10.03.2016

cleo

henry miller

cleo sahnede göründüğü zaman, herkes fışkırtmaya hazır bir durumdadır. herkes şapkasının altında işe koyulur. bir koyu süt töreni. meni, benzin kadar bol akar. kör bir adam dahi ortalıkta kancıktan başka bir şey olmadığını fark eder. insanı asıl şaşırtan şey, hiçbir zaman toplanma olmamasıdır. ara sıra biri çıkıp evinde paslı bir jiletle hayalarını keser; fakat böyle ufak tefek şeyleri gazeteler yazmaz.

cleo'nun dansını muhteşem hale getiren şeylerden biri de, kuşağının ortasında, tam kuytusunun üzerine yerleştirilmiş bir ponpondu. gözlerinizi o noktaya dikmenize yardım ederdi. cleo bunu fırıl fırıl döndürebildiği gibi, cereyan çarpmışçasına hoplatır ve titretebilirdi de. bazen orgazm olmuş bir kuğunun dinlenmeye çekilmesi gibi, kesik kesik hareketlerle gevşerdi. bazen bu ponpon arsız ve edepsiz olurdu, bazen de somurtkan ve suratsız. bu ponpon, cleo'nun bir parçası, onun venüs tepesinde çıkmış bir tüy yumağı gibiydi. bunu, bir cezayir kerhanesinde, fransız bir tayfadan ele geçirmiş olmalıydı. henüz kadınların orasına burasına el atmamış olan 16 yaş civarındaki gençler için, bu numara oldukça tahrik ediciydi.

yüzünün neye benzediğini bir daha kolay kolay anımsayamadım. hayal meyal aklımda kaldığına göre, ucu kalkık bir burnu vardı. vücudunun önden görünüşünde, tam ortada, karmen kırmızısı ile boyanmış büyük bir göbek görürdünüz. bu göbek, aç bir ağız gibi dururdu. birdenbire felç olan bir balığın ağzı gibi. kuytusuna bakmanın bunun yarısı kadar bile heyecan vermeyeceğine eminim. olsa olsa, köpeğin bile başını çevirip koklamayacağı pembemsi ve mavimsi bir dilim et. belinin üst kısmı, göğüs kemiklerinin altından kubbeleşmiş, dolambaçlı bir armudu andıran et, daha canlıydı. göğsü bana hep, baldırları şemsiye tellerinin iskeleti gibi son bulan bir terzi mankenini çağrıştırırdı. çocukken elimi mankenin göbeğinde gezdirmekten zevk alırdım. aslında mankenin kollarının ve bacaklarının olmayışı, vücudunun dolgun güzelliğini daha da artırırdı. bazen, alt tarafında bir şey olmaz, sadece boynunda parlak siyaha boyanmış bir yaka bulunurdu. ne güzel kaçamaklardı bunlar. bir gece, asıl gösteriden önceki zamanı doldurmak için yapılan küçük bir gösteride, evlerdeki elbise modellerinin canlısına rastladım. sahnede sanki yüzüyormuşçasına rahat ve zarif el hareketleri ile dolaşıyordu. yanına epeyce yaklaşarak konuşmaya başladım. büyük şehirlerin şık semtlerindeki kuaförlerde görebileceğiniz balmumundan yapılmış heykelleri andıran oldukça güzel bir başı vardı. viyanalı olduğunu öğrendim; doğuştan ayakları yokmuş. fakat yoldan çıkıyorum.. beni cezbeden taraf, mankende görmüş olduğum şehvet veren kabarıklığın, armuta benzer çıkıntı ve kıvrımın bu kızda da mevcut olmasıydı. onu her açıdan görebilmek için uzunca bir süre sahnenin önünde dikildim. bacaklarının başlangıç yerlerinin bu kadar birbirine yakın olması şaşırtıcıydı. onu inceledikçe, ona olan isteğim artıyordu. kendimi, kollarımı onun ince beline dolamış, yerden kaldırmış ve alıp kaçırarak ırzına geçiyormuşum gibi hayal ediyordum.

her şeyin süresi hesaplanmıştı. saat 10.23'ü çaldığında cleo ikinci ve son numarasını yapmaya hazırdı. kontratında tam sekiz buçuk dakika kanatlarıyla bekleyecek ve final için ötekilere katılacaktı. o on iki dakika mahvediyordu onu. tamamen kaybedilen kıymetli dakikalar. elbiselerini bile değiştiremezdi. bütün parlaklığını perde inene kadar göstermesi gerekiyordu. bu da onu yakıp kül ediyordu.

cleo vücudunu davulun yuvarlanışı gibi büyük titremelere kaptırmadan önce, hipnotik bir yumuşaklık ve kobra esnekliği içinde dolanır sahnede. süt beyaz bacakları boncuklardan yapılı bir tül altındadır: pembe meme başları şeffaf bir ipekle örtülüdür. kemiksiz, süt gibi ve uyuşuk: samandan yapılma peruklu bir denizanasının cam boncuklar gölündeki hali gibi.

üstündeki çıngıraklı giysileri atarken bom-bomlar dom-dom, dom-domlar da bom-bom olur.

cleo'nun sahnedeki gösterisi beni kendime getirdi. cleo da bacaksız doğmuş o adamı iğfal eden zavallı kadar toplumdışı kalmış mıydı? cleo'nun üstüne kimse saldırmazdı, coney ısland'daki bacaksız güzeli kimsenin sevmeye cesaret edemediği gibi. halbuki vücudunun her hareketi sevişmeye davetkardı; ama kimse bu davete katılmayı aklından bile geçirmezdi. cleo'ya dans ederken yaklaşmak, kenar mahalle gösterilerine çıkan bir zavallıya tecavüz etmek kadar iğrenç bir şey olarak düşünülürdü.

cleo, spotların ışığında gittikçe daha parlak bir görünüş kazanıyordu. göbeği naufragé gibi kabarmış kıpkırmızı bir denizi andırıyordu. göbeğinin altındaki bölgeden çiçek gibi parçalar katıyordu orkestraya. bom-bomlar dom-dom, dom-domlar da bom-bom oluyordu. kendi kendini tatmin edenlerin kanları onun damarlarında akıyordu. meme başları iç içe geçmiş damarlardan yapılma mor bir türlüyü andırıyordu. ağzı, sıcak bir uzvu kesen kocaman kırmızı bir fildişi gibiydi. kolları kobra, bacakları ise rugan deridendi. yüzü fildişinden daha solgun ve ifadesi yucatan şeytanlarınınki kadar sabitti. kalabalığın yoğunlaşan şehveti, yıldızların ritmiyle güneş sistemine madde oluyordu. ateşler içindeki dünyadan büzülerek oluşmuş bir ay gibi, kanlı et parçaları kusuyordu. savaş alanlarındaki kurbanların hayal ettiği gibi, ayaklarını oynatmadan hareket ediyordu.

cleo dansını bitiriyordu. çarpıntılı son dakikalar, osmanlının ölümüne ilişkin derin düşüncelere rastlıyordu.