8.06.2008

nahiye müdürü

cevdet kudret

yahya budak, köy odasına girerken, "bu yeni muhtar da amma hevesli ha! diyeceğini akşama saklasa olma mı ki? insanı böyle iş üstü çağıracak ne var?" diye söyleniyordu. herife şöyle bir güzel çatmaya niyetlenmişti. kapıyı hızla açtı. köşede iki candarma oturuyordu. yanlarında muhtar, ellerini kavuşturmuş, önüne bakıyordu. başka bir köşede dört köylü, birbirine sokulmuş, bekleşiyor. yahya budak, candarmaları görünce ağzını değiştirdi, durgun bir sesle, muhtara:

"beni istemişsin" dedi.

muhtar, sol elini başparmağının sağ eliyle ovdu, bir şey gizlemek istediği zaman hep böyle yapardı.

"haber geldi, beşinizi de nahiyeden istiyorlar."

"nahiyede ne işimiz var ki?"

muhtar, parmağını biraz daha kuvvetli ovarak kapalı bir sesle cevap verdi:

"orasını bilmem gayrı."

candarmalar kalktı, uzun boylusu:

"haydi bakalım" dedi, "ne için olduğunu gidince öğrenirsiniz."

yahya budak çevresine bakındı.

"öğle oldu, daha ağzıma lokma koymadım." köylülere sordu: "siz yediniz mi?"

"hayır."

"hele bir karnımızı doyuralım da, gideriz."

candarmanın kısa boylusu cevap verdi:

"biz yedik. bekleyemeyiz. vakit dar."

"buradan nahiye dört saat çeker. aç acına gidilmez ki."

uzun boylu candarma bağırdı:

"haydi be! tut çeneni gayrı. amma da çok söyledin ha! gidilmezmiş. sanki size 'gider misiniz?' diye soran var. kalkın bakalım! düşün önüme! muhtar, söyle atları hazırlasınlar."

muhtar seğirtti. köylüler önde, candarmalar arkada, çıktılar.

öğle güneşinin ortalığı kavurduğu bir saatte, beş köylü, iki atlı candarmanın arasında yola koyuldu. niçin gittiklerini bilmiyorlardı; candarmaların da bir şey bildiği yoktu. onlara sadece "al, gel" demişlerdi, onlar da alıp götürüyorlardı.

beş adam, oldukça hızlı giden atların adımlarına adımlarını uydurmaya çalışıyor, sıcaktan yer yer çatlamış toprağın üzerinde, soluk soluğa yürüyordu. ortalıkta ayak seslerinden başka ses yoktu, cırcır böcekleri bile susmuştu. hava, çıplak bir kılıcın güneş altında parıl parıl yanan demiri gibi, gözleri kamaştırıyordu. köylüler açlıklarını çoktan unutmuşlardı. ağızlarında tükrükleri gittikçe koyulaşıyor, dudakları birbirine yapışıyor, alınlarından süzülen terin tuzu gözlerini yakıyordu. dört saatlik yolu öğle sıcağında yalnız bir mola ile sona erdirmek kolay değildi. nahiye müdürü yerinde yoktu, kim bilir nereye gitmişti. köylülere, ancak çeşmede yıkanacak kadar zaman verdiler, sonra bir odaya kapayıp "bekleyin!" dediler.

odada eşya yoktu. güneye bakan tek pencere açılmıyordu. pencerenin kim bilir ne zamandan beri silinmeye silinmeye toz ve dumanla sararmış camlarından adeta kirlenerek giren ikindi güneşi döşemenin üzerinde kapıya kadar uzanıyordu. beş köylü, güneşle ortadan bölünen odanın iki yanında, gölgede, arkalarını duvara dayayıp yere oturdular, içeride zorlukla soluk alınıyordu, hava sıcak ve tozlu idi. akşama doğru kapı açıldı, bir candarma:

"apdese gitmek isteyen var mı?" dedi.

hep birden kalktılar. dışarıda hava herhalde buradakinden daha temiz ve daha serindi. köylülerden biri sordu:

"müdür gelmedi mi?"

"gelmedi."

çıktılar. on beş yirmi dakika sonra hepsi gene eski yerlerine döndü, kapı yeniden üstlerine kapandı. yeniden beklemeye başladılar. gelen giden yok. güneş gittikçe söndü, hava karardı, köylüler tozlu döşemenin üstüne boylu boyunca uzandılar, biraz da öyle beklediler. hala haber yok. yorgunluktan gözkapaklarını bile oynatamıyorlardı. ölüm uykusu gibi derin karanlık bir uykuya daldılar.

ertesi gün ancak saat on sularında kapı açıldı, candarma:

"müdür geldi, sizi istiyor" dedi.

nahiye müdürü gençten bir adamdı. bacağında külot pantolon, ayağında kara kundura, onun üstünde sarı getr vardı. elindeki kamçının sapı ile ayakkabısının ucuna vura vura konuşuyordu.

"yahu" dedi, "siz gönderdiğim piyango biletlerini almamışsınız."

"paramız yok bey."

"paranız mı yok? öküz almaya gelince paranız var, tohum almaya da var; ama okul yapmaya, piyango bileti almaya gelince yok, öyle mi? ulan, öküzden daha mı değersiz bu biletler? vali onların parasıyla memlekete hastahane yapacak. bana bakın, uzun lafın kısası, hepiniz beşer tane alacaksınız."

"paramız yok bey."

"paranız yok ha? yerli malları ucuz basma kuponu göndermiş, kaput bezi de verilecekmiş, alır mısınız?"

"alamayız bey, paramız yok."

"şimdi paranıza başlatacaksınız ha! ulan mezara mı götüreceksiniz parayı? vali hastahane yapacak diyorum size. adama iki milyon lira lazım. hep anafora alıştınız değil mi? hastahaneyi hükümet yaptırırsa girip içine yatmasını bilirsiniz. parasını vermeye gelince, yok!"

"biz yatmayız bey."

"nasıl yatmazsınız? öyle güzel yerde yatılmaz mı be?"

"biz köylüyüz bey. güzel yerlere sokmazlar bizi."

"ben söylerim valiye, köylüler için de bir oda ayırtırım. hele siz alın şu biletleri, gerisi kolay. hem o kadar da pahalı sayılmaz. tanesi on lira. hepiniz beşer tane alsanız biter gider."

"çok para bey, çok!"

"siz işin aslını bilmiyorsunuz galiba. bu iane değil, piyango, piyango! iane toplamak artık yasak edildi, onun yerine şimdi eşya piyangosu yapılıyor. bu bilete on lira vereceksin, günün birinde piyango çekilecek, bir de bakacaksın ki on bin liralık ev çıkmış."

"ev mi? nerde bu ev?"

"şehirde. tam on bin lira değerinde, yepyeni bir ev."

"ne yapayım şehirdeki evi?"

"ne mi yapacaksın? gider içinde oturursun. köyde ahır gibi yerde oturacağına. onu beğenmedinse başka şeyler de var: radyo, buzdolabı, elektrik süpürgesi, daktilo makinesi, etajer.. ne yok ki. on beş lambalı bir salon radyosu çıksa fena mı?"

"ne işe yarar o?"

"düğmesini çevirdin miydi ankara'yı dinlersin. falan ne demiş, filan ne cevap vermiş, falancanın çektiği ziyafette kimler varmış, filanca ne zaman istanbul'a inceleme gezisine gidiyormuş. dedikodu be, fena mı?"

"elli lira çok para bey."

"pekala! eğer senin bilete radyo çıkarsa, getir bileti bana, al paranı geri. daha bir diyeceğin kaldı mı?"

yahya budak ellerini açtı:

"bey" dedi, "devlet bizim için kanun yapmış; 'köylü her yıl vergisini versin, 20 liradan çok da salma vermesin' demiş. şu 'bilet' dediğin şey nedir ki? vergi desen vergi değil, salma desen salma değil. bu nedir bu?"

nahiye müdürü birden kızdı.

"kanun mu? bu da nerden çıktı? kim öğretti size bunu? dur hele, ben gösteririm şimdi size kanunun ne olduğunu!"

kapıdaki candarma ile çağırttığı tahrirat katibine aynı sertlikle emir verdi:

"gel buraya katip, al şu kağıdı kalemi, yaz: 'n.. köyünden aşağıda adları ve kimlikleri yazılı beş kişi, kafalarında birtakım zararlı düşünceler taşıdıklarından..'"

köylülere dönüp sordu:

"köyde başkaları da biliyor mu bu 'kanun' sözünü?"

"biliyor."

"yaz katip: 'bu düşünceleri köyde başkalarına da aşıladıkları anlaşıldığından..'"

hasan çopur işin kötüye varacağını sezdi, nahiye müdürünü kızdıran arkadaşı yahya budak'ı şöyle bir yana itip ortaya geldi.

"aman bey" dedi, "kulun olayım, nedir o yazdırdığın?"

"sonra öğrenirsin ne olduğunu. topunuzu birden sürdüreceğim, keratalar!"

"aman bey, biz ettik sen etme! bunun bir şeye aklı ermez, ne bilsin ağzından çıkanın 'zararlı' olduğunu. o dediğin şeyi ben taşımıyorum bey. allah şahidim olsun, kafamda şu kasketten gayrı bir şey taşımıyorum. biz taşınacak her şeyi sırtımızda taşırız, kafada taşımak da nerden çıktı?"

nahiye müdürü yumuşar gibi oldu.

"bir daha 'kanun' lafını ağzınıza alacak mısınız?"

"vallahi almayacağız. kanun bizim neyimize? yenmez içilmez, ne diye alalım ağzımıza? sen ne istersen biz onu alırız bey."

"piyango bileti alın."

"peki, peki. ama beş tane çok. o kadara gücümüz yetmez, iki tane alsak?"

"olmaz."

"biz yoksul adamlarız bey. toprağımız bile yok, şunun bunun yanında gündelikçiyiz. haydi çoluğun çocuğun boğazından keselim, bir hafta da bilet için çalışalım. ama daha çoğuna dayanamayız, bir haftadan öte aç durulmaz ki.."

çetin bir pazarlıktan sonra 3 bilet üstünde anlaştılar.

köye gitmek üzere dışarı çıktıkları vakit, her şeyden önce karınlarını doyurmak için nahiyenin içine dağıldılar; dün sabahtan beri hiçbir şey yememişlerdi.