14.03.2015

ölümsever

erich fromm

aşırı ölümsever kişiler görünüşlerinden, hareketlerinden anlaşılabilir. böyle kişiler soğukturlar; benizleri ölü gibidir; yüzlerinde pis bir koku duyuyormuş gibi bir ifade vardır. (bu ifade hitler'in yüzünde açıkça görülebilir.) düzenli, saplantılı ve bilgiçtirler.

ölümsever kişilerin bu yönü eichmann'ın kişiliğiyle bütün dünyanın gözleri önüne serilmiştir. eichmann örgütsel düzene ve ölüme hayrandı. onun benimsediği en yüce değerler, verilen buyruklara boyun eğmek, örgütün düzenli bir biçimde işlemesini sağlamaktı. kömür sevk ediyormuş gibi sevk etti yahudileri. onların insan olduklarını göremiyordu; bu nedenle kurbanlarından nefret edip etmediği sorusu onun için söz konusu bile değildi.

ölümsever kişi hiç durmadan kesinlik peşinde koşar. ne var ki yaşam hiçbir zaman kesin, önceden belirlenebilen, denetlenebilir bir şey değildir; denetlenebilir kılmak için yaşamı ölüme dönüştürmek gerekir; gerçekten de yaşamda kesin olan tek şey ölümdür.

kişiyi delilik sınırına dek sürükleyebilecek korkuları tedavi etmenin tek yolu anneye olan bağın koparılmasıdır.

her şeyden önce kandaşla cinsel ilişki saplantısıyla narsisizm arasında çok yakın bir ilişki vardır. annesinin rahminden ve memelerinden tümüyle kopmadıkça bireyin başkalarıyla ilişki kurabilme, başkalarını sevebilme özgürlüğü yoktur. o kişiyle annesi birleşerek kişinin narsisizminin nesnesini oluştururlar. bu, en açık biçimde kişisel narsisizmin topluluk narsisizmine aktarılmasında görülür. topluluk narsisizminde kandaşla cinsel ilişki saplantısının narsisizmle karıştığını açıkça görebiliriz. tüm ulusal, ırksal, dinsel ve siyasal bağnazlıklarda görülen gücün ve mantıksızlığın nedeni de bu özel karışımdır.

bu üç özelliğin karışımı en özlü biçimde richard hughes'un the fox in the attic (tavanarasındaki tilki) adlı kitabında anlatılmıştır.

hitler'in kendinden başka bir ben tanımayan "ben"i, özde "başka birisi"nin varlığını kabul etmeyi gerekli kılan cinsel birleşme eylemine zedelenmeden nasıl girebilirdi zaten? onun saplantılı inancına göre ben hiç eksiksiz, evrenin biricik yaşam merkezi, evrende bulunan ve o zamana dek var olan tek gerçek somut istem demek değil miydi? çünkü hitler'in içteki üstünlük "gücü"nün ardında yatan mantıksal neden şuydu: yalnız hitler vardı. "ben, benden başkası değilim." evrende ondan başka kimse yoktu, yalnızca nesneler vardı; bu yüzden onun gözünde "kişilik" zamirlerinin hiçbiri duygusal bir içerik taşımıyordu.

bu görüş hitler'in tasarlama ve yaratma hareketlerinin çapını hiçbir denetleme olmaksızın korkunç bir biçimde genişletti: bu tür bir mimar için siyaset alanına el atmak çok doğal bir şeydi; çünkü o, el attığı yeni nesnelerdeki değişik yanı görmüyordu: bu "insanlar" öteki araçlar ve taşlar gibi yalnızca kendisine öykünen "nesneler"di. her aracın bir sapı vardı -bu yeni nesnelerin de kulakları vardı. ve taşları sevmek, onlardan nefret etmek, onlara acımak (ya da onlara doğruyu söylemek) saçmaydı. öyleyse hitler'in kişiliği çok az rastlanan bir hastalık içindeydi; hiçbir gölgesi bulunmayan bir egoydu onunki.

anormal koşullarda böyle bir ego klinik bakımından sağlıklı kabul edilebilecek olgun, ergin bir zekâyla yaşayabilecekken hitler'inki az rastlanır bir biçimde hastaydı (bu, yeni doğmuş bir bebekte oldukça normal kabul edilebilecek, çocukluk dönemine taşabilecek bir hastalıktır). hitler'in ergin "ben"iyse şöyle gelişmişti - hastalıklı bir urun büyümesi gibi kocaman ama biçimsiz bir büyüme. bu, aklını yitirmiş, acılar içindeki yaratık yatağın içinde dönüp duruyordu.

"rienzi gecesi", operadan sonra linz kıyısında freinberg'de geçirdiği gece: çocukluğunun en önemli gecesi oydu kesinlikle; çünkü içindeki yalnızlıkla her şeye yetme gücünü o gece doğrulamıştı kendine. bir anlık bir zaman kesiminde dünyanın tüm zenginliklerini ve güçlerini görmeseydi, o karanlıkta o yüksek yere çıkmayı göze alabilir miydi? orada eski kutsal kitaptan bir soruyla karşılaştığında tüm varlığıyla "evet" demeden edebilir miydi? yüksek dağın tepesinde kasım yıldızlarının tanıklığı altında; sonuna dek götüreceği o pazarlığı yapmamış mıydı?

oysa şimdi.. şimdi rienzi gibi dalganın tepesinde uçarcasına giderken kendisini gittikçe daha çok kabararak berlin'e dek taşıması gereken o dayanılmaz dalga, o yükseklik kırılmaya başlamıştı: kıvrılıp kırılıp üzerine yıkılmıştı, onu yerlere çalmıştı, gürüldeyen, derin yeşil suların arasına atmıştı.

yatağında delicesine dönerken nefes nefese kaldı -suda boğuluyordu (hitler'in her zaman en çok korktuğu şeydi bu). boğuluyor muydu? öyleyse. linz'de tuna'nın üstündeki köprüde kendini öldürmeyi düşünen çocuğun bir an titremesi.. demek ki o melankolik çocuk çok eskilerde kalan o günde gerçekten atlamıştı suya; o günden bu yana olanların hepsi birer düştü yalnızca! öyleyse şimdi boğulan, aldanan kulaklarında uğuldayan bu ses tuna'nın sesiydi.

çevresini saran yeşil, ıslak aydınlıkta yukarıya dönük ölü bir yüz yaklaşıyordu ona doğru: bu ölü yüzde kendisininki gibi hafifçe patlak, açık kalmış iki göz vardı: ölmüş annesinin son olarak beyaz yastığın üzerinde gördüğü açık kalmış, ak gözleriydi bunlar. ölmüş, ak ve boş; kendisine karşı en küçük bir sevgi izi bile kalmamıştı içlerinde. oysa şimdi bu yüzler çoğalıyordu -dört bir yanını sarıyordu suda. öyleyse annesi bu suydu, kendisini boğan bu sulardı annesi! bunu anlayınca debelenmekten vazgeçti. annesinin karnındaymış gibi, dizlerini karnına doğru çekti, kendini öylece boğulmaya bıraktı. hitler, uyumuştu sonunda.