12.06.2011

kızılağaçlar kralı

michel tournier

gustave flaubert: bir şeyin ilginçleşmesi için ona uzun süre bakmak yeter.

öldükten sonra kendileirni neyin beklediğinden deli gibi kaygılanan; ama doğmadan önce ne olduklarıyla zerrece ilgilenmeyen insanların vurdumduymazlıkları da tepemin tasını fena halde attırıyor. oysa yaşam öncesi de yaşam sonrası kadar önemlidir; yaşam sonrasının anahtarı da belki yaşam öncesindedir. ben, işte, o zamanlarda oradaydım, bin yıl önce, yüz bin yıl önce. dünya daha gökyüzünde fırdolanan helyumdan bir ateş topuyken, onu alevlendiren ruh, onu döndüren ruh benim ruhumdu. kökenlerimin bu baş döndürücü eskilliği bile yeter aslında doğaüstü gücümü açıklamaya: varlık ve ben, o kadar uzun süredir birlikte yol alıyoruz ki, o kadar eski yoldaşlarız ki, birbirimizden öyle pek fazla hoşlanmasak da, yeryüzünün geçmişinden beri var olan bir alışkanlıkla birbirimizi anlıyoruz ve birbirimizden bir şey esirgemiyoruz.

iki tür kadın vardır. bir, ne istersen yapan, kullanabildiğin, sarıp öpebildiğin, erkek yaşamının süsü olan biblo-kadın. bir de görünüm kadın. bu kadında gezilir, tozulur; içinde kaybolma tehlikesi bile vardır. birincisi dikeydir, ikincisi yatay. birincisi çalçenedir, kaprislidir, kokettir, istekleri bitmek tükenmek bilmez. ötekiyse suskundur, dik kafalıdır, sahiplenicidir, düşçüdür, hiçbir şeyi unutmaz.

kadının tam anlamıyla kendisine ait cinsel parçalarının olmamasının nedeni, kadının kendisinin bütünüyle bir cinsel parça olmasıdır. sürekli taşınması zahmetli olduğu ve fazla yer tuttuğu için erkeğin çoğu kez bir yerlere bıraktığı, ondan sonra da gerek duyduğunda gidip aldığı cinsel parçası.

kitabı mukaddes'in, insanoğlunun ilk cinayetini anlatan satırlarını okuyuncaya kadar adım olan abel'in, yani habil'in bana öylesine, düşünülmeden konmuş bir ad olduğunu sanıyordum; hiç merak etmemiştim adımın kökenini. abel/habil çobandı, cain/kabil ise çiftçi. çoban, yani göçebe; çiftçi, yani yerleşik. abel/habil ile cain/kabil kavgası, zamanın başlangıcından beri göçebeler ile yerleşikler arasındaki temel toplumsal karşıtlık olarak sürüp gitmekte; daha da açıkçası, bu durum, yerleşiklerin göçebeleri kendilerine kurban belledikleri amansız bir kıyım olarak kuşaktan kuşağa sürmekte. bu kin bugün de sönmüş değil. çingenelerin uymak zorunda oldukları aşağılık ve aşağılayıcı yönetmeliklerde bile var -sabıkalı muamelesi yapılıyor onlara resmen- köy girişlerine filan hiç utanmadan arlanmadan dikilen ve üstlerine "göçebelerin konaklamaları yasaktır." yazan tabelalara varıncaya kadar sergilenmekte bu kin.

s.s.'lerin en çok saldırdıkları, köklerini kazımak istedikleri iki halk da yahudi ve çingene halkarıydı. böylece, burada, yerleşik ırkların göçmen ırklara karşı besledikleri bin yıllık kini de doruğuna ulaşmış bulunuyordu. yahudiler ve çingeneler, göçmen halklar, habil'in çocukları; auschwitz'de çizmelerini çekmiş, miğferini giymiş, bilimsel bir biçimde örgütlenmiş bir kabil'in darbeleri altında kitle halinde ölüp gidiyorlardı.

insanın yaşamındaki en heyecan verici şey, içinde doğuştan var olan sapkınlık yönelimini keşfidir.

yoğunluk, şaşırtıcı gizlerle doludur; çünkü o yaşamdır; ama arılığın da iyi yanı yok değildir. arılık eşittir hiçlik. arılığın bizim için karşı konulmaz bir çekiciliği vardır; çünkü hepimiz hiçliğin oğullarıyız.

mutluluk nedir? bu kavramın içinde, insanın belirli bir refaha erişmiş, yaşamını bir düzene sokmuş olması, durmuş oturmuşluğa ulaşması gibi hepsi de bana yabancı kavramlar var. insanın birtakım mutsuzluklarının olmasıysa, mutluluğun çevresine kurulmuş olan iskelesinin, yazgının darbeleriyle sarsıldığını hissetmesi demek. onun için, içim rahat. mutsuzluklara karşı güvencedeyim; çünkü benim iskelem falan yok. hüznün ve sevincin adamıyım ben. mutluluk/mutsuzluk seçeneğinin tam karşıtı olan seçenektir bu. çırılçıplak ve tek başıma, ailesiz, dostsuz, geçinmek için, nefes alır ya da hazmeder gibi ayrımına varmadan yaptığım, düzeyimden çok aşağı bir mesleği sürdürerek yaşıyorum ben. abanoz gibi kapkara, ışık sızdırmaz, karanlık mı karanlık bir hüzündür, benim doğal tinsel ortamım. ama bu karanlığın içinden sık sık beklenmedik ve hak edilmedik, hemen sönüveren; ancak gözlerimin önünde yine de yaldızlı, dans eden, parlak izler bırakan coşkun sevinçler de geçmez değil.

