5.07.2020

hipodrom

charles bukowski

hiç şansı kalmadığını hipodromda geçirilen kötü bir gün sonrasında eve geldiğinde anlar insan.

çoraplar leş, cepte iki üç buruşuk dolar, mucizenin asla gelmeyeceğinin bilincinde ve en kötüsü, son koşuda keriz gibi 11 numaralı ata nasıl oynadığını düşünüp durursun, kazanamayacağını bile bile, 2/9 ile günün en büyük keriz tuzağı, yılların birikimini hiçe sayarak on dolarlık gişeye gitmiş ve kır saçlı gişeciye, "on bire iki ganyan!" demişsin ve gişeci sana yine "on bir mi?" diye sormuş, yanlış bir ata her oynadığında yaptığı gibi.

hangi atların kazanacağını bilmez ama hangi atların kesin kaybedeceğini iyi bilir ve başını sallayıp yirmiliği almış, sonra dışarı çıkıp o köpeğin sonuncu gelişini izlemek, hiçbir çaba göstermeksizin, beynin, "hay amına koyayım, aklımı kaçırmış olmalıyım." derken o köpeğin haylaz haylaz gezinişini izlemek.

hipodroma yıllarını vermiş bir dostumla konuştum bu meseleyi. o da birçok kez aynı şeyi yapmış. buna "ölüm isteği" diyor, ki hayli bayat, esniyoruz artık bu saptamayı duyduğumuzda; ama tuhaf bir şekilde hâlâ geçerli bir yanı var. koşullar ilerledikçe insan sıkılıp oyunu olduğu gibi küpeşteden denize fırlatmak istiyor, kazanırken de kapılıyor insan bu hisse kaybederken de. sonra gelsin yanlış bahisler.

ama bana kalırsa daha ciddi bir sorun aslında başka bir yerde olma arzusu: -bir koltuğa oturup faulkner okumak ya da çocuğunuzun boya kalemleri ile resim yapmaktır istediğiniz, hipodrom bir iştir sonuçta, hem de hayli güç bir iş. bu duyguya kapılmışsam ve formumdaysam hipodromu terk ederim.

bu duyguya kapılmışsam ve formumda değilsem yanlış atlara oynamaya başlarım. insanın idrak etmesi gereken bir diğer şey de ne olursa olsun kazanmanın zor olduğudur, kaybetmekse çok kolay. büyük amerikan kaybedeni olmak iş değildir -herkes yapabilir, neredeyse herkes yapıyor zaten.

atların üstesinden gelmeyi başaran adam aklına koyduğu her şeyi yapabilir, hipodrom değildir onun yeri. şövalesi ile paris'te resim yapmalı ya da east village'da avantgarde bir senfoni bestelemelidir. ya da bir kadını mutlu etmelidir ya da dağda bir mağarada bir başına yaşamalıdır.

ama hipodroma gitmek insana kendini ve kalabalığı idrak etme olanağı tanır. günümüzde yazmayı beceremeyip hemingway'e bok atmaya bayılan bir çok eleştirmen var ve koca oğlan yazarlık kariyerinin ortasından sonuna kadar gerçekten kötü şeyler de yazdı, aklının cıvataları gevşiyordu ama o haliyle bile diğerleri onun yanında edebi çişlerini yapmak için ellerini kaldırıp izin isteyen okul çocuklarından farksızdılar.

ernie'nin boğa güreşlerine neden gittiğini biliyorum -basit: yazmasına yardım ediyordu, tamirciydi ernie. kağıt üstünde tamirat yapmayı seviyordu, boğa güreşleri onun için her şeyin resmedildiği bir tuvaldi. dağları aşarken filinin kıçını tokatlayan hannibal ya da ucuz bir otel odasında kadınını döven bir ayyaş. hem daktilonun başına geçtiğinde ayakta yazardı, silah gibi kullanırdı daktiloyu, boğa güreşleri herhangi bir şeye eklemlenmiş her şeydi. dolgun bir güneş gibi kafasındaydı her şey: yazdı.

bana gelince, hipodrom bana çabucak nerede zayıf, nerede güçlü olduğumu söyler ve o gün kendimi nasıl hissettiğimi ve ne kadar değiştiğimizi, sürekli değiştiğimizi ve bunun ne kadar farkında olmadığımızı. ve kalabalığın soyulması yüzyılın korku gösterisidir. hepsi kaybeder, bakın onlara, bakabilirseniz.

hipodromda geçireceğiniz bir gün size üniversitede dört yılda öğreneceğinizden daha fazlasını öğretebilir. üniversitede yaratıcı yazı dersi veriyor olsaydım öğrencilerin haftada bir kez hipodroma gitmelerini ve her koşuya iki dolardan az olmamak kaydı ile oynamalarını dersin olmazsa olmaz koşullarından biri yapardım, plase oynamak yok. plase oynayanlar aslında evde kalmak isteyip bunu nasıl yapacaklarını bilmeyenlerdir.

yaratıcı yazı dersi verirken görebiliyorum kendimi:

"evet bayan thompson, nasıl gitti?"

"18 dolar kaybettim."

"son koşuda hangi ata oynadınız?"

"tek-göz jack'e."

"kerizlenmişsiniz, bayan thompson. atın iki buçuk kiloluk handikapı vardı ve bu ahaliyi çeker; ama aynı zamanda koşulların izin verdiği ölçüde sınıf atlamak demektir. sınıf atlayan bir at ancak kağıt üzerinde şansı yoksa kazanabilir. tek-göz jack'in hız ortalaması da hayli yüksekti, ki ahaliyi çeken başka bir unsurdur; ancak hız ortalaması iki yüz metre üzerinden hesaplanmıştı. iki yüz metre üzerinden hesaplanan hız ortalaması koşunun tamamı üzerinden hesaplanan hız ortalamasından her zaman daha yüksektir. dahası, hesaplarınızı dikkatli yapsaydınız atın bir sprinter olduğunu görürdünüz. 1/3 ile sonuncu gelmesi sürpriz değil."

"sizinki nasıl gitti."

"yüz kırk dolar içerdeyim."

"son koşuda kime oynadınız?"

"tek-göz jack'e. ders bitmiştir."