23.01.2010

nizam ve melikşah

amin maalouf

alamut kalesi'nin hasan sabbah tarafından alındığı haberi ısfahan'a ulaştığında fazla bir yankı uyandırmadı. şehir şimdi nizam ile saray arasında şiddetlenen çatışmaya kilitlenmişti. terken hatun, ailesinin topraklarına karşı vezir'in yürüttüğü harekatı affetmemişti. fazlasıyla güçlü vezirinden bir an önce kurtulması için melikşah'a baskı yapıyordu. babası öldüğünde sultan'ın bir vasisi bulunmasından doğal bir şey yoktu, daha on yedisindeydi çünkü; bugün otuz beşine geldi, kemale ermiş bir erkek oldu, işlerin yönetimini sonsuza dek ata'sının eline bırakamaz; imparatorluğun gerçek hakiminin kim olduğunu anlamanın vakti geldi, diyordu. semerkant hadisesi, nizam'ın kendi iradesini dayatmaya çalıştığını, efendisini oyuna getirdiğini ve ona tüm dünyanın gözleri önünde henüz reşit olmamış bir çocuk gibi davrandığını göstermemiş miydi?

melikşah bu adımı atmakta duraksıyordu; ama bir olay onu bu yöne itti. nizam kendi torununu merv şehrinin valiliğine atamıştı. bu kendini beğenmiş yeniyetme, dedesinin gücünün her şeye yeteceğine de güvenip yaşlı bir türk komutana herkesin içinde hakaret etme cüretini göstermişti. ihtiyar gözyaşları içinde melikşah'a gelip olan biteni şikayet etti, çileden çıkan hükümdar hemen o anda nizam'a şöyle bir mektup yazdırttı: "eğer sen benim yardımcımsan bana itaat etmeli ve yakınlarının benim adamlarıma saldırmasını yasaklamalısın; eğer kendini benimle eşit, benim iktidar ortağım olarak görüyorsan, o zaman ben de gereken kararları alırım."

devlet ricalinden oluşan bir heyetin getirdiği mesajı alan nizam cevabını gönderdi: "mademki bugüne dek anlayamamış, gidin sultan'a söyleyin, ben tabii ki onun iktidar ortağıyım ve ben olmadan böyle bir gücü ve devleti asla inşa edemezdi! babası öldüğünde her işini elime aldığımı, taht üzerinde hak iddia eden diğerlerini benim saf dışı bıraktığımı ve tüm asilere boyun eğdirdiğimi unuttu mu? dünyanın bir ucundan diğerine kendisine gösterilen itaat ve saygıyı bana borçlu olduğunu unuttu mu? gidin, söyleyin ona, evet, külahının kaderi benim mürekkep hokkamın kaderine bağlıdır!"

heyet üyelerinin ağızları şaşkınlıktan açık kalmıştı. nizamülmülk kadar bilge bir insan sultan'a hitap ederken gözden düşmesine ve kuşkusuz ölümüne sebep olacak bu sözleri niye kullanıyordu? kibri çılgınlık noktasına mı varmıştı?

o gün, böyle bir kararlılığın gerçek sebebini bilen tek insan hayyam'dı. nizam, geceleri gözüne uyku sokmayan ve gündüzleri de işine yoğunlaşmasını engelleyen korkunç acılarından dert yanmıştı. onu uzun uzun muayene eden, sağını solunu yoklayıp sorular soran ömer, bağdokusunda bir ur teşhis etmiş, nizam'ın günlerinin sayılı olduğunu anlamıştı.

dostuna sağlık durumu hakkındaki gerçeği açıklamak zorunda kaldığı gece hayyam için çok zor geçmişti.

- ne kadar vaktim kaldı?

- birkaç ay.

- ıstırabım sürecek mi?

- acılarını azaltmak için afyon verebilirim sana; ama o zaman da bilincin sürekli uyuşur ve çalışamazsın.

- peki, yazamaz mıyım?

- uzun uzadıya sohbet bile edemezsin.

- o zaman ıstırap çekmeyi tercih ederim.

sorularla cevapların arasına uzun suskunluklar ve vakarla bastırılan ıstırap giriyordu.

- ahiretten korkuyor musun hayyam?

- niye korkayım ki? ölümden sonrası ya hiçlik ya da mağfiret.

- peki, ya kötülük ettiysem?

- günahların ne kadar büyükse, allah'ın merhameti de o oranda artar.

nizam'ın içi biraz rahatlamış gibiydi.

- sevap da işledim, camiler, medreseler inşa ettim, zındıklarla savaştım.

hayyam karşı çıkmayınca devam etti:

- yüz yıl, bin yıl sonra beni hatırlayacaklar mı?

- bunu nereden bilebiliriz ki?

nizam inanmayan gözlerle süzdü onu, sonra devam etti:

- şunu sen söylememiş miydin bir gün: "hayat yangın gibidir. yoldan geçenin unuttuğu alevler, rüzgarın önüne katıp savurduğu küller; işte, bir insan ömrü gelip geçmiştir." nizamülmülk'ün kaderi de bu mu olacak sence?

soluk soluğa kalmıştı. ömer'in ağzından hiçbir söz çıkmamıştı henüz.

- arkadaşın hasan sabbah, benim alçak bir türk uşağı olduğumu etrafa yayarak dolaşıp duruyor memleketi. hakkımda yarın böyle mi diyecekler gerçekten? arilerin yüz karası olarak mı anılacağım? otuz yıl boyunca sultanlara kafa tutup onlara kendi iradesini dayatabilmiş benden başka kimsenin çıkmadığı unutulacak mı? türk orduları zaferi kazandıktan sonra elimden başka ne gelirdi? hiç konuşmuyorsun.

dalgınlaşmıştı.

- yetmiş dört yıl, tam yetmiş dört yıl geçiyor yeniden gözlerimin önünden. hayalkırıklıkları, pişmanlıklar, başka türlü yaşamak isteyeceğim bir sürü olayla dolu yıllar!

gözleri yarı yarıya kapanmış, dudakları büzülmüştü:

- yazıklar olsun sana hayyam! hasan sabbah bugün tüm kötülüklerini sürdürebiliyorsa, senin suçun bu.

ömer cevap vermek istedi: "hasan ile senin ne çok ortak noktanız var! gönlünüzü kaptırdığınız dava için, bir imparatorluk kurmak veya dünyayı imamın saltanatına hazırlamak adına, adam öldürmekten çekinmiyorsunuz. benim gözümdeyse, adam öldüren her dava cazibesini yitiriyor. ne denli güzel olursa olsun, çirkinleşiyor, bozulup alçalıyor. ölümle ittifak yapan hiçbir dava haklı olamaz." bunları haykırmak geçti içinden; ama tuttu kendini, sustu, bıraktı dostu kaderine doğru huzur içinde sürüklensin.

o dayanılması güç gecenin ardından, nizam sonunda kaderine razı oldu. bu dünyada artık olmayacağı düşüncesine alıştı. ama o günden tezi yok devlet işlerinden elini ayağını çekti ve kalan tüm zamanını "siyasetname" adındaki kitabına hasretmeye karar verdi. dört yüzyıl sonra macchiavelli'in "prens"i batı için ne anlama gelecekse, müslüman doğu için aşağı yukarı aynı şeyi ifade eden çarpıcı bir eserdi bu. ama aralarında hatırı sayılır bir farklılık vardı yine de: prens, siyasette hayalkırıklığına uğramuş, her türlü iktidardan yoksun kalmış birinin eseriydi. siyasetname ise bir imparatorluk banisinin yeri doldurulmaz tecrübesinin ürünüydü.

yani hasan sabbah uzun süredir düşünü kurduğu, silah zoruyla ele geçirilemez o tapınağı fethettiğinde, imparatorluğun güçlü adamı tarihteki yerinden başka bir şey düşünemeyecek durumdaydı. gerçek sözleri hoşa gidecek sözlere yeğliyordu ve sultan'a sonuna dek meydan okumaya hazırdı. hatta kendi çapına uygun, dillere destan olacak bir ölümü istediği bile söylenebilirdi.

bu isteği yerine gelecekti.

melikşah, nizam'ı ziyarete giden heyeti kabul ettiğinde, nakledilenlere inanamadı.

- bana ortak, bana denk olduğunu mu söyledi gerçekten?

elçiler ezik bir vaziyette bunu onaylayınca, sultan'ın öfkesi kabından taşıp patlayıverdi. vasisini kazığa oturtmaktan, canlı canlı parçalatmaktan, kalesinin surlarında çarmıha gerdirmekten söz ediyordu. sonra nizamülmülk'ü tüm görevlerinden almaya ve öldürtmeye nihayet karar verdiğini terken hatun'a bildirmeye koştu. artık iş, bu idamın nizam'a bağlılıklarını koruyan çok sayıda askeri birlikte bir tepkiye yol açmayacak şekilde nasıl gerçekleştirilebileceğini bulmaya kalıyordu. ama terken'in aklında başka bir fikir vardı: mademki hasan da nizam'ın öldürülmesini istiyordu, o zaman onun işi biraz kolaylaştırılsa ve böylece melikşah da üzerine hiç şüphe çekmese daha iyi olmaz mıydı?

alamut'a sultan'a bağlı bir adamın komutasında bir ordu gönderildi. görünürdeki amaç ismaililerin kalesini kuşatmaktı; aslında, kuşku uyandırmadan pazarlık masasına oturmak için bir sis perdesi yaratmak söz konusuydu. olayların nasıl cereyan edeceği en küçük ayrıntısına varıncaya dek ayarlandı: sultan, nizam'ı nihavend'e, ısfahan ile alamut'un ortasında kalan bir şehre çekecekti. orada da haşşaşinler devreye girecekti.

dönemin metinlerine göre hasan sabbah adamlarını toplamış: "hanginiz bu memleketi nizamülmülk'ün şerrinden kurtaracak?" diye sormuş. arrani lakaplı bir adam elini göğsüne koyarak gönüllü olduğunu belirtince, alamut hakimi görevi ona vermiş ve eklemiş: "bu iblisin öldürülmesi ahiret mutluluğunun başlangıcıdır."

bu sırada nizam evine kapanmıştı. divan'ından hiç ayrılmayanlar gözden düştüğünü öğrenince yanından uzaklaşmıştı; hayyam'dan ve nizamiye muhafız alayının subaylarından başka evine uğrayan yoktu. vaktinin büyük bölümünü yazarak geçiriyordu. kendinden geçercesine bir tutkuyla yazıyor ve zaman zaman ömer'den yazdıklarını okumasını istiyordu.

hayyam'ın gözleri satırları dolaşırken yüzünde kah bir gülümseme beliriyor, kah yüz hatları birden geriliyordu. başka birçok büyük adam gibi nizam da ömrünün bu son demlerinde oklarını sağa sola fırlatmaktan, bazılarıyla hesabını görmekten kendini alamamıştı. bunlardan biri de terken hatun'du. kitabının 43. faslına şöyle bir başlık koymuştu: "perdelerin arkasında yaşayan kadınlar." "bir zamanlar bir melikin kendisine hakim olmuş bir karısı vardı. bunun sonucu ihtilaf ve kargaşadan başka bir şey olmadı. bu konuda daha fazla konuşacak değilim; çünkü herkes başka dönemlerde de benzer olayların yaşandığını gözlemleyebilir." bunları yazdıktan sonra ekliyordu: "bir işin başarılı olması için, kadınların dediğinin aksini yapınız."

