18.12.2018

kitab-ül hiyel

ihsan oktay anar

dersaadet'teki rumların isyan edeceklerinden korkulduğu için herkese silahlanması emredilmişti. bu emri derhal yerine getiren halk da birer piştov alıp hemen her yerde ve zamanda, gece yarısı cami avlusunda, gün ortasında pazarda, sabah kahvesi içerken kıraathanede, akşam namazı kılarken mescitte gerekli gereksiz silahlarını patlatmaya başladı. öyle ki, piştovu olmayanlar erkek sayılmıyordu. bu yüzden eli ayağı tutmayanlar bile baskıya dayanamayıp birer silah edindiler. dersaadet, keyif için atılan silahların velvelesiyle inlerken kimi karısını, kimi de çocuğunu kazayla vurdu: şeyhülkurra havai abbas efendi'nin naklettiğine göre kaza kurşunlarıyla tam 9.000 can telef olmuştu ki, eğer denildiği gibi rumlar isyan etselerdi bu kadar zayiat verileceği şüpheliydi.

dünya'nın kendisi, bir mucize, belki de bir düştü. ama ne olursa olsun hayret edilecek bir şeydi.

varlıklarını benlikleriyle sınırlayan ve dolayısıyla, aslında ona ait olduklarını bilmedikleri dünya karşısında cılız ve sakat olduklarını hisseden insanlar gibi, varlığını tehdit ettiğine inandığı o devle savaşmaya karar verdi. bu dev, dünyanın ve onun içindekilerin ta kendisiydi. ona ait olmak ise, ona yenilmek, yani ölmek demekti. ancak bu bir bakıma doğru sayılırdı. çünkü dünyanın bir parçası olmak, bedenin değil benliğin ölümü olmalıydı. ne yazık ki o, dünyayı bir kuvvetler toplamı olarak gördüğü için meselenin püf noktasını anlayamazdı: bu kuvvetler, yani pençeleri, boynuzları, dişleri ve bıçakları olan hayvanlar onu tehdit ediyordu, o ise hayatta kalmak zorundaydı.

insanlar bir bakıma, güçlü veya güçsüzdü; ama değişen bir şey yoktu. çünkü güçlü insanlar düelloyla mertçe dövüşüp adam öldürürler, güçsüzler ise korkakça pusu kurup cinayet işlerlerdi. kadın cinsinin daha nazik, daha şefkatli olduğu da palavraydı: onlar adam öldürmekten değil, kandan çekinirlerdi. bu yüzden kurbanlarının başına tabanca sıkıp ortalığı kan revan içinde bırakmaktansa, daha temiz bir yolu, mesela zehiri tercih ederlerdi. insanların akıllı ya da cahil olmaları da onları zalimlikten alıkoyamazdı. zeki olanlar menfaatlerini bildikleri için para uğruna cinayet işlerlerken, cahiller ise cahil oldukalrı, yani düşünsel bir macera yaşamaya güçleri yetmediğinden, zihinlerindeki boşluğu, ne olduğunu bile tam olarak bilmedikleri bir dava ile kapatırlardı. böylece onlar, akıllılar gibi para uğruna değil, inandıkları dava için kan dökerlerdi.

dünyadaki her şey bir mucizeyken insan nasıl hayret etmeden durabilirdi?

rivayet ederler ki, taklamakan diyarında vaktiyle kör bir adam yaşıyordu. bu zavallı adam alemin güzelliklerini, harikalarını ve mucizelerini göremediği için o kadar çok üzülüyordu ki, sonunda gönlü de gözleri gibi karardı. kederi arttıkça arttı ve akıttığı gözyaşları dillere destan oldu. onun kara bahtı için şairlerin düzdüğü manzumeler, musikişinaslar tarafından bestelenip, hanendelerce okuna okuna nihayet memleket sınırlarını aştı. çok uzak ülkelerden birinde yaşlı bir sihirbaz, pazar yerinde ağlayan sızlayan bir kalabalık görünce, merak duygusuyla aralarına karıştı ve kör adamın kaderini dile getiren türkülerden birini okuyan muganniyi o da dinledi. gönlü o kadar kabardı, hisleri o kadar coştu ki, bir yolunu bulup zavallıya görme gücü kazandırmaya karar verdi. sarayına giderek papağanına tez zamanda uçup körü bulmasını ve ona davet mesajını iletmesini söyleyerek kuşu saldı. papağan uçup giderek, o sırada evinin bahçesinde ağlayan körün kafasına kondu ve ona sihirbazın davetini iletti. görme umudu canlanan zavallı da, omzunda kendisine yolu tarif eden papağan olduğu halde, demir asa demir çarık yollara düştü ve sonunda sihirbazın sarayına vardı. sihirbaz ona bir camgöz verdi. adam, efsunlu sözler söylenir söylenmez bu gözle görmeye başlayacaktı, öyle ki, ok yaydan böylece bir kez fırladığında, adamın tekrar kör olmasına imkan yoktu. adam gözü aldı ve efsunlu söz sihirbazın ağzından çıkar çıkmaz gözün gördüğü her şeyi görmeye başladı. fakat yol yorgunu olduğu için sevincini tam anlamıyla belli edecek durumda değildi. bu yüzden sihirbaz onu sarayında 40 gün ağırlamaya karar verdi. gelgelelim, sihirbazın karısını görür görmez adamın aklı başından gitti. günler ve gecelerce kadını düşündü durdu. sonunda sarayın hamamına gidip kadının yıkanacağı kurnanın üzerine bir yere sihirli cam gözü koydu ve derhal odasına geri döndü. kadın, o sırada içeride kendisini seyreden sihirli bir göz olduğunu, dolayısıyla adamın o anda memelerini ve mahrem yerlerini görmekte olduğunu bilmeden hamama girip yıkanmaya başladı. böylece adam kadını doya doya seyretti. ne var ki sihirbaz bu işin farkına varmıştı. bu yüzden adamdan gözü geri istedi ve onu kovdu. fakat adam, ne kadar uzakta olursa olsun, o sırada sihirbazın sarayında olan gözün gördüğü her şeyi görmeye devam ediyordu. intikam almaya kararlı olan sihirbaz, tellallar bağırtıp dünyanın en çirkin, en gudubet acuzesini buldu ve bir ressama kadının resmini yaptırdı. resmi bir odaya koyup gece gündüz aydınlık kalması için üstüne bir fener astı ve tam önüne de, o sihirli gözü koydu. sonunda o nankör adam, ömrü boyunca bu gudubet, çirkin acuzeyi seyretmek zorunda kaldı ki, bu da kör olmaktan bin beter bir şeydi.