun bir geçmişinin ulaştığı noktadır. ataların dini hepsinden daha meşruydu; atalarımız bizi olduğumuz gibi bırakmıştır. büyük insanların, onurun kahramansal bir geçmişi, işte ulusal bir fikrin oturduğu istence sahip olmak; birlikte büyük şeyler yapmış olmak, daha fazlasını yapmak istemek, işte bir halk olmak için temel koşullar. kabul edilen özveriler ve çekilen acılar oranında sevilir. inşa edilen ve sonraki nesillere bırakılan ev sevilir. ıspartalıların şarkısı: "sizin daha önce olduğunuz şeyiz; şimdi olduğunuz şey olacağız." yalınlığı içinde her vatanın kısa ezgisidir.
geçmişte, paylaşılmış gurur ve özlemler, gelecekte gerçekleştirilecek ortak bir program, birlikte acı çekmiş, eğlenmiş, umut etmiş olmak, işte stratejik düşüncelere uygun sınırlardan ve ortak gümrük kapılarından daha geçerli şeyler, işte ırk ve dil farklılıklarına rağmen anlaşılan şeyler. biraz önce "birlikte acı çekmiş olmak" demiştim; evet acı, sevinçten daha iyi birleştiriyor. aslında ulusal anılar, matemler zaferlerden daha geçerliler; çünkü görevleri dayatıyorlar; birlikte çaba gösterilmesini emrediyorlar.
o halde bir ulus, yapılmış ve hala yapılmaya hazır olunan özveri duygusu tarafından oluşturulmuş büyük bir dayanışmadır. bir geçmişin varlığını varsayar; buna rağmen şimdideki elle tutulur bir olayla özetlenir. ortak yaşamı sürdürmek için açıkça ifade edilmiş istek, onay. bir ulusun var oluşu, bireyin var oluşunun yaşamın sürekli bir onayı olması gibi, bütün günlerin bir plebisitidir.
dişi kaplan
bilmez ki acınası insanlar, sevmek bir yana, en yüksek mabutları diye yalvar yakar oldukları sevgililerinin ve kadınlarının adlarıyla ne büyük bir uğursuzluğu üzerlerine çektiklerini. onlara dair öylesine çok hayal kurar, öylesine çok neşe ve hodpesentlikle üzerlerine düşerler ki, sonunda pek kırılgan temeller üzerinde duran aşkları yerle bir olup mutsuzluk ve ıstırap denizinde yitip gider.
buhur diye sımsıcak gözyaşlarını, buhurdan diye pişman yüreklerini, kutsal ekmek ve kurbanlık diye esrik ruhlarını, dua diye içten yeminlerini, ilahi diye aşk dolu sone ve madrigallerini, resim diye soluk ve ezilmiş çehrelerini sundukları, sungu olarak da ne soğuktan korkan ne de sıcaktan kaçan, geceden ürkmeyen, gündüz ise yolunu şaşırmayan, acıya ram olmayan, kaçmayan, alay etmeyen, haksızlığa göz yummayan, kendi çıkarları söz konusu olan kişilerin kör ve ölü gibi sağır olması biçimindeki hakaretlerine aldırış etmeyen, zararları tartmayan, kin duymayan bir köpek gibi yaltaklık ettikleri kadınlar onların ilahlarıdır.
göksel mabutları, üçüncü göğün tanrıçaları, cennetten inmiş güzellik tanrıçaları, güzel ve sevimli perileri, diana'nın bakireleridir.
onlar bu yırtıcı hayvanların peşinden gitmek, kendilerini onlara ganimet gibi teslim etmek, kendilerini bu dişi panterlerin köleliğine adamak, bu dişi kaplanları sevmek istiyor.
