8.06.2011

yedi yaş ozanları

arthur rimbaud


pek çalımlı, halinden hoşnut annesi evin
gidiyordu kapayıp sayfasını ödevin
görmüyordu o mavi gözlerinde çocuğun
yankısını çirkefe terk edilmiş bir ruhun

büyümüş de küçülmüş gibi, bütün gün, kan ter
içinde, buyruklara baş eğse de çizgiler
ah o kara çizgiler, çocuğun ikiyüzlü
küflü, loş odaların karanlığında gizli
davranışını ele veriyordu bakınca
duvarları küflenmiş karanlık sofalarda
dili sarkık, elleri kalçasında geçerken
kapalı gözlerinde noktalar uçuşurken
hüznünü söylüyordu, yürüyüşü, yapısı
ve gün batıp açılınca akşamın kapısı
gece lambanın kesik bir alevi yüzünde
gün'ün çatıdan sarkıp ağaran körfezinde
hırıltısı gelirdi yukardaki odadan
yenik, yorgun ve alık, yaz yürüdüğü zaman
helaya bir girince, çıkmak bilmezdi, orda
rahatça düşünürdü teslim olup kokuya
ve kışın, günün kokularından arınınca
aydınlanırdı evin arkasındaki bahçe
uzanıp eteğine yere batık duvarın
dinlerdi uğultusunu uyuz dalların
özlem dolu gözlerle çocuklara bakardı
insaf! onun akranı yalnız bu çocuklardı
düşmüş yanaklarına gözbebekleri, cılız
alınları çıplak, böyle yoksul, yalnız
çamura bulanmış, kirli, arık parmakları
ot kokan partal giysilerin altında saklı
budalalara özgü tatlılıkla konuşan
garipleri izlerken yakaladığı zaman
ürküyordu annesi. çocuğun bakışları
sonsuz sevgiyle dolu sonsuz yakarışları
sorar gibiydi annesine: -bu telaş neden
mavi gözleri vardı onun -yalan söyleyen

yedi yaşına bastı, yaşam üstüne nice
düşler kurdu, ah, düşler, yapraklar devrilince
resimli güncelerde, italyan, ispanyollar
esrik bir özgürlüğün ışıldadığı çöller
loş ormanlar, güneşler, ırmaklar, güney dallar
kızarmış gözlerinden akıp gidiyorlardı
-sekizindeydi- yandaki yoksul evin kızı
delidolu kızı, sallayıp kalçalarını
sıçramaz mı sırtına bir köşede aniden
altında kaldı kızın, öcünü aldı hemen
dişleyip kabasını -donu falan da yoktu-
boğuştular bir süre, yoruldu, canı çıktı
yumruklar yediyse de böğrüne, kafasına
teninin kokusunu götürdü odasına

aralık ayının yavan pazar günlerini
hiç mi hiç sevmese de, sessiz alıp yerini
üstünde maun ağacından yapılmış sıranın
okurdu lahana yapraklarını tevrat'ın
-gece düşler kurardı yatağa yattığı an
sevmiyordu tanrıyı ama, kızıla çalan
akşamları tellallar davula üç kez vurup
sağır gürültülerle kulakları doldurup
buyrukları duyurur, halkı eğlendirirken
kara tulumlarıyla varoşlarına dönen
işçileri kendine daha yakın bulurdu
düşlerini sevdalı çayırlar doldururdu
çayırlar ki içinde ışıklı çalkantılar
altın rengi yapraklar, kutsal, ermiş kokular
kıpırdanıyordu, sular gibi, sessiz, durgun

karanlık nesnelerdi tek dostu. akşam, yorgun
duvarları küf kokan, pencereleri örtük
soluk mavi boyalı, içinde, eski, tek tük
eşyanın bulunduğu odaya çekilince
düşlediği romanı kurardı bütün gece
neler neler geçmezdi özlem dolu usundan
aşı boyası gökler, sislere batmış orman
dallarda yıldız yıldız açan ten çiçekleri
düşler bitip yalnızlık odanın her yerini
doldurunca, bozgunlar, bunalımlar başlardı
insaf! orda, odada çarpan bir yürek vardı
yalnız, kaba çuhanın üzerine uzanmış
kendini kentin usul gürültüsüne salmış
dört duvar arasında soluyan derin derin
düşünde çarşaf gibi yelkeni gemilerin