23.06.2011

kusursuz cumhuriyet

john fowles

yatak odasına gitti ve hemen sonra elinde, yemeğimizi yerken masanın üzerinde duran gaz lambasıyla geri döndü. ışığın beyaz halesine yanında getirdiği şeyleri koydu. bir zar, bir çalkalama kabı, bir fincan tabağı ve de bir ilaç kutusu. başımı kaldırıp masanın diğer tarafında duran conchis'e baktım, o da ciddi gözlerle beni süzmekteydi.

"sana neden savaşa girdiğimizi anlatacağım. insanoğlunun neden sürekli savaştığını. bu ne sosyal ne de politik bir olay. savaşa giren ülkeler değil, erkeklerdir. tuz gibidir bu. bir adam bir kez savaşa gitti mi, hayatı boyunca o tuzdan kurtulamaz artık. anlıyor musun?"

"tabi."

"işte benim kusursuz cumhuriyetimde bu çok basittir. 21 yaşına gelince bütün gençlere bir test uygulanır. zar atacakları bir hastaneye giderler. altı sayıdan birisi ölümdür. eğer bunu atarlarsa hiç acı çekmeden öldürülürler. kargaşa yok. vahşi bir zulüm yok. masum seyircilerin katli yok. sadece klinik ortamda yapılan tek bir zar atışı."

"savaştan çok daha iyi olduğu kesin."

"öyle mi düşünüyorsun cidden?"

"tabii ki."

"emin misin?"

"mümkün olsaydı."

"son savaşta hiç çatışma görmediğini söylemiştin."

"evet."

ilaç kutusunu alıp salladı ve tüm o şeylerin arasından 6 tane azı dişi çıkardı; sararmış ve iki üç tanesi de dolguluydu.

"son savaşta, eğer sorguya çekilecek olurlarsa diye her iki tarafın casuslarına da verilmişti bunlardan." dişlerden birini tabağa koydu, sonra çalkalama kabıyla hafifçe vurarak bunu ezdi; likörlü bir çikolata gibi dağıldı. ama bu renksiz sıvının kokusu acı badem gibi keskin ve ürkütücüydü. conchis alelacele çalkalama kabını kendinden uzakta tutarak terasın diğer ucuna kadar taşıdı; sonra döndü.

"intihar hapları mı?"

"kesinlikle. hidrojen siyanür." zarı kaldırdı ve 6 yanını gösterdi. gülümsedim. "atmamı mı istiyorsunuz?"

"sana bir saniyelik süre içinde bütün bir savaş öneriyorum."

"ya istemezsem?"

"düşün bir kere. bundan bir dakika sonra ölümü göze aldım diyebileceksin. yaşam için zar attım ve onu kazandım. harika bir histir bu. hayatta kalmak."

"peki bir ceset başınıza epeyce bir iş açmaz mı?" hala gülümsüyordum; ama gitgide solan bir gülüştü bu.

"pek değil. kolayca bunun bir intihar olduğunu kanıtlayabilirim." dik dik baktı bana ve gözleri tıpkı bir zıpkının balığı delip geçmesi gibi delip geçti beni. yüz kişiden doksan dokuzunda bunun bir blöf olduğunu bilirdim; ama farklı bir adamdı ve daha karşı koyamadan her yanımın gerildiğini hissettim.

"rus ruleti."

"onun daha az hata payı olanı. bu haplar etkisini birkaç saniyede gösterir."

"oynamak istemiyorum."

"öyleyse sen bir korkaksın dostum." arkasına yaslanıp beni izledi.

"cesur adamların aptal olduğunu düşündüğünüzü sanıyordum."

"çünkü onlar zarı tekrar tekrar atmakta ısrar ederler. ama hayatını bir kere bile riske atmamış bir genç adam hem aptaldır hem de korkak."

"benden öncekiler üzerinde de denediniz mi bunu?"

"john leverrier ne aptaldı ne de korkak. mitfor bile şu ikinci dediğimden değildi."

beni ağına düşürmüştü. saçmaydı ama blöfüne de karşı koyamıyordum. çalkalama kabına uzandım.

"dur." öne eğilip elini bileğime koydu; sonra da yanıma bir diş koydu. "oyun oynamıyorum. eğer 6 gelirse hapı içeceğine yemin etmelisin." yüzü pür ciddiydi. bir yutkunma gereği duydum.

"yemin ederim."

"senin için kutsal olan her şey üzerine mi?"

duraksadım, omuz silktim ve "kutsal olan her şey üzerine." dedim.

zarı tuttu ve çalkalama kabına koydu. ben de çabucak ve gevşek gevşek sallayarak attım. zar örtünün üzerinde yuvarlanıp lambanın pirinç tabanına çarptı, ordan geri zıplayıp biraz sendeledikten sonra da yere düştü.

altı gelmