7.09.2018

anne kafamda bit var

tarık akan

açık mavi, sivil plakalı, kısa burunlu bir minibüse bindim. kapının karşısına denk gelen yerdeki koltuğa oturdum; şoförün arkasına, cam kenarına. yanıma pasaport işlemlerimle ilgilenen polis oturmuştu. bir tanesi en öndeki tek kişilik koltuğa, elinde akrep taşıyan üç dört polis de arkamdaki koltuklara yerleştiler. işin ciddiyetini biraz daha hissettim. öndeki polis, telsiziyle talimat geçti:

".. numaradan .. numaraya.."

biraz sonra yanıt geldi:

"dinlemedeyim."

"müdürüm, malı aldık, yola çıkıyoruz."

"anlaşıldı, tamam."

***

beni gene aynı minibüse bindirdiler. bu kez beş polisle yola çıktık. önümüzde, arkamızda renault arabalar yoktu. sirkeci'den girip sahilden ilerledik. telsizle sürekli olarak müjdat'ın [müjdat gezen] evini soruyorlardı. hiç konuşmuyordum. az önceki kaygısız halimin aksine telaşlı ve moralsizdim. cankurtaran'a yaklaşırken polislerden biri, "yahu çok acıktık, şurada köftecide yemek yiyelim, ne dersin?" dedi. hemen atıldım: "tabii, çok iyi olur, ben de çok acıktım." cankurtaran'ın hemen köşesindeki lokantaya girdik. her şeyi ben ısmarladım, onlar yediler. telsiz sürekli çalışıyordu. müjdat'ın adresi telsizle bulundu, yazdılar. polisler köfteleri yedikçe gevşemişlerdi; davranışları değişti, sanki biraz yumuşadılar.

yemeğin sonunda gelen hesaba ise şaşıp kalmamak mümkün değildi, inanılmaz bir rakam vardı faturanın üstünde. altı üstü köfte yemiştik ama lokantanın iki üç akşamlık hesabı kadar bir para tutmuştu.

polislerle lokanta sahibinin içli dışlı olduklarını düşünmeden edememiştim.

***

fotoğrafçı beni evirip çevirdi. o ana kadar duvara dönük olan gözlerim, yerde oturmuş, yaşları yirmi dolayındaki üç çocuğu gördü sonunda. gözleri bağlıydı. bakışlarım, ekmek gibi kabarmış tabanlarına takıldı. bakakalmışım. bir ayak tabanının bu denli şişebileceğini aklım almamıştı. dehşete kapılmıştım. gözlerimi çocuklardan alamıyordum.

fotoğrafçı elime rakamlı bir tabela tutuşturup sağlı sollu fotoğraflarımı çekti. bakışlarım hâlâ çocuklardaydı. ürkütücü ayrıntılar görmeye başlamıştım; şiş tabanlarda içlerinden sızan kanın kuruyup siyaha dönüşmüş olduğu yarım ya da birer santimlik yarıklar vardı. çocukların sakalları uzamıştı. birinin elinde de bir şişlik olduğunu gördüm.

***

gözaltı süresi kırk beş gündü; bu süreden fazla siyasi şube'de tutmaya hakları yoktu. ama kırk beş güne yaklaşırken sıkıyönetim'e sevk çıkarılıyordu, selimiye'de savcı serbest bırakıyordu, çocuk da seviniyordu serbest kaldım diye. oysa çocuğu getiren ekip selimiye'nin kapısında bekleyip serbest kalanı tekrar tutukluyor, gene siyasi şube'ye getiriyordu; ikinci bir kırk beş gün başlamış oluyordu.

***

akşama doğru, saat beş gibi, yavaş yavaş sorgudan dönüşler başladı. ben 2 numaralı hücrede kalıyordum. kapı açıldı. bir çocuğu içeri attılar. arkadaşları hemen çocuğu tutarak yere yatırdılar. çocuk pelte gibiydi. yalnızca inliyordu. hücrenin tam ortasında uzunca yatıyordu. hepimiz ayaktaydık. görünürde herhangi bir şey yoktu; kan, morluk gibi. sonra çocuklardan biri, "elektrikten geliyor." dedi.

çocuğa güçlükle su içirdiler. çevresine çömelmiştik. uzun bir süre uyudu. akşam uyandığında kollarının tutmadığını gördüm. filistin askısına almışlar. kaygılanacak bir şeyi olmadığını, ertesi gün hareket edebileceğini söylediler.

yemeğini arkadaşları yedirdi. çocuk yerde yattığı için dört beş kişi ayakta duruyor, sırayla yere çömeliyorduk. zaman geçsin diye her şeyden konuşuyorduk. bazen espriler yapılıyor, fıkralar anlatılıyordu. geçici de olsa bir an rahatlıyorduk.

***

geç bir saatte bir kızın uzaktan gelen çığlıklarını duyduk. uzun uzun bağırıyordu. sesi bir süre kesiliyor, sonra yeniden başlıyordu. kimi zaman çığlıkları çok derinden geliyordu, duymak için kulak kabartmak gerekiyordu; bazen de sesler iyice yükseliyordu. bu sesi sabaha kadar dinledik. işkenceden gelen çocuğun anlattığına göre bir eve yapılan operasyonda polislerin elinden kaçan genç bir kız ikinci kattan aşağıya atlamış, bir yerleri kırılmış. kızın kırıklarıyla oynayarak işkence yapmışlardı. inanılacak gibi değildi ama insan çığlıkları duyunca başka bir şey olamayacağını düşünüyordu. sabaha doğru ses kesildi.

***

akşam oldu, uyku saati geldi ama ne mümkün. balık kasalarındaki palamutlar gibi dizilmiş durumdaydık. yüz üstü ya da sırt üstü yatıyorduk. duvarın biri işkenceden gelenlere ayrılmıştı. uyumak çok önemliydi; çünkü ertesi gün kimin sorguya gideceği belli değildi. dinç ve dayanıklı olmak gerekliydi. bütün bir gece deliksiz uyumak olanaksızdı oysa. bitler ve pireler, kalabalık ve havasızlık, tek tip besin.

aynı hücreyi paylaştığım kimya mühendisi hüseyin'den sonradan öğreniyorum; besinlerin hiçbirinde tuz yok, beden terliyor, tuz kaybediyor, tuz alamıyor. bu da bedendeki direnci kırıyor, zihni yoruyor. besinler bilinçli seçilmiş. cia'nin deneylerinden alınan baskı ve işkence yöntemleri de dahil olmak üzere direnci kırmak için her yol uygulanıyor. besinlerin hepsi uyumayı da, dinlenmeyi de güçleştiriyormuş.

sabaha kadar debelendik durduk. tam uykuya dalacakken yan hücrenin kapısı açılıyor ya da kapanıyor, bir demir gürültüsü duyuluyor ya da uykudayken hücredeki birisi fenalaşıyor, kapıya vuruluyor, polis çağrılıyor, yardım isteniyor. tabii polis hemen gelmediği için uzun bir süre kapı yumruklanıyor, hücredeki herkes uyanıyor. bu hücrede iki ya da üç gece kaldım. işkenceye en çok bu hücreden adam götürdüler. yedi sekiz kişi gidiyor, dört beş kişi geliyordu. gelenler perişan durumda oluyorlardı. kan işeyenler, eli kolu tutmayanlar, sabaha kadar inleyenler, zaman zaman ağlayanlar. annesine ya da kız kardeşine yapılan işkenceyi kimilerine zorla seyrettirdiklerine tanık oldum.

sabah güne her zamanki gibi başladık; tuvalet, bakkal, sorguya gidenler. kapının üstünden baktım; zayıf, kısacık boylu kızlar, polis önde onlar arkada sorguya gidiyorlardı. hücremin sağ yanında tümüyle kızlara ait olduğunu düşündüğüm beş ya da altı hücre vardı. solumdaysa bir tek hücre. kızlar akşama döndüler. durumları içler acısıydı. birbirlerine yardım ediyorlardı. biri ayakkabılarını eline almıştı. hepsinin gözlerinin feri sönmüş, ağır ağır yürüyorlardı.

***

ranzamda oturmaya başladım. saatin bir hayli geç olduğunu tahmin ediyordum. dış kapının kapandığını duydum. kulağım dışarıdaydı. derken hücremin önünden iki polis geçti. kızların hücrelerine doğru gidiyorlardı. gözümü onlara diktim. iki kızı aldılar. kızlar gitmek istemiyordu. polisler çekiştirdi. her şey tam benim hücremin önünde olup bitiyordu. kızlardan biri bağırdı:

"bu saatte sorgu olmaz! ben sizin amacınızı biliyorum! beni bu saatte götüremezsiniz!"

bir yandan polis çekiştiriyor, bir yandan kızlar bağırıyordu:

"yeter artık! sizi şikayet edeceğiz! terbiyesizler!"

polisler ve kızlar gözden kayboldular. ortalık sessizleşti.