sonraki altı bölüm ismaililere ayrılmıştı ve şöyle sona eriyordu: "onların mezhebi hüdavend-i alemi uyarmak için anlatıldı. bendelerinden bir kısmı dünya malına aşırı düşkünler. hak sahiplerinin haklarından bir bölümünü heri alarak bu kısmın fazla olduğunu iddia ediyorlar. eteği yırtıp kola eklemekle asla gömlek yapılamaz. bendenize öyle geliyor ki bu gibiler ulu ve büyük kişileri makamlarından etmek istiyorlar. davulların sesi kulaklara ulaşıyor, sırları ortaya çıkıyor. bu hususta kulunuz hangi konuda konuştuysa, doğru söyleyip şefkat ve nasihat etme vazifesini yerine getirdi. allah, onun düşmanları kahreden gücünü ve devletini kem gözlerden uzak tutsun."

gelen bir ulağın donu bağdat'a yapılacak bir yolculukta sultan'a eşlik etmeye çağırdığı gün, vezir kendisini neyin beklediğini gayet iyi biliyordu. vedalaşmak için hayyam'ı çağırttı.

- bu halinle bu kadar uzun yola çıkmamalısın, dedi hayyam.

- bu halde hiçbir şeyin önemi kalmaz ve zaten ölümüm de yoldan olmaz.

ömer ne diyeceğini bilemedi. nizam onu kucaklayıp dostça uğurladıktan sonra hakkındaki fermanı verenin huzuruna gidip önünde eğildi. zarafetin, düşüncesizliğin ve pervasızlığın en uç noktasıydı bu: hem sultan hem de vezir bile bile ölümle oynuyorlardı.

infazın yapılacağı yere doğru yolda giderlerken melikşah "ata"sına sordu:

- sence daha ne kadar yaşarsın?

cevap verirken nizam'ın kılı bile kıpırdamadı:

- uzun, çok uzun süre.

sultan ne diyeceğini şaşırdı:

- haydi bana karşı kibirli davranıyorsun diyelim; ama allah'a karşı bu kibir de ne oluyor? ağzından böyle laflar çıkacağına, allah ne derse o olur, herkesin vadesini o bilir, desene!

- öyle dedim; çünkü geçen gece bir rüya gördüm. peygamber efendimiz, allah'ın selamı üzerine olsun, bana göründü, ona ne zaman öleceğimi sordum ve içimi rahatlatan bir cevap aldım.

melikşah sabırsızlandı:

neymiş o cevap?

- resulullah bana şöyle dedi: "sen islam'ın temel direklerinden birisin, etrafına hep iyilik yapıyorsun, varlığın müminler için çok değerli, bu yüzden sana, ne zaman öleceğine karar verme ayrıcalığını tanıyorum." ben de şu cevabı verdim: "allah korusun, hangi insan böyle bir günü seçebilir ki? insan hep biraz daha yaşamak ister ve mümkün olan en uzak tarihi seçsem bile sürekli olarak o günün giderek yaklaştığı saplantısı ile yaşarım ve ister bir ay ister yüz yıl sonra olsun, o günün arifesinde, korkudan tir tir titrerim. ben tarih seçmek istemiyorum. istediğim tek lütuf, sevgili peygamberim, efendim sultan melikşah'tan daha fazla yaşamamaktır. elimde büyüdü, bana "ata" dediğini işittim; bu yüzden onun ölümünü görmek gibi bir utanca ve ıstıraba katlanmak istemem." dileğin olacak" dedi resulullah, "sultan'dan 40 gün önce öleceksin."

melikşah'ın beti benzi atmıştı, tir tir titriyordu, neredeyse kendisini ele verecekti. nizam gülümsedi:

- görüyorsun hiç de kibirli değilim, uzun süre yaşayacağıma eminim dediysem bir sebebi var.

acaba o sırada sultan'ın aklından vezirini öldürtmek fikrinden vazgeçmek geçmiş miydi? vazgeçse iyi ederdi. çünkü rüya hikayesi sadece bir teşbih olsa da, nizam gerçekten ürkütücü tedbirler almıştı. yola çıkmadan bir gün önce yanında toplanan muhafız subayları, şayet nizam öldürülürse düşmanlarından hiçbirinin sağ kalmayacağına kuran'a el basarak yemin etmişlerdi.

nizam'ın ölümü: nizam'ın son yemeği bir iftardı. ramazanın onuncu günüydü. devlet ricali, saray erkanı, komutanlar, bu kutsal aya gösterilen saygı gereği, alışılmamış bir sadelik içindeydi. iftar sofrası muazzam bir yurtta kurulmuştu. birkaç köle herkes ne seçtiğini görsün diye ellerinde meşaleler tutuyordu. geniş gümüş tepsilere, en yağlı deve veya kuzu parçasına, en semiz keklik buduna doğru altmış aç el uzanıyor, etlerin ve sosların arasında dolanıyordu. etler paylaşılıyor, parçalanıyor, yenilip yutuluyordu. eline iyi bir parça geçiren, onu iltifat etmek istediği komşusuna sunuyordu.

nizam az yiyordu. o akşam ıstırabı her zamankinden fazlaydı, böğrü yanıyor, iç organları gözle görülmez bir devin pençesine düşmüş gibi buruldukça buruluyordu. dik durmak için çaba harcadı. sofrada komşularının sunduğu her lokmayı çiğneyip yutan melikşah yanında oturuyordu. zaman zaman yan yan süzüyordu vezirini, herhalde korktuğunu düşünüyordu. birden elini kara incirlerle dolu bir tepsiye uzattı, en olmuşunu seçti, nizam'a ikram etti. sunulan yemişi terbiyeli bir hareketle alan nizam kenarından bir parça ısırıp bıraktı. insan, hem tanrı, hem sultan hem de haşşaşinler tarafından ölüme mahkum edildiğini bile bile incirden tat alabilir miydi?

nihayet iftar sona erdi, gece olmuştu. melikşah bir sıçrayışta kalktı ayağa, terken hatun'a koşup vezir'in yüzündeki sıkıntılı ifadeyi yetiştirmek için sabırsızlanıyordu. nizam ise önce dirseklerine dayanıp güç aldı, sonra büyük zorlukla doğrulup ayağa kalkabildi. harem çadırları uzakta değildi, yaşlı amca kızı ona acılarını biraz dindirecek etkili bir çay hazırlayacaktı. gideceği yer en fazla yüz adım uzaktaydı. çevresinde imparatorluk ordugahlarının o kaçınılmaz hayhuyu ve gürültüsü hüküm sürüyordu. zaman zaman bir cariyenin boğuk kahkahası işitiliyordu. yol bitmek bilmiyor, nizam tek başına adımlarını sürüklemeye çalışıyordu. her zaman çevresinde bir sürü yardımcı koştururdu; ama gözden düşmüş biriyle kim birlikte gözükmek isterdi ki artık? dilenciler bile yollarını değiştirmişlerdi, gözden düşmüş bir ihtiyardan ne koparılabilirdi?

yine de birisi yaklaştı yanına, sırtına yamalı bir aba geçirmiş bir yiğit. hayır dualar mırıldanıp duruyordu. nizam elini kesesine atıp üç altın çıkardı. hala yanına gelmeye cesaret eden bu yabancıyı ödüllendirmek lazımdı.

şimşek gibi bir parıltı, havada şimşek gibi çakan bir bıçak. her şey çok çabuk olup bitti. nizam'ın elin havaya kalktığını görmesiyle hançerin giysisini, tenini delip kaburgalarının arasına saplanması bir olmuştu. bağırmadı bile. sadece şaşkınlığını belirten bir hareket yaptı, ciğerlerine son kez bir soluk çekti. karanlıkta şimşek gibi çakan hançer, o kalkıp inen el ve tükürür gibi "al bakalım bu armağanı, ta alamut'tan geliyor sana!" diyen o gerilmiş ağız, yere devrilirken ağır ağır akan görüntüler halinde gözlerinin önünden bir kez daha geçti belki.

o zaman haykırışlar yükseldi. haşşaşin koşmaya başladı, çadırdan çadıra kovaladılar adamı ve sonunda buldular. derhal gırtlağı kesildi, sonra da ayaklarından sürüklenip ortalıkta yanan büyük ateşlerden birinin içine atıldı.

nizam'ın intikamı: melikşah çok tuhaf davranıyordu. vasisinin ölümünden yararlanıp imparatorluğun dizginlerini sonunda eline alacağı beklenirdi. ama hiç de öyle olmadı. yakıcı isteklerine ket vuran adamdan nihayet kurtulduğuna çok sevinen sultan, tek kelimeyle, çocuklar gibi eğleniyordu. tüm iş toplantıları, elçi kabulleri iptal edilmiş, gündüzler cirit ve av partilerine, geceler ise içki alemlerine ayrılmıştı.

daha da kötüsü bağdat'a gelir gelmez halife'ye haber göndermişti: "bu şehri kış payitahtım yapmaya niyetliyim, emirülmüminin en kısa sürede kendine başka bir yer bulup taşınsın." ataları üç buçuk yüzyıldır bağdat'ta yaşamış halife, işlerini düzene sokmak için bir ay mühlet istedi.

terken, dünyanın yarısına hakim olan 37 yaşındaki bir hükümdara hiç yakışmayan bu hoppalıktan kaygılanıyordu; ama onun melikşah'ı böyleydi işte. o da sultan'ın gülüp eğlenmesine göz yumup kendi otoritesini kurmak için bu durumdan yararlandı. emirler ve devlet ricali terken'e başvuruyor, nizam'a sadık adamların yerini onun güvendikleri alıyordu. sultan da iki gezi veya iki içki alemi arasında bu kararları onaylıyordu.

18 kasım 1092'de melikşah bağdat'ın kuzeyindeydi, ormanlık ve bataklık bir bölgede yabaneşeği avlıyordu. son on iki okundan sadece birini isabet ettirememişti, yanındakiler ona övgüler düzüyor, hiç kimsenin onunla boy ölçüşemeyeceğini söylüyorlardı. dolaşmak karnını acıktırmıştı, sövüp sayarak ifade etti bunu. köleler koşuştu. bir düzine adam yaban hayvanlarını kesip, derilerini yüzüp, içlerini temizleyip şişe geçirdiler. bir süre sonra açıklık bir alanda etler kızarmaya başladı. en yağlı but hükümdara sunuldu, o da eti büyük bir iştahla dişleyip bir yandan da mayalı bir içkiyi kafasına dikerek zevkle karnını doyurmaya koyuldu. ara sıra da turşu atıştırıyordu; bu onun en sevdiği yiyecekti ve aşçısı asla tedbirsiz yakalanmamak için gittiği her yere küp küp turşu taşırdı.

birden bağırsakları yırtılıyormuş gibi bir ağrı saplandı karnına. melikşah acıyla böğürdü, yanındakilerin dizlerinin bağı çözüldü. sinirle elindeki kadehi fırlatıp attı, ağzındakileri tükürdü. iki büklüm oldu, içi boşaldı, sayıklamaya başladı, sonra da bayıldı. çevresindeki onlarca musahip, asker ve hizmetkar titriyor, birbirlerini kuşkuyla süzüyorlardı. içkiye zehri kimin karıştırdığı hiç öğrenilemeyecekti. belki de turşuya katılmıştı. yoksa av etine mi? ama herkes aklından hesap yaptı: nizam öleli 35 gün olmuştu. vezir, "kırkını göremeyecek" demişti. öcünü alanlar verilen mühlete uymuşlardı.