15.09.2021

şark vs. garp

ahmet hamdi tanpınar

tevfik bey'e göre, uzviyetlerin birbiriyle tanışmasından evvel sevişmek imkansızdı. romancıların kabahati, hikâyelerini, asıl başlaması lazım gelen yerde bitirmeleriydi. çünkü asıl aşk uzviyet tecrübesine dayanan, onunla devam eden aşktı. bu itibarla ilk ciddi ten tecrübesinde tesadüfün ihanetine uğrayanlar, ömürlerinin sonuna kadar, eğer tesadüf denkleri ile karşılaştırmazsa, mahzun arayışlarına devam edeceklerdi.

bir şairimiz, selim'i salis hendese öğreneceği yerde, biraz siyasi tarih öğrenseydi ne iyi olurdu, diyor. buna tanzimat biraz ekonomi politik bilseydi, diye ilave edebiliriz. halbuki öğrenmeye de epeyce merak etmişti. fakat kim? münif paşa'dan, abdülhamit öğreniyor. birisinin bilip bilmediği meçhul, öbürü ise vehminde mumyalanmış bir biçare. otuz üç yıl kendisini bir köşkte hapseden bir iktidar delisi. türkiye'nin bir numaralı kalebendi. hani o yüz bir sene mahkûmu biçareler yok mu, onlardan! ondan sonrası ise malum..

birdenbire hadiselerin emrine geçeriz. milli zafere kadar hep onların zarureti altında kaldık. orhan, tembelce gerindi. bu güneş çok güzel ve rahattı! -peki, bütün bunlar zamanla kendiliğinden olmaz mı? hatta zamanla olacak şeyler değil mi?

olamaz. çünkü zaman şarta göre değişir. büyümekte olan bir çocuğun zamanı başkadır, bir hastanın zamanı başka. biz umumi zamanın dışındayız. yani zaman tempomuzu değiştirmek mecburiyetindeyiz, demek istiyorum. biz dünyaya yetişeceğiz. benim söylediğim, kafilenin en sonunda olsak bile ona katılmak, onunla yürümek, hususi patikadan umumi caddeye çıkmak içindir. zaman şüphesiz bir amildir fakat dünya için başkadır; çalışmasının hızıyla dünyaya katılmış milletler için başkadır; bugünkü halimizde bizim için ise büsbütün başkadır. kendi başına bırakırsak lehimizde çalışmaz; bizim gibilerde her şey derine doğru çeker. kanat değil ayaktaki demirdir.

hayır biz shakespeare'in dediği gibi zamana doğru koşmaya mecburuz. onunla mücadele edeceğiz. biz her şeyi irademizle yapacağız. evvela şartlarımızı tanıyacağız. sonra işlerimizi sıralayacağız. yavaş yavaş cihan piyasasına çıkmaya başlayacağız. kendi piyasamızı kendi istihsalimize açacağız. aileyi, evi şehri ve köyü tekrar kuracağız. bunları yaparken insanı da yapmış olacağız. şimdiye kadar insanla yapıcı olarak meşgul olamadık, bir yığın inkılabın peşinde idik. içimizde kendimize karşı bir hareket hürriyetini elde etmeye çalışıyorduk.

bu zaruretten şimdi daha büyük ve esaslı zaruretlere uyanmamız lazım. her zaman daha düzeltilmez ki. şimdi o düzlüğe bir bina kurmamız lazım. bu bina ne olacak? yeni türk insanının ölçülerini kim biliyor? yalnız bir şeyi biliyoruz. o da birtakım köklere dayanmak zarureti. tarihimize bütünlüğünü iade etmek zarureti. bunu yapmazsak ikiliğin önüne geçemeyiz.

muvazaalar daima tehlikelidir. bugüne getirdikleri kolaylığı yarın çıkaracakları imkansızlıklarla bize ödetebilirler. onun için son derecede vazıh olmalıyız.

nuri dayanamadı: vuzuhtan kastınız nedir? bana vaziyet o kadar garip geliyor ki.. bir taraftan iyi kötü bir tekniği almaya, onun adamı olmaya çalışıyoruz. onun zihniyetini benimserken zaruri olarak eski kıymetleri atıyoruz. muaşeret şeklimizi değiştiriyoruz. diğer taraftan istiyoruz ki, eskiyi unutmayalım! bugünkü realitelerimizde bu eskinin yeri nedir? bu sadece bir hatıra, bizim için bir özleyiş. belki sizin, benim hayatımızı süsleyebilir! fakat yapıcı olarak ne kıymeti olabilir! 

vuzuhtan kastım.. düşündü. sonra başını kaldırdı. bilmiyorum, dedi. zaten yapılacak şeyin ne olduğunu bilsem burada sizinle konuşmam. o zaman şehre inerim, etrafıma herkesi toplarım. yunus gibi bağırırım, size hakikatinizi getirdim, derim. hakikat de bu üzerinde ilk düşünecek olanı halledeceği bir şey değildir. fakat burada da yapılacak birkaç şey bulabiliriz.

evvela insanı birleştirmek. varsın aralarında hayat standardı yine ayrı olsun; fakat aynı hayatın ihtiyaçlarını duysunlar. birisi eski bir medeniyetin enkazı, öbürü yeni bir medeniyetin henüz taşınmış kiracısı olmasınlar. ikisinin arasında bir kaynaşma lazım. sonra, mazi ile alakamızı yeni baştan kurtarmamız lazım. birincisi nispeten kolaydır, hayatın maddi şartlarını az çok değiştirmekle bunu elde edebiliriz. fakat ikincisi ancak nesillerin çalışmasıyla elde edilebilir. maziyi ihmal edersek hayatımızda ecnebi bir cisim gibi bizi rahatsız eder, terkibin içine ister istemez sokacağız.

o, kendisinden gelmemiz lazım gelen bir şeydir. bu devam fikrine bir vehim de olsa muhtacız. kaldı ki, dün doğmadık. en çetin realitemiz budur. sonra hangi köklere gideceğiz? halk ve halkın hayatı bazen bir hazine, bazen de bir seraptır. uzaktan namütenahi bir şey gibi görünür. fakat yaklaştın mı, beş on motifin ve modanın içinde kalırsın; yahut doğrudan doğruya bazı hayat şekillerine girersin. klasik, yahut yüksek tabaka kültürü, ondan birçok yerlerde kopmuşsun. ve zaten sıkı sıkıya bağlı olduğu medeniyet yıkılmış.

mümtaz, işte ben bunu imkansız görüyorum, dedi. çünkü dediğiniz gibi dizi koptu bir kere. bugün türkiye'de nesillerin beraberce okuduğu beş kitap bulamayız. dar muhitlerin dışında, eskilerden zevk alan gittikçe azalıyor. biz galiba son halkayız. yarın bir nedim, bir nef'i, hatta bize o kadar çekici gelen eski musiki ebediyen yabancısı olacağımız şeyler arasına girecek.

güçlük var. fakat imkansız değil. biz şimdi bir aksülamel devrinde yaşıyoruz. kendimizi sevmiyoruz. kafamız bir yığın mukayeselerle dolu; dede'yi, wagner olmadığı için, yunus'u, verlaine, baki'yi, goethe ve gide yapamadığımız için beğenmiyoruz. uçsuz bucaksız asya'nın o kadar zenginliği içinde, dünyanın en iyi giyinmiş milleti olduğumuz halde çırılçıplak yaşıyoruz. coğrafya, kültür, her şey bizden bir yeni terkip bekliyor; biz misyonlarımızın farkında değiliz. başka milletlerin tecrübesini yaşamaya çalışıyoruz.

şu tefsir yok mu, bu eserin üzerinde durmak ve onu sende yaşayan insan tecrübesine mal etmek; bir ona başlasak. işte onu yapamıyoruz. demin sevmek dedim fakat sevmek de kafi değil, daha öteye geçmek lazım. fikri ve duyguyu canlı bir şey gibi yaşamayı bilmiyoruz. halbuki halkımız bunu istiyor.

orhan şüpheliydi: hakikaten istiyor mu? bana öyle geliyor ki, halkımız bütün bunlara başından itibaren kayıtsızdır. bütün mazi boyunca bizden o kadar uzak kalmış ki.. bu işlerde adeta ümitsiz. yahut hiç olmazsa şüphede.

evet, halk istiyor. tarihe bugünün hesapları arasından bakmazsan bu memleketin de herhangi bir memleket gibi yaşadığını kabul edersin. aradaki fark bizde orta sınıfın teşekkül edememesidir. her an doğmak için hadiseleri zorlamıştır. fakat doğamamıştır. ayrılık manzarası buradan gelir. halkın kayıtsızlığı veya bizden şüphesi bizim uydurduğumuz bir masal olsa gerektir. aramızdaki ideoloji kavgalarında karşımızdakini yenmek için bulduğumuz bir tabiye. hani o kısa ve yalnız okuyanın kafasında bir an için parlayan veya okunan gazete sahifelerinde kalan zaferler yok mu? onları kazanmak için!

hakikatte halkımız münevverlerine inanır. onu benimser. zaten başka türlüsüne imkan yoktur. iki asırdır siyasi hadiseler bizi bir nevi gemi nizamı altında yaşatıyor. mutlak olan tehlikeler bize bu terbiyeyi verdi. halkımız münevverine daima inandı ve gösterdiği yolda gitti.

ve daima da aldandı?

hayır, daha doğrusu biz aldanınca o da aldandı. yani her millette olduğu gibi. sen tarihte akli bir yürüyüş kabul eder misin? böyle bir şey elbette imkansız. fakat cemiyetlerin birikmiş kudretleri nesillerin hatası üzerinden atlar. bize her şeyin iyi gittiği vehmini verir. emin olun biz de her millet kadar aldandık, her millet kadar hata ettik.

halkı sever misiniz?

hayatı seven herkes halkı sever.

hayatı mı, halkı mı? bana öyle geliyor ki, hayatı daha çok seversiniz, yahut mefhumları?

halk hayatın kendisidir. hem manzarası, hem tek kaynağıdır. halkı hem sever hem tadarım. bazen bir fikir kadar güzel, bazen tabiat kadar haşindir. orada her şey büyük ölçüdedir. çok defa büyük denizler gibi susar. fakat konuşacağı ağzı bulunca da..

fakat ona gitmek, ona gidemiyorsunuz! sefaletleri, ıstırapları, endişeleri, hatta zevki size kapalı kalıyor. yani hepimize demek istiyorum. ben adana'da çalışırken bunu çok iyi duydum. daima kapının dışındayım.

kim bilir? bazı kapıların bize kapalı görünmesi, önünde değil, arkasında bulunduğumuz içindir. büyük şeylerin hepsi böyledir. bir formülde hapsetmek için yakalamaya çalıştın mı, senden uzaklaşırlar. küçük sefaletlerle inersin! birisinde akla, mantığa, şüpheye, inkâra, öbüründe imkansızlığa, acze, isyana gidersin. halbuki kendinde ararsan bulursun. bu bir disiplin, hatta metot meselesidir.

peki ama nasıl buluruz? o kadar güç ki. bazen kendimi goethe'nin homunculus'u gibi bir cam kabuk içinde mahpus sanıyorum.

ihsan düşündü: zannetme ki sana kabuğunu kır, diye cevap vereceğim. o zaman dağılırsın! sakın kabuğunu kırma! genişlet. ve kendine mal et, kanınla işle ve canlandır. kabuğun kendi derin olsun.

homunculus'un kabahati, mahfazasını canlı bir şey haline getirmemesi, oradan bütün kainatla birleşmemesi, hülasa yaşayamamasıdır. yoksa bir kabuğu olmasından değil.

beni anlamadınız ki hocam. siz de ona ermiş değilsiniz! erseydiniz içinizde aramaz, kendinizde yaratmaya çalışmazdınız. ona büyük, geniş, kendisini size ve etrafa cebreden bir realite, bir değerler ve hakikatler mecmuası gibi bakardınız. onu kendinize ait bir hakikat gibi keşfe çalışmazdınız. bu beni tatmin etmiyor. tabir caizse siz yaratıyorsunuz. ben mevcut olana gitmeyi kastediyorum.

ihsan, orhan'ın yüzüne mülayemetle baktı, sonra: bilmem böyle konuşma neye yarar? dedi. fakat seninle daha sarih olmak isterim. şüpheni anlıyorum. sen kendimden vazgeçmemi, kendimi inkâr etmemi istiyorsun. sevgiyi ihtiyari bir iş buluyorsun. bu itibarla seni tatmin etmiyor. bana "at kalbini girdaba, açıl engine ruh ol" diyorsun. yahut da halkı ve hayatını tek realite yahut bir emir gibi karşıma çıkarıyorsun. kendin için de böyle düşünüyor ve yapmadığın için mustarip oluyorsun. yalnız bir noktayı unutuyorsun, o da her şeyden evvel bir şahsiyet olduğundur.

ben her şeyden evvel kendime sadık olmak isterim. bu benim ruh bütünlüğümdür. ancak onu elde ettikten sonra bir işe yararım. kendime sadık olmak, yani birtakım kıymetleri kabul etmek daha ilk merhalede beni etrafımdan ayırır. zaruretiyle onlardan sıyrılırım. kendimi bu müntehada bulduktan sonra tekrar onlara dönerim. onun için severim ve senin dediğin gibi kendimde yaratırım. mistiklerdeki vecd haline girmek ve denizde kaybolmakla hiçbir şey kazanmam ve etrafıma da kazandırmam. bu demektir ki, ben hayata muhafazasını istediğim çerçeveler içinden bakarım. bu çerçeveler benim şahsiyetimdir, tarihi benliğimdir. ben milliyetçiyim, bir mefhuma çok yakın bir realitenin adamıyım. fakat bu demek değildir ki, halka yabancıyım, bilakis onun emrindeyim.

fakat ıstırabını görmüyorsunuz?

görüyorum. fakat oradan hareket etmek istemiyorum. onu mazlum gördükçe bir gün zalim olmasını hazırlayacağımı biliyorum. niçin o kadar çok ıstırap çekiyoruz; yani bütün dünya. çünkü hürriyetin uğrundaki her mücadele yeni bir adaletsizliği doğuruyor. ben aynı silahlarla mukabeleyi bırakmak istiyorum. ben içinde yoğrulduğumuz tekneden işe başlamak istiyorum. ben türkiye'yim. türkiye benim adesem, ölçüm ve realitemdir. kainata, insana her şeye oradan, onun arasından bakmak isterim.

bu kafi değil!

bir ütopyaya kapılmak istemeyen için kafi. hatta müsbet bir iş görmek isteyen için.

peki, nedir bu türkiye?

ihsan içini çekti: işte mesele burada. onu bulmakta..

ben bu suale bazen cevap verir gibi oluyorum. kendi kendime biz gurbetin insanlarıyız diyorum. mesafelerin terbiye ettiği insanlar. onun aşkı, ıstırabı, hürriyeti. tarihimiz, sanatımız; hiç olmazsa halkta böyle.

mümtaz bir an düşündü: hatta klasik musiki bile. "bir mübarek sefer olsa da gitsem, kabe yollarında kumlara batsam.."

nuran, ihsan'ın fikirlerini ilk defa dinliyordu, onu bu kadar realiteye bağlı bulmadan şaşırmış gibiydi: hayata ne kadar şuurla bakıyorsunuz? adeta sentetik bir ilaç hazırlar gibi. ve yaşar'ın vitamin müstahzarlarının prospektüslerinden hatırladığı cümleleri içinden okudu: b vitamini tabiatta karışık halde bulunduğu gıdalar arasında kolaylıkla temessül edilemez. binaenaleyh büyük ilmi mesai sayesinde laboratuvarımız..

yapıcı olmaya mecbur olan nesiller hayata başka türlü bakamazlar. çalışmaya, çalışacağın yolu hazırlamaya ve hatta çalıştırmaya mecburuz.

ama bazıları böyle demiyor, çalışma insanı insanlıktan çıkarır, ufkunu kapar diyorlar.

o bazıları onu söylemeden evvel birçok şey söylüyorlar. kurulmuş avrupa'nın içinde bir nevi mistiğin peşinde yürüyorlar. ruha murakabe imkanı istiyorlar. ben evvela ruhumun hatta maddemin teşekkülünü istiyorum. onların istediği her tarikatta esastır. fakat bir milletin hayatı bir tarikat değildir ki.. ben ki bu kadar içtimaiyim; fransa'da olsam ben de ferdin peşinden dolaşır, ona cemiyete rağmen kendisi olması imkanlarını düşünürdüm. yahut şunu, bunu. her halde mevcuttan memnun olmaz, kendimce bulduğum eksiği tamamlamak ister, onun mücadelesini yapardım. türkiye'de türkiye'nin ihtiyacı olan şeyi düşünüyorum.

demin şahsiyetimi ve ferdiyetimi bırakmam diyordunuz. şimdi ise..

fert olmaktan niye çıkayım? hatta niye şahsiyet olmayayım? fert vardır. isteksiz isteksiz ilave etti: ormanda ağacın esas olduğu gibi.

dinde, cemiyetin bünyesinde ayrılış daha ilk adımlarda başlar. dikkat edin ki, garp medeniyetinde her şey bir kurtulma, bir azat edilme fikri üzerine kurulur. insanoğlu evvela dinde, isa'nın yeryüzüne inmeye ve orada öldürülmeye, kendisini feda etmeye razı oluşuyla kurtulur. sonra cemiyette sınıf mücadeleleriyle evvela şehirli, sonra köylü kurtulur. bir bakımdan biz başından itibaren hürüz. 

suat ısrar etti: şark hiçbir zaman hür olmamıştır. o daima sıkı kadrolar içinde adeta anarşist bir fertçilikte kalmıştır. hürriyetten o kadar çabuk vazgeçeriz ki.. ve her vesile ile..

ben asıl temelden bahsediyorum. şarkta, bilhassa müslüman şarkta cemiyet bu hürriyet fikri üzerinde kurulur.

ne çıkar? o kadar çabuk vazgeçtikten sonra.

o başka. o bir nevi fedakarlık terbiyesi. müslüman şark, asırlardan beri kendisini müdafaa vaziyetindedir. mesela biz. iki yüz seneye yakın bir zamandır, hayati müdafaalarla yaşıyoruz. böyle bir cemiyette bir nevi kale nizamı kendiliğinden doğar. bugün hürriyet mefhumunu kaybetmişsek sebebi muhasara altında yaşadığımız içindir.

mümtaz sana bir hikaye mevzuu vereyim mi? düşün bir kere, ben anlatayım da. bir insan, faziletli bir insan, bir memur, bir hoca, istersen bir evliya tasavvur et. öyle hazırla ki bütün değerler kendisinde mevcut bulunsun. onlarla doğmuş olsun. bir kere bile kendi içinde aksamamış bir adam hülasa. fakat mecburiyeti sevmiyor. garip değil mi? sadece kendini seviyor: kendisinde ve kendisi için yaşamayı istiyor. ömrü gayesiz fakat cömert hareketlerle dolu ve bu hareketler kendiliğinden, hep iyiliğe doğru gidiyor. fakat düşüncesinde hür olmayı seviyor. ve hiçbir vazife hissi tanımıyor.

günün birinde bu adam bir kadınla evleniyor, belki de sevdiği bir kadınla. birdenbire değişiyor; huysuz, titiz, kötü düşünceli bir adam oluyor. kendisini tasnif edilmiş görmek onu yavaş yavaş çıldırtıyor. bir etiket altında yaşamanın, bir araba atı gibi beraber yaşamanın sıkıntısı onu içinden değiştiriyor. yavaş yavaş hemen herkese karşı fenalık yapıyor; hayvanlara, insanlara, her şeye zalim oluyor. hasis oluyor, hiç kimsenin saadetine tahammül edemiyor. sonunda..

mümtaz kısaca bitirebilmek için, malum hikâye. karısını öldürüyor, dedi.

evet ama bu kadar kısa değil. kendi kendine uzun muhakemeler yapıyor. hayatını bir mesele gibi alıyor ve düşünüyor. sonunda insanlıkla arasında tek maniayı görüyor.

ayrılsın.

neye yarar? beraber yaşamış iki insanın birbirinden ayrılacağını, hakikaten ayrılabileceğini sanıyor musun?

bunu mümtaz'ın yüzüne dik dik bakarak söylemişti.

hem ayrılırsa ne çıkar? bütün bağları koparsa bile, ara yerde kaybedilmiş seneler bulunacak. hepsini dakika dakika yaşadığı muazzam, korkunç, karanlık bir ömür; ondan kurtulabilecek mi? sonra o ruh itiyatları.. o zaman daha büyük bir tereddüde düşecek. etrafında olan bütün fenalıkları bilerek yapmış bir adam, düşün. ayrılmak da bunlardan biri olacak.

peki, öldürünce unutacak mı?

hayır, unutmayacak. tabii unutmayacak. fakat kini ortadan kalkacak. içindeki dargınlık gidecek.

nuri dayanamadı: mümtaz, bana kalırsa onun hayatını yazacağın yerde bir tarafta rastlarsan öldür, daha iyi olur.

suat omuzlarını silkti: bu bir şey halletmez. sadece meseleden kaçmış oluruz. sonra öldüremez. öldürmesi için tanıması, ayırması lazım. herkese benzeyen adamı niçin öldürsün, herkes az çok bir veya birkaç insanın yüzünden kötüdür. emin olun buna. her düşüşün altında bir başkası vardır. ve herkes kendinin mezarıdır. o herkese benziyor, hepimize. fakat bunu kabul etmiyor. evet sonunda bu zalim oyundan kurtulmanın tek çaresini buluyor. bir tek hareket, kanlı bir hareket, bir nevi intikama benzeyen bir iş. fakat bunu yapar yapmaz büyülü bir eşik atlamış gibi kendisini öbür tarafta, eski dünyasında, içindeki iyilik hazinesiyle zengin buluyor. yüzü parıldıyor ruhu bütün genişliğini alıyor; insanları seviyor, hayvanlara acıyor, çocukları anlıyor.

nasıl, cinayetle mi?

ihsan bütün neşesini kaybetmişti. somurtkan, bir uçurum önünde gibi kendi içinde toplanmış mümtaz'ın yüzüne bakıyordu. nuran mümtaz'ın yanına geçmiş, elini omuzuna koymuştu: bir kavgada gibi herkes en sevdiğinin yanındaydı. yalnız selim tek başına, küçücük boyu ile önde, iki kollarını kavuşturmuş son derece eğlenceli bir şey seyredenlerin çehresiyle konuşanlara bakıyordu. daha ziyade mahallesinde horoz dövüşü seyreden çocuklara benziyordu.

burada artık cinayet yok.

macide: delirdin mi suat? böyle şeylerden ne diye bahsediyorsun. kafana acı. ve sonra birdenbire senelerdir yanında söylenmeyen fakat şimdi kendi ağzından çıkan -deli- kelimesi önünde korkarak, geriye, ihsan'ın arkasına doğru çekildi. bütün vücudu titriyordu.

hayır, niye delireyim. ben bir hikâye mevzuu anlatıyorum. burada cinayet yok; bir kurtulma işi var. tek manianın ortadan kalkışı. tekrar dirilmek var. evet kainatı buluyor. kendisine yedi gün mühlet vermişti. yedi gün cinayeti gizliyor. yedi gün tekrar dirilmiş gibi insanlar arasında mesut, onları anlayarak, altın parıltılar içinde yaşıyor. tam bir tanrı gibi yedi gün. ve yedinci günün akşamı bütün tabiat ve hayatla barışık, insan kaderinin miracında kendisini asıyor.

ihsan, olmaz, dedi. bu değişikliği izah edemezsin! hiçbir intikam hissi, hiçbir adalet duygusu ferde başkasını öldürmek hakkını vermez. fakat farz edelim ki, bu hakkı kendinde görüyor ve öldürüyor. değişme nasıl olur? veliliğin yolu cinayetten geçmez ki.. insan kanı daima korkunçtur. insanı küçültür, ezer. cemiyetin adaletinde bile buna doğrudan doğruya vasıta olana iyi gözle bakmıyoruz. cellat hiçbir zaman sevilmemiştir.

bizim ahlakımız için, evet, fakat onun üstüne çıkarak.

ahlakın üstüne çıkılmaz.

niçin olmasın? iyiliğin ve fenalığın üstünde yaşayan bir insan için. sen velilikten bahsediyorsun; benim kahramanım velilik istemiyor. o hürriyet istiyor. onu elde edince tanrılaşıyor.

insan kanla hür olmaz. kanla elde edilen hürriyet, hürriyet değildir; kirlenmiş bir şeydir. bırak ki insan tanrılaşamaz. insan insandır. ve bu da oldukça güç varılacak bir merhaledir.

bana hürriyeti tarif edebilir misin?

ederim. başkaları için istediğimiz nimet.

ya kendin, kendin ne oluyorsun?

onu başkaları için istemekle ben de nefsime karşı hür oluyorum.

esaretin başka bir nevi. hepimiz ayrı ayrı varız.

bir bakıma öyle, yani inanarak istemezsem. fakat herkesle beraber olduğunu düşün, tam hürriyettir. sen hepimiz ayrı ayrı varız dediğin anda her şeyi kaybedersin. varlık tektir ve biz onun parçalarıyız! aksi takdirde dünya her an daha beter olur. hayır, varlık tektir. ve biz onun geçici parçalarıyız. saadetimizi, huzurumuzu ancak bu düşünce ile elde edebiliriz. sonra gülümsedi; sana epeyce tavizat da verdim, suat. fikrimi anla, belki esasta birleşebiliriz. insan teker teker tanrı olmaz; fakat insanlık bir gün kendisine layık bir ahlak yaparsa tanrılaşabilir. yani bazı büyük vasıflar kazanır.

fikre fazla kıymet vermiyor muyuz?

emin olun, fazla kıymet veriyoruz. o kadar çok değişir ki.. tıpkı hava ile ilk tesadüfte hususiyetlerini kaybeden, eskisinden büsbütün başka şeyler olan maddelere benzer. çünkü hayat kendi şeklini veya şekilsizliğini, o devamlı oluş halini fikrin hatırı için bırakmaz. onun içindir ki, hiçbir yerde iktidar, velev ki kendi getirmiş olsun, fikrin peşinden gitmez. fikir, bazen iktidarı hazırlar. fakat hükümran olamaz. asıl hükümran olan, saltanatı süren hadiseler veya onların yanı başında devrini savmadıkça kudreti azalmayan realitelerdir. onun içindir ki, kim olursa olsun, aksiyonda büyük adam yalnız bir andır, yahut muayyen bir devredir.

her ömrün bir altın saati vardır. işte büyük adam o altın saattir. iktidar, fikri ne yapsın ki, o hadiseler karşısında elini, kolunu bağlamaktan başka bir işe yaramaz. meğer ki çok cesur ve münhasıran bir noktada kendisini teksif etmiş olsun ve gündelik hadiselerin dışına çıkabilsin! küçük küçük gelen dalgaları yenmekten vazgeçsin! asıl meseleyi görsün. fakat hayat, yani etraf buna razı olur mu? hangi ana kadar mukavemet edebilir? ben dram muharriri olsaydım, rienzi'yi tekrar yazardım. bu halktan çıkan ve halk tarafından yıkılan kahramanı. yahut ona benzer birini.

ihsan'ın eski mektep arkadaşı, elli beşlik, durgun, çok tecrübe geçirmiş bir mülkiye memuruydu. şimdi üç senedir mebus bulunuyordu:

bütün fecaat, insanın, insanla karşılaşa karşılaşa, en sonunda kendisini tanımayacak hale gelmesi.

fikirler de öyledir: hayatla karşılaşa karşılaşa tanınmaz hale gelir. düşünce cesurdur ve kendisine karşı koyabilecek başka bir kuvvet bulunmamak felaketine maruzdur. bir düşünceyi ne tahdit eder? hiç. fakat icra mevkiine koy, bakın ne hale girer. her an değişir ve bir evvelki halini tutmaz. büyük ihtilallerin tarihi budur. dünyada fransa ihtilali kadar büyük ve güzel epope azdır. yirmi, otuz sene içinde beşeriyet, iki bin yıl kendisini idare edecek düsturların hepsini bulmuştur. fakat başladığı zaman, neticenin sadece bir burjuvazi hakimiyeti ile biteceğini kim bilirdi. hiçbir şey, hiçbir şeyi olduğu gibi kabul etmez: ihtiyarı içimizdedir. dışarıda sadece aletler ve vasıtalar vardır.

bununla beraber, fikir için o kadar hareket oluyor. isyanlar, ihtilaller, zulümler, katliamlar..

evet, oluyor. fakat hedef daima değişiyor. daima ok mahrekinden çıkıyor. zamanımıza gelince, o büsbütün korkunç. her kıymet pazarda. her şey altüst. bir tarafta on dokuzuncu asrın en korkunç, en yıkıcı ihtira'sı olan ihtilal mühendisleri var. ispanya'da veya meksika'da oturup dünyanın herhangi bir köşesinde, bir şehrin eldeki planlarına göre elektrik tertibatını uzaktan hazırlayan herhangi bir teknik çalışma gibi, ihtilal hazırlayanlar, hayatın azmaya, kangren olmaya müsait yerlerini keşfedip üzerine basanlar, onu azdıranlar var.

tabii şekilde ihtilal, halkın veya hayatın, devleti geride bırakmasıyla olur. bizde ise hayat ve halk, yani asıl kütle, devlete yetişmek mecburiyetinde. hatta, çok defa münevver ve devlet adamı bile.. düşüncenin evvelden hazırlanmış yolunda yürümek! en aşağı 1839'dan beri bu böyle. onun için hayatımız o kadar yorucu oluyor. kaldı ki, üzerimizde asırlardan gelen büyük bir terbiye de var. her şeyi bozan, bizi adeta mahkûm eden bir itiyat. çabuk vazgeçiyoruz. müslüman şarkın en büyük hususiyeti budur. şark vazgeçer. sade güçlüğün karşısında değil, zamanın, tabii zamanın karşısında vazgeçer.

talihimizin en hazin tarafı neresidir, biliyor musun mümtaz? insanın yalnız insanla meşgul olması. bütün bina onun üzerinde kuruluyor; dışarıda ve içerde. farkında olsun olmasın, insan insanı malzeme gibi kullanıyor. kinimiz, garazımız, büyüklük arzumuz, aşkımız, yeisimiz, ümidimiz hep onunla. dilenciyi ve fakiri çıkar, merhamet ve gufran kalmaz, birdenbire fakirleşiriz. hayır, insan insanla meşgul. insanoğlu insana yüklenerek yaşıyor. hatta sanatkârlar bile; senin o evliya ruhlu dediğin insanlar bile. o gece dede efendi bize nasıl yüklenmişti? şimdi son defa için dinlediğim keman konçertosunda beethoven bana nasıl yükleniyor? hatta onlar, ötekilerinden daha fazla. çünkü üst üste kendi ruhlarının hastalıklarını bize aşılıyorlar. sen bile. mümtaz. haline bakmadan neler söylüyorsun, hem de o acayip üslubunla? bereket versin ki, can sıkıcısın; yoksa..

son ümit nedir, bilir misiniz? çok defa son ümit, temennilerimizin imkansızlığa akseden çehresidir!

bu ümidin ne kadar zayıf olduğunu size bir kelime ile söyleyeyim. bütün ümitlerimiz senelerdir bu işi hazırlayanlarda, bu kadar ciddiyetle, riyazi bir formül üzerinde uğraşır gibi uğraşanlarda. düşünün bir kere bir preparasyon, bir ameliyat masası, bir tiyatro aksiyon hazırlar gibi yıllarca onu kendileri hazırladılar. evvela hayatın her tabii haline, her gelişmeye ve neticesinde buhran adını vererek, sonra da bu buhranlara, kudretlerini, şümullerini üç dört misli çoğaltacak tedbirler bularak..

şimdi neye bel bağlıyoruz; etrafımızdaki havayı böyle çıldırtanların, onu nefes alınmaz hale sokanların birdenbire bu işten vazgeçmesine, birdenbire o imkansız kaynayıştan sükunete dönmelerine, etraflarına muayyen meselelerin gözlükleriyle değil, tabii gözleriyle bakmalarına, yani bir mucizeye.. asıl korkuncu, herkesin, yani karşı karşıya gelenlerin ayrı ayrı ruh durumlarında olmasında, kimi refahın yahut tereddüdün, olamaz düşüncesinin verdiği gevşeklik içinde, kimisi saf hareketin çılgınlığında. yahut sadece ben cesaret edersem, mesele halledilir, yok mu? onu düşünmede?

bir daha, fakat bu sefer elinin tersiyle alnının terlerini sildi ve fikirlerini bitirememekten korkuyor gibi acele acele söylemeye başladı. mümtaz gecenin, içindeki maiye başka şey katılmış bir kadeh gibi bulandığını görüyordu.

felaket burada. ama dahası da var, en müteredditleri bile yine hareketin ortasındalar. onun için herkes kendi vuzuhuna inanıyor. bu inanış hitler'i en delice hareketlere teşvik ediyor. fakat bununla da kalmıyor, yavaş yavaş harbin tek çıkar yol olduğuna inandık. bununla da bitmiyor. biz muharebe olacağını sanıyoruz; tarihteki muharebelerden biri. halbuki dünya politikacıların burnu dibinde birleşmiş, meseleleri birbirine kenetlenmiş, bir iç harbine hazırlanıyor. iç harp, yani bir medeniyetin gömlek değiştirme şekillerinden biri. büyük, kendi realitesi içinde kavranması imkansız derecede büyük, adeta tabiatın bir hezeyanına, bir kabusuna benzeyen, o kadar büyük bir uzviyetin bir istihale noktasını yaşıyoruz.

her şeyin bir içten patlamayı hazırladığı, zaruri kıldığı, tabir caizse fizyolojik bir noktadayız. siyasi bir harbin sakınılması o kadar kolay ki.. bir dümen kırışı, aklıselimin bir saniye için dönüşü her şeyi halledebilir. fakat bir medeniyet krizini yenmek, onun arızaları içinde şuurunu muhafaza etmek, ona karşı gelmeye çalışırken dümeni ellerinden kaçırmamak, bir selde sürüklenmemek, bir tayfunda boğulmamak, bir yıldız müsademesinde toz haline gelmemek kadar güç.

ne kadar fazla kadercisiniz doktor!

çünkü tabiat adamıyım. senelerce bir fizyoloji laboratuvarı idare ettim. on binlerce hasta gördüm. sakınılması mümkün olanla olmayanı artık tanıdığımı sanıyorum. ölümün yerleşmek için seçtiği yeri uzaktan tanırım.

fakat bu ayrı şey değil mi?

nerede ki uzuvlaşma vardır, orada biyolojik kanunların az çok hükmünü görürsünüz. zannetmeyin ki bir benzetmeyi zorla son haddine götürmek için bedbin oluyorum. daima müdahalenin kabil olacağına inanıyorum. doktorum, yani müdahale disipliniyle yetiştim. fakat.. vaziyet zorla azdırılmış, uzviyeti öyle kavramış ki.. başka taraftan bakın. böyle her şeyin birbirine karıştığı, her sualin birbirine muvazi olarak yürüdüğü, ümitle çalınan her kapıdan bir ejderha ağzının açıldığı bir devirde insanlığın mukadderatının birtakım yarı deli meczupların, mesuliyetsiz peygamberlerin, production, surproduction deterministlerinin, hüsnüniyetleri ancak silah seslerinde vuzuhla konuşan, idam hükümlerinde kıvamını bulan gerçek çehresini takınan ütopyacıların elinde bulunmasının felaketini düşünün. alın size stalin'in jesti.

hadiseler nasıl sıralanıyor! hitler'de paranoyak olan hadise bu sonuncusunda, tam suikast oluyor. lenin'in mongolit peygamber çehresi, nasıl birdenbire tasavvuru imkansız bir makyavel'e değişti. nasıl bir polis romanı entrikası oldu. stalin kendi çehresinin ve resimlerdeki bakışının sözünü nasıl tuttu? dünyayı cennet yapacak bir ideal namına, bir gün kendisine çevrilmek ihtimali olan silahı bütün insanlığa nasıl çevirdi. açıkça harbi teşvik ediyor; olması imkanını hazırlıyor. "benden korkma, emin ol!" diyor. küçük ve doğrusunu isterseniz son derece maharetli bir jest. eski müverrihler olsa göklere çıkarırlar.

fakat nefsini müdafaa için olsa da cürme iştirakten başka bir şey değil; meşaleyi tutan eli ocağa iyice yaklaşması için dürtmek gibi bir şey. mantığına girersek kendisine göre belki de haklı. fakat kendisine göre. halbuki bugünkü dünyada kendisine görenin tek yeri olmaması lazım. bunu size, bana, anvers'teki banka memuruna, brüksel'deki şimendifer kondüktörüne, ne bileyim, herkese anlatmak mümkün. fakat bir mistiğe, dünyayı geniş bir sahne, kendisini bir aktör sananlara, kanlı ölümü nefsi için bir hal çaresi bilerek işe başlayanlara nasıl anlatırsın. birisi rolümü bana allah ezberletti diyor, öbürü tarihî determinizmin içinden geliyorum, diyor.

insanlık fena bir ihtimali bir kere kendisine ufuk bilmesin; bir kere uçurumu görmesin. bir daha ondan geriye dönemez. onu giyinir. kıymetli bir şeyiniz, iyi bir yazma, güzel bir gramofon, bir acem halınız var mı, sakın onu satmayı bir imkan gibi düşünmeyin, evliyseniz karınızı boşamayı, seviyorsanız sevdiğiniz kadına darılmayı bir kere olsun aklınıza getirmeyin. sonra bu işlerden ne kadar çekinirseniz çekinin, mıknatıslanmış gibi, arkanızdan itiyorlarmış gibi onu yaparsınız, insan hayatında sakınmak yoktur. hele kütle halinde, asla. bir kere uçurum göründü mü, ölüm simsiyah dili ile konuştu mu?

sağlık, yarabbim bize sağlık ver. kuvvet değil, sağlık. insanoğlunun sıhhati. hayatı olduğu gibi kabul edecek sağlık. tanrılara benzer ömür istemiyoruz. bize nasip olan ömrü yaşayalım. insanca yaşamak. hiçbir şeye aldanmadan, kendimize yalan söylemeden, kendi yalanlarımıza, gölgelerimize tapmadan yaşamak.

şark, dedi. canım şark. dışarıdan miskin, budala, çaresiz, fakir. fakat içinden hiç aldanmamaya karar vermiş. bir medeniyet için bundan daha güzel ne olabilir? insanları içlerinden tatmin etmeyi ne zaman öğreneceğiz? ne zaman bu hoşça bak zatına'nın manasını anlayacaklar?