12.01.2022
entelektüel serseri
bir bodrum kat garajının önündeki yükseltiye oturmuş, alaca karanlık bir lokantadan sigara almaya giden erkek arkadaşını bekliyor, dizinde onun ceketi. ikisi, sonuna dek seyretmeye dayanamadıkları bir filmden çıkmışlardır. şimdi adam, yine bir kavgaya tutuştuğu lokantadan sendeleyerek çıkar, yeniden kapıya bir yarım döner ve lokantacıya yine ağzına geleni söyler. sonra hızla sokağa süzülür, kapıyı ardından sıkıca kapatır. gömleğinin kollarını indirirken: "işte bu kadar!" der. lokantacı kapıyı açıp edepsizce tehditler savurur. ardından kapıyı öyle bir öfkeyle kapatır ki kendi binasının kapısı olduğu halde, sanki karşı tarafın kırıp dökme isteğini yerine getiriyormuş gibi görünür. kapı dışarı edilen, yalnızca bir omuz silker ve hafiften kıkırdar. sonra ötekini gülünç düşüren en galiz küfrünü, en yüksek sesle havaya boşaltır; ötekinin kulağına ulaşmaz ama.
"nereye gitsek küfrediyorsun" der genç kadın, "şimdi senin o aptal sigaran için yine bir başka yere gitmek zorundayız."
adam, öfkeyle: "ama öyle bir sürü barbar başıboş bırakılmaz ki!" der, kadının kucağına atılmış ceketini alır.
"o batakhanede elbette bir sürü barbar bulursun. tabii ya ne olacaktı? başka ne bekliyorsun? zaten daha baştan bile bile öyle bir batakhaneye giriyorsun, orada nasıl olsa sataşacak birini bulursun diye."
"bir de sen başlama!" diyerek adam, tehditten ziyade bozuk çalar biçimde kadının sözünü keser.
"sen var ya, filozof gibi bir kavga keçisisin. kolayca kızışıp hemen zıvanadan çıkıyorsun." sözü tam kesilmeden bu lafı da illa yetiştirmeliydi. topluca bir genç kadındı, boz gri dağınık dalgalı saçları vardı, tıklım tıkış dolu bir salona konuşuyormuş gibi yüzünü hep onun üstünde tutan bu entelektüel serseriyle çıkmaktaydı.
"sana nasıl sarılıp seni nasıl öpmem gerektiğini bilemez oldum. sırf ölü kamera gözler önünde görünmek için çiftleşen insanların aşağılık gösterişleri benim cinsel duyarlığımı berbat etti, düzeyini düşürdü. bunalımlı kafaların keyifsizliğini çağrıştırıyorlar. o batakhanedeki barbarlar da tam bizim kaçarcasına kurtulduğumuz filme methiye düzüyorlar."
"daha geniş ufku olan, bakmaz geçer."
"nasıl olacak o? senin çıplaklığın da böyle bir filmden sonra benim gözümde, dökülen, şişirilmiş, tutuk, anlam yoksunu lümpen bir burjuva utanmazlık giysisine bürünüyor. hepsi reklam, salt bir put, beden yok artık, artık bulunmayan bir ticari meta için, duyumsal zevk için kendini tatmin reklamından ibaret. dehşet sarsmalı insanı, burjuva lümpen giysi içindeki -aslında çıplak!- gösteriden duyulan dehşet. ama belki de benim umudum çoktan uğursuzluğa yönelmiştir. dünyanın henüz hiç bilmediği bir imgeler akını. bizim üstümüze gelmeli o, bizim kendimizden bir şey geleceği yok artık. herkese öyle gelmeli ki ekranda bir pantolon fermuarı çözüldüğünde, sanki bir insanı kusarken görüyormuş gibi olmalı. dolaylılığın ve en ince nüansın ustası olma iddiasındaki bir sanatçı tam da bu en hassas, en kutsal alanda nasıl en gürültücü realist gibi hava atabilir?
ah, yalnızca ben, eli kolu bağlanmış zevkin çığlığıyım! dünyanın dönüşümü benimle uygun adımda olmadığı için öyle bir kayıp halindeyim ki! öğrenilenler kullanılamaz olmuş. daha çıraklık kursu bitmeden, zanaat bitip tükenmiş.
