28.10.2008

iki şehrin hikayesi

charles dickens

zamanların en iyisiydi, zamanların en kötüsüydü. hem akıl çağıydı hem aptallık, hem inanç devriydi hem de kuşku, aydınlık mevsimiydi, karanlık mevsimiydi, hem umut baharı hem de umutsuzluk kışıydı, hem her şeyimiz vardı hem hiçbir şeyimiz yoktu, hepimiz ya doğruca cennete gidecektik ya da tam öteki yana.

her insanın bir diğeri için engin bir muamma oluşu, üzerine kafa yorulması gereken şaşırtıcı bir gerçektir.

kalıcı olan tek felsefe baskıdır. korku ve esaretten kaynaklanan bu hayırsız hürmet var ya azizim, başımız şu çatının altında olduğu sürece köpeklerin kamçıya itaat etmesini sağlar.

gece vakti büyük bir şehre girdiğimde karanlıkta kümelenmiş bütün o evlerin her birinin içlerinde kendi sırlarını barındırdıklarını düşünürüm. her bir evin her bir odasında ayrı bir sır vardır ve bunların içlerinde çarpan her bir yürek de hemen yanı başındaki yüreğin bile bilmediği ayrı bir sır taşır içinde. en berbat şeyler, hatta ölüm bile böyledir.

acı ve ümitsizlik, müthiş bir güç barındırır içinde.

sevdiğim şu kitabın sayfalarını daha fazla çeviremem artık, boş yere bir gün hepsini okumuş olmayı umarım. bir zamanlar, üzerinde ışık parladıkça dibe çökmüş hazinenin ve diğer batıkların göründüğü suyun dipsiz derinliklerine bakamam artık.

yüksek tabakadan nefret etmek, aşağı tabakanın istemsizce gösterdiği bir çeşit hürmettir.

göze hoş görünüyor burası ama bir bütün olarak bakıldığında, bu gökkubbenin altında, gün ışığında israfın, kötü yönetimin, zorbalığın, borcun, ipoteğin, zulmün, açlığın, çıplaklığın ve acının üst üste yığıldığı bir kule aslında.