arılık düşüncesi, en bilinen ve en öldürücü kötücül tersyüz edilmelerin birinden doğmuştur. arılık, masumluk durumunun kötücül tersyüz edilmesidir. masumluk, varoluşu sevme, göksel ve yersel besinlerin gülümsemeyle kabulü, cehennemsel arılık ya da kirlilikten birini seçebilme olasılığından habersiz oluş demektir. bu kendiliğinden olan ve sanki doğuştan gelen azizlikten, şeytan, bunun tam tersi olan ve kendisine benzeyen bir maskaralık üretmiştir: arılık saplantısı. arılık saplantısı, yaşamdan nefrettir, insana kin duymadır, hastalıklı bir hiçlik tutkusudur. kimyada arı bir cisim, tümüyle doğala aykırı bir duruma gelebilmek için vahşice bir işlemden geçirilir. sırtına arılık şeytanı binmiş insan çevresine yıkım ve ölüm saçar. dinsel arılaşma, siyasal temizlik, ırkın arılığını koruma gibi pek çok çeşitlemesi vardır bu korkunç izleğin; ancak bunların hepsi, aynı biçimde, hem arılığın hem de cehennemin simgesi olan o ayrıcalıklı araç ateşle işlenen sayısız cinayetle son bulur.

sanat yapıtının işlevi, zamanın -zaman aşındırmasının, her yerde hazır ve nazır ölümün, sevdiğimiz her şeyin bir gün yok olup gideceği konusundaki var olan kesin sözün- hasta ettiği yüreklerimize biraz sonsuzluk getirmek olmalıdır. sanat yapıtı en yüce ilaçtır, ulaşmak için çabaladığımız sakin huzur limanıdır, ateşten yanan dudaklarımıza bir damla soğuk sudur.

kabızlık önemli bir nemrutluk kaynağıdır. durmadan bağırsaklarını yıkatan 17. yüzyıl insanlarını o kadar iyi anlıyorum ki! insanın en son kabul edebileceği şey, iki ayaklı bir bok çuvalı olmaktır. bütün bunların çaresiyse, mutlu, bol ve düzenli bir sıçma; ama bu ayrıcalık ne kadar az kişiye nasip oluyor!

evrenin anlamı açık. çiçek olma zamanı geçmiştir. meyve olmak gerek, tohum olmak gerek. kısa süre sonra evlilik tuzağı çenelerini kapatıp budalayı içine alır. o da, böylece, başkalarıyla birlikte, türün üremesini sağlayan ağır arabaya koşulur, insanlığın gebermesine yol açan büyük nüfus ishaline katkıda bulunmaya zorlanır. üzül, kız istediğin kadar. ama neye yarar? yakında başka çiçekler de bitmeyecek mi bu gübre üstünde?

aslında kıştan nefret etmemin temel nedeni, kışın tenden nefret etmesi. kış, püriten bir vaiz gibi, nerede çıplak bir ten görse, onu cezalandırır, kamçıya yatırır. soğuk, bir ahlak dersidir, jansenistçe bir nefretten kaynaklanan bir ders. bu mantık gereğince, göstergelerin belirginleşmek için tene gereksinimleri olduğundan, kış sesleri susturur, genelde yolum boyunca dizilen ateşleri söndürür. o zaman, benim dengem bozulur. kış uykusuna yatarım, yüzümü duvara dönüp yumruklarımla kulaklarımı tıkayarak..

körlüğümüzün ve sağırlığımızın duvarını delebilmek için göstergelerin bıkıp usanmadan kafamıza dank dank vurmaları gerek. yeryüzünde her şeyin simge ve alegori olduğunu anlamak için gereken tek şey sonsuz bir dikkat yeteneği.

büyü ve büyü uygulamaları, fotoğrafçının fotoğrafı çekilene yarı-sevisel, yarı-ölümcül sahip oluşunu kullanırlar. bu büyüsel yan benim için de çekici; ama fotoğraf çekme eylemi benim kafamda çok daha uzağa ve çok daha yukarılara gidiyor. fotoğrafçılıkta yapılan şey gerçek bir nesneyi yeni bir güce, düşsel bir güce ulaştırmaktır. gerçeğin tartışma kabul etmez yayılımı demek olan fotoğraf imgesi, hem böyledir hem de düşlerimle aynı hamurdan, düşsel evrenimle tam bir uyum içinde. fotoğraf, gerçeği düş düzeyine yükseltir, gerçek bir nesneyi kendi öz söylenine dönüştürür. fotoğraf makinesinin objektifi bir dar kapıdır, ünlü ölülerimi sakladığım içimdeki anıt kabire girmek için her biri sahip olunmuş tanrılara ve kahramanlara dönüşecek seçkinlerin geçtikleri bir dar kapı.

fotoğraf yoluyla, yabanıl sonsuz evcilleşmiş bir sonsuza dönüşüyor.

paul claudel: olan biten her şey anlatılmaya layıktır; olan biten her şey bir anlam kazanır. her şey ya bir simgedir ya da bir alegori.

goethe: utanılacak olan yere düşmek değil, yerde kalmaktır.

yaşam ve ölüm, ikisi de aynı şey. ölümden nefret eden ya da korkan, yaşamdan da nefret eder ya da korkar. tükenmez bir yaşam çeşmesi olduğu için doğa her anın boğazlandığı bir yerden, büyük bir mezarlıktan başka bir şey değildir. metin olmak gerek. çocuğunu taşıyan kadın onun yasını da taşımak zorundadır.