duyumsal merak, insan yüzünde, en azından bizim enlemimizdekilerin yüzünde, çok düşük bir rol oynuyor. son derece zayıf ve hizaya sokulmuş olarak geliyor görüntüye ve hemen hiçbir zaman da olduğu gibi çıkmıyor; öncelikle parlayan ve yüzlere can veren, toplumsal avantaj hırsı.
duyumsal zevk sorunu, en iyisi, bir süpermarketteki iki kasiyer kadının yaklaşan tatilleri üstüne konuşması fonda gösterilerek tartışılır; birbirine sırt dönmüş, cinsel organları üstünde oturan, malları tarayıcıdan geçiren ve müşteriye tek bir bakış bile lutfetmeyen iki kadındır bunlar. bizim için en merkezi, en yakıcı sorun olan duyumsal zevk sorunu, hiç önem taşımadığı, düpedüz duyumsuzluğun gündelik yaşama ve işlere egemen olduğu toplumsal zamanın muazzam kütlesine karşı iyice bir düşünülüp taşınılmalıdır. insanın gözü, eli beceriksizleşti; her çeşit güvenceden yoksun meraklı ruhu da beceriksizleşti. mağdurlar, maler-ruhlular, dostoyevski-ruhlular nerede? takıntılar, kavga verenler, kopmuşlar, sağaltım tutkunları, kışkırtılanlar, yürek parçalayıcı sancılarıyla ruh savrukları, neredeler? yok işte. çatlamaları kavraması gereken zeka dümdüz, sağlıklı bir karaciğerin aynası gibi kaygan. bir tek ben çıkıyorum sarsılmışların, dehşete uğramışların, ürküntü felçlilerinin bahçesine ve gül demetli yüceliğe doğru demecimi sunuyorum; ben, ışık geçiren adam.
çağ kırılması ve dönem çöküşü, böyle işte, tarih yutmuş bilinçlerle tükettik kendimizi. şimdi yeniden, önce sanatçılar olmak üzere, sonsuzun gündemini ele almalıyız. ki, tüm olanlarda yüceliğe doğru hareketi, anagog'u sorgulayalım.
varoluşun evinde gürültüyle mobilyalar kaydırılıyor. dehşet verici bilinçten daha dehşet vericisi gelemez. düşünülebilir tüm dehşetler. düşünülebilirden daha kötüsü yoktur. korkunçta, resmedilmiş ve önceden görülmüş gibi gelendir en korkunç. akıl hala yürekten konuşuyor, kötülüğün ve kaygının adını vererek konuşması garip bir şekilde hep daha canlı ve daha ustalıklı oluyor. ama yeryüzü güçleri çok az birikmekte ve şamataları bastırıyor zaten.
geç kaldık canım, geç kaldık. yeniyi zamansız anladık. şimdi yeni gerçekten ortalığa çıktığında ise bizim anlayışımız kullanımdan düştü. şimdi, tüm modeller uygulanıp bittikten, tüm heyecanlar coşup tükendikten sonra, çağ, ayıları serbest bırakıyor. "tarihsel dönüşüm süreçleri içinde bulunuyoruz" diyor çocuksu kamuoyu ağzı. aslında bizim güncel ilgilerimiz abartılı bir merakla, günümüzün ne anlama geldiğini daha kararlıca ve kolaylıkla bilecek olan gelecektekilere yöneliyor. biz, geçmişi incelemenin ustaları, onların geriye kayıtsızca bakışları için imrenmeyle kendimizi parçalıyoruz; öylesine güçlü, henüz kesinleşmemiş, mayalanmamış bir şimdi, geç de olsa başımıza gelmeli bizim. ama tespih böceklerini veya yusufçukları, mahmuzlu camgöz veya leoparları çevreleyen, en eski güvenilir küçük dünyalara oranla tarih içinde sürekli askıda duran, kendini düzelten veya kendiyle çelişen bir dünya, ne kadar anlamaya değer ki?
bizim dünyamız, karıncaların "dünya tablosu" gibi, dokunma ve salgı zinciri yoluyla sürekli bir kimyasal taktik bağlantı sayesinde güvenceye alınmış olmayıp tam tersine, sürekli sahte dünya tablosu üretimi nedeniyle güvensizleşmiştir. bizim yapacağımız dünya tasarımı hep, fabrikasyonu ile onu yaratan beyin tekniğinden daha ilkel kalacaktır. beyin ile gerçek dünya, dünya tablosu ile dünyanın ilişkisinden veya beyin ile onun yansıtmalarından daha yakındır birbirine. hiçbir şeyi doğru göremeyiz; keyif ehli körleriz biz, çalışkan aymazlarız. birbirine dokunup salgı ileten karıncaların doğası nasıl kimyasal taktik nitelikliyse, insanın doğası da tasarımlayıcıdır. ve bu güvenilir sürekli aldanma düzeneği, doğanın meydana getirdiği en büyük şeydir! bu düzeneğe, imalatın, yaratışın, renk, biçim, anlam, figür ve bağlantılar fabrikasyonunun kesintisiz işleyişi egemendir. insan, salt dur durak bilmeyen çalışkanlığıyla doğa süreçleri içinde yer almıştır ve hatta eyleminin körlüğü açısından, güzelliğiyle kategorik olarak insan gözlemcinin yöneldiği güzellik duyumuna katılan hayvanlarla yakın akrabadır.
serbestçe ve keyifle havalarda oynaşan tavus benekli gece ve gündüz kelebekleri, gerçekte ancak telefondan telefona koşuşturan borsa simsarıyla karşılaştırılabilir. "insan ruhunun simgesi olan" kelebekte işgüzarlıktan başka bir şey yoktur. bizim tablo ve tasarım dünyamızdaki kötüye kullanmaların ve saçmalıkların her yerde izi sürülüp açığa dökülmeli. cambazlık! ah canım! özgür! ah canım! hatta üstelik "mutlu" mu ne? daha uçsuz bucaksız hayallerimizi bırakamazken, tümden yabancı bir dünyanın ortasında, zorunlu bir eğretilemeli çekinceyle davranmayı ne zaman öğreneceğiz nihayet? yaşamın gevezeliğinin kendisi! yaşamın yalanının kendisi. baştan aşağı kendini övme!
kendinden gurur duyma yetisi olmayan ağaca uzun süre bakınca iflah olmazlığı belirir. ruhumuz, yollar içinde doğanın bizi boşlayan güzelliklerinden üzüntü ve hayal kırıklığı ile geri çekilir. eh, elbet doğa da çok hoşlandıklarıyla birleşmek istemiştir. ruhumuz, ölü bir ağaç parçasını, ölü bir çiçeği birden fark eder -ve yalnızca molekülleri frenleme duygusu vardır. ruh, yalnız olduğunu ve o bir başına kendine hayran olmayı, ancak nice sonra anlar. hep yalnızca kendi kendini sevmiştir. zeka ile ruh, güvenli bir işbirliği içinde her şeyi; ama düpedüz her bir şeyi, gerek nesnelerin güzelliğini gerekse o güzelliğe yönelik duyarlığı, beraberce ortaya çıkardılar. ve bu, salt insanın kendini iyi hissetmesi uğruna yapıldı!
canlıyı cansız görmeye çalışıyorum. bir kelebek, bir bahar çiçeği etrafında dört dönüyorsa, aerodinamik açıdan bu uçuşu en küçük kanat hareketine dek gerekçelendirmiş ve açıklamış olsam bile onun varlığında benim insanca bilgilenmeme ve anlamama hiçbir şey katılmaz. ne zaman ki en büyüğünden en küçüğüne -ışığıyla, soluk alışıyla, kanıyla, bakışıyla- en içten bir "insandan kaçan"a rastlarım, o zaman umursamazlık mucizesinin ne olduğunu birazcık anlamaya başlarım. o mucizede biz insansal bilgimizi, milyarlarcasının içinden rastlantı olarak tek bir çalışkanlığı sergiliyoruz. mistiğin çekirdeği bu, tepeye dek kapalı olmak bu, dünya dahil. onun içinde ben, sevdiceğimle birlikte canlı canlı dört duvar arasına gömülmüşüm. bir zamanlar sudan'da kabile reisinin, soyu tükenince, son sevgililerinden biri dizlerinde olmak üzere yaptığı gibi.
cansızlar arasında, titreşen tel olmak ister insan. bizim gezegenimizden çıkıp uzaya yayılan büyük tınılardan söz ediliyor. oysa müzik, bizi kuşatmış tunçtan sessizliğe karşı mücadele için dışa açılıyor. müzik, dünyalar cephesindeki tek kavgadır. insanlar birbirini anlamıyor da ne demek? gereğinden fazla anlıyorlar, o kadar. tüm konuşma denen şey enikonu karanlıkta ses duyma ihtiyacına varır, kazlar gibi. simmel ile öteki, neydi adı? iletim hırsıyla birbirlerine bağırdılar, biri ötekini dinlemeksizin, yüksek sesle ve neredeyse öfkeyle birbirlerine seslendiler. buna karşın her ikisinde de birbirlerini çok iyi anladıkları hissi vardı. incil'in kapağında onun viski bardağının tabanı koyu bir kenar izi bırakmıştı. bardağı incil'in üstüne koymakla kalmıyor, heyecanla konuşurken bardağı kapağa vuruyordu da.
bir düşünsene, herkes tepesini örtmek istese, saçının bir telini bile göstermemek için herkes peruk özlese, herkes, utançla kendinden geçmiş gibi. kadınların yabancı erkekler önünde saçlarını örtmek zorunda oluşu yalnızca doğu'nun, yalnızca yahudilerin adeti değil. herkes başını örtmek istiyor, herkes! saç görkemi -saç utancı. her şey tepetaklak olsa canım kız arkadaşım, her şey bir tepetaklak olsa: burun büyüklüğü aşağılık duygusuna dönse; çerçeve genişletme, çerçeve küçültmeye inse. saygınlık gösterişi, silik kalma tutkusuna dönüşse; her şey, kendi karşıtına, iktidar/iktidarsızlık. şatafatlı şapka, yaldızlanmış utançtır, saç tuvaleti, saç utancının reklam parlatmasıdır ve utanç tüm zevklerin kaynağıdır: her çeşit soyunmanın tüketilmesi, tepe gözünün kapatılması.. tüm gelecektekiler anı olacak. geleceğin kendisi, anımsamanın eseri olacak. iyi ama ütopya nerede kaldı; düşler, insanlık düşü nerede? insanlık, düş görmez. yalnızca her seferinde "bir" insan düş görür. düşler, ruha ve geceye aittir. düş sözcüğünü yerinden alıp canının istediği yere dikemezsin.
bütün dünyayı dolaştım ve hiçbir şey görmedim. renkli dünya, çıkarılıp kenara konmuş soytarı önlüğü gibi değersizdir. soytarı çoktan onun içinden sıyrılıp çıkmış, kralının peşinde uzaklara uçmuş. ayrıca sürgünde gayretli bir gelirler müdürü ve aslında işgüder olmuş. kimdi o sahi, bernard von clairwaux muydu? üç kez cenevre gölünün çevresinde dolaşmış; ama sofuca düşünceler içinde yürüdüğü için gölün farkına varmamıştı. inancın ve aşkın görmezliği ile imgelerin imgesizliği, bugüne bugün bizi bitirmeye çalışıyor. filme alınmış her yüz adına, görünmezlerden utanıyorum. yitirilmiş profil olarak cepheden gösterim yapılamaz artık. çekincesiz aşk da yok. elbette sözler, yalnızca sözcüğün döküntüsü olmuşsa, imgeler sırf imgenin döküntüsüyse, bundan o her iki mucizenin, sözcük ve imgenin kendisine bir zarar gelmez. bu yetmezmiş gibi şimdi bir de şu insanın ve insan işleyişinin olumsuz bir kendi kendini tanrılaştırması var. son rasyonalite diyor ki: her şey berbat, zehirli. güneşin tadını asla çıkarmayın! hiçbir ırmağı, hiçbir ağacı sevmeyin; onun üstündeki bozuşmuş, çürümüş durumları görün.
heyecan gemisinin iki güvertesi var. çağların değişik akınlarında katmanlar üst üste gelir. o zaman yolcular yüksek tarafa zıplamak durumunda kalırlar: devrim, imge katliamının saati. put kırıcıların egemenliği, daha sonra yine yıkılmak zorunda. sürekli heyecanlananların gemisi fena sallanıyor, en basit anlamıyla insanlığın azgınlaşan beşiği bu ve o hep çaresiz, hep yeniden doğan. ah! ya bizim, gözyaşlarını erken yüceltmemiz? tüm varoluş, yaratılışın kendisi, tek bir gözyaşı damlasının çeperi içinde gömülü. tarih, salt gözyaşı ırmağını güvenceye almak için var. ağlamaya susamışlık.. uzun taraçaları anımsıyor musun, villaları, parkta çakıl serili yolları, la notte'yi, antonioni'nin geniş yalnızlıklarını? yoo, anımsamazsın. o ciddi, soğuk sessizliği, başarısızlığın fazla söze yer bırakmayan patos'unu, hafif spor giyinmemiş modern erkekleri tanımazsın artık. ya midi kostümü ve beyaz topuklusuyla bir sarışının soluk kesen masumiyetini? onlar, yüz yüze geldiğimiz ilk yalnızlardı, üsluplu ve hayat dolu yalnızlar. bir avuç modern gece insanı arasında, içini göstermez, karanlık aranjmanlar! can sıkıntısının ve tiksintinin kahramanları, ben'in soyluları.
ah, az önceye dek biz de bitmez tükenmez can sıkıntısı konusuna kendimizce, bize özgü bir katkı koyabilirdik; büyük can sıkıntısının gözden kaçmaz bir varyantını, insanları sarmalayıp boğan biçimsiz korkunç boş zaman geçirme gibi öyle zorbaca olmayan bir çeşitlemesini getirebilirdik. ama bu şansı kaçırdık. artık çok geç. can sıkıntısı geçti, yakında pek de bir daha gelmez; hele çağa damgasını basmış bir duygu olarak hiç gelmez.
evet, la notte'den bu yana süren yaşam, batı dünyasının bu duygusal tarihi, iyi egzistansiyalistler olmamızı engelledi. özgürlüğün yolları! peki şimdi? yeni bir egzistansiyalizm, yeni bir başarısızlık armaları bilgisi. dünyanın bir soluksuzluk duygusu. tüm kavranabilirliklerin parçalanışı üstüne bir matem üslubu. ve şafak. o ne ki? yalnızca, şimdi yapılacak, başka türlüsü yok. hiçbir şey vaat etmeyen, baştan aşağı nankör bir zamanda, salt verilen sözlerle yaşanmış gibi kendi şafağımız bastırıyor. ve öyle oluyor ki insan, sırf yüreğin verdiği sözleri bir kez daha hissetmek için, daha iyi, daha sert, daha nurlu, yani işte daha temiz, tertemiz duyumsamak için insanlardan uzaklaşıyor. özlenen, doğa değil, serpilip gelişme değil, farklılık değil, farkların çoğalması değil, sapma değil, bireylik değil. bir insanın özlemi, doğadışı ve doğaüstü dehalarda, ilk gülümsemeden son duaya dek güzellikte ve büyüde takılıp kalıyor. tüm canlıların yaşamadığı; sanatların, ideallerin, umutların yarı hayatta, yarı inorganik olduğu ve duygusallıklara sürüklenen çökelti muamelesi yapılması gerektiği, ayrıca bizim yeryüzünde eklenti bir tarih olduğumuz görünüyor işte. onun içinde yaşamımızın bir karşıt parçası olarak inorganik yürek atmakta. yalnızca seslenişimiz kurbağalardan farklı. dik yürüme insanda doğuştan var; ne zaman ki dizleri çözülür, o zaman saygınlık kazanır. ama bunu bilmiyorlar, bilmiyorlar.
ben baraj gölüyüm. dağları yırtarak inen dereler ve coşkun eylem akışları bende sonlanır. eylemi yok edenim ben, anlamı çözenim, ilişkiyi ayıranım. uçuşan giysilerle dönüp gelen sen de, benim mekanımda toplanmış dolaşıp dururken birbirlerinden pek de farklı olamayanların meydana getirdiği bir eylemsiz durağa varırsın. söylüyorum sana, bana erişen her şey bir durgun suya varmış olur. ama yeryüzünden kopmuş, rüzgarda salınan ve artık hiçbir yerde durmayan düşüncelerin şarkısını dinlemeyeceğim asla. bilim camiasından atılmış, serserice dolanan, orada burada bir insanın karanlık düşlerine değip geçen; ama hiçbir şeyin ona neden söz edebileceğini açıklamadığı, efendisiz zihne kulak vermeyeceğim. o zihin, neden söz edeceğini ancak duyumsamıştır.
edebiyat adamı
hannah arendt, illuminations'a yazdığı giriş yazısında edebiyat adamı (homme de lettre) ile entelektüel arasındaki farklılık üzerinde durur:
"hizmetlerini birer uzman ya da memur olarak devlete ya da eğitmek ve eğlendirmek amacıyla topluma sunan entelektüel sınıfından farklı olarak homme de lettre'ler her zaman hem devlet hem de toplumla mesafelerini korumaya çalışmışlardır. maddi varoluşları çalışmadan edinilmiş bir gelire, düşünsel tavırları da siyasi ya da toplumsal yapının parçası olmayı kararlılıkla reddetmelerine dayanıyordu.
la rochefoucauld'nun insan davranışı üzerine nefret dolu gözlemlerine, montaigne'in dünyevi bilgeliğine, pascal'ın düşüncesinin özlü keskinliğine, montesquieu'nün siyasi düşüncelerindeki cüret ve açık fikirliliğe kaynaklık eden kibri işte bu ikili bağımsızlığa borçluydular.
homme de lettre'leri on sekizinci yüzyılda devrimcilere dönüştüren koşulları ya da on dokuzuncu ve yirminci yüzyıldaki ardıllarının bir yanda "kültür adamları" öbür yanda profesyonel devrimciler olarak nasıl ikiye bölündüklerini tartışmak bu yazının işi değil. bu tarihsel arka plandan, benjamin'de kültür ögesinin devrim ve isyan ögesiyle nasıl eşsiz biçimde birleşmiş olduğuna dikkat çekmek için söz ediyorum. sanki homme de lettre tipi, onu çekici kılan saf zihinsel tutku kendini en etkileyici biçimiyle ortaya koyabilsin diye, yok oluşundan kısa bir süre önce, maddi temelini geri dönüşsüz bir biçimde kaybetmesine rağmen ya da belki tam da bu yüzden, bütün imkanlarıyla kendini son bir kez göstermeye yazgılıdır."
çifte nobelli
bir geminin dönen merdivenlerini inerken, moleküllerin de böyle, spiral biçimde ve engebeli zemin üzerinde seyahat ediyor olabileceklerini düşündü ve bu daha sonra bilimsel bir keşif oldu. los angeles şehrinde çok öksürmesinin suçlusunun otomobiller olduğunu keşfedince elektrikli otomobili icat etti; ama bu ticari bir fiyaskoyla sonuçlandı. böbreklerinden hastalanıp ilaçlar fayda etmeyince sağlıklı besinler yiyip kendini c vitamini bombardımanına tuttu ve iyileşti. hiroşima ve nagazaki üzerinde bombalar patlayınca, hollywood'a bilimsel bir konferans vermeye davet edildi ve orada aslında söylemek istediği şeyi söylememiş olduğunu anlayınca, dünya çapında nükleer silah karşıtı bir kampanyaya öncülük etti. nobel ödülü'nü ikinci kez alınca, life dergisi bunun bir küfür olduğunu ilan etti. komünizm sempatizanlığı şüphesinden ötürü ve tanrı'nın gereksiz bir düşünce olduğunu söylediği için birleşik devletler hükümeti daha önce iki kez pasaportuna el koymuştu. onun adı linus pauling'di. yirminci yüzyılla aynı zamanda doğmuştu.
10.01.2022
arzu
arzuyu tatmin edebilecek bir nesne asla yoktur.
kapitalizmin sürekli bel bağladığı pazarlama sisteminin tamamının arzu mantığını kullandığını ve hangi maddi malları edinirsek edinelim bunun o istediğimiz şey olmadığı hissini doğurduğunu görmek zor değildir.
marka üreticilerinin yeni felsefesi, logolarının çalınıp üçüncü dünya ülkelerinde taklit edilmesini görmezden gelmektir. diyelim ki bir türk imalatçı nike spor ayakkabılarının taklitlerinden yapıyor. nike bu telif hakkı ihlalinden dolayı bu imalatçıya dava açmaya çalışmaz. nike öncelikle logosunun yaygınlaşmasıyla ilgilendiği için, birilerinin ürünlerini taklit etmesini de bir reklam kampanyası olarak görür.
tüketim mallarına bağımlılık yaratma konusunda iyi bilinen bir diğer strateji de şöyledir: nike ve benzeri markalar ürün fazlalarını, mesela new york city'deki bronx gibi en yoksul muhitlere göndermeyi ve böylece mallarının genç tüketicilerin gözündeki cazibesini korumayı sever.
günümüz imalatçıları güvene dayalı bir ilişki oluşturmanın yanı sıra, bir imaj ve daha iyisi, bir hayat tarzı satmaya da çalışmaktadır. starbucks veya coffee republic'te satılan "tasarımcı kahveleri" örneğin: bu tür yerlerde satılan şey sadece kahve değil, belli bir çeşit deneyimdir; sıcak, cana yakın bir atmosfer sunan, bir tutam da politik doğrucu entelektüellik içeren iyi tasarlanmış mekanlar. bu şekilde kahvenin nasıl üretildiğine dair ekolojik mesajlar kadar, bu pahalı kahveyi satın alarak kolombiya'daki yoksul insanlara nasıl yardım ettiğimizin açıklamasını da alırız. bu pahalı kahveyi tüketenlere kendilerine hoş göründükleri sembolik bir uzamın yanı sıra, dış dünyadan -bilhassa yoksullardan- korunma da sunulmaktadır.
son zamanlarda japonya'da bu tür kahve mekanlarında bir patlama yaşanmaktadır. buralara gelen tüketiciler, eskiden iş çıkışı eve gitmemek için barlara veya çay içilen mekanlara giderken artık starbucks'a gittiklerini, çünkü orada kendilerini daha fazla evlerinde hissettiklerini söylemektedir. bu sahte ev, bağıran çocukların ve dırdır eden eşlerin olmadığı sakin bir vahadır elbette.
burada nike örnek verilebilir: sahiden sadece imaj satan ve hiçbir fabrikası, makinesi veya teçhizatı olmayan, sadece kapsamlı bir tedarikçi ağına, "üretik ortakları"na sahip olan bir şirket. nike, sofistike bir pazarlama formülü ve dağıtım sistemi olan bir araştırma ve tasarım stüdyosundan ibarettir.
yeni toplumumuzdaki bir diğer hayati unsur da cemaatin değer kazanmasıdır; öyle ki firmalar müşterileri için cemaatler oluşturmak amacıyla çırpınıp durmaktadır. nitekim pek çok şirket kitapçığında müşterilerle ilgilenmenin dört aşamasından bahsedildiğini görmekteyiz: ilki, "haberdarlık ağı", tüketiciyi yeni ürün veya hizmetlerden haberdar etmek; ikincisi, "özdeşlik bağı", tüketicinin markayla belli bir şekilde özdeşleşmeye başladığı aşama; üçüncüsü, "ilişki bağı", tüketicinin markaya belli bir bağlılık geliştirdiği aşama ve dördüncüsü, "cemaat bağı", marka yaratıcısının belli olaylar ve toplantılar organize ederek veya hiç değilse müşterilere doğum günü tebrik kartları göndererek tüketici memnuniyetini sürdürdüğü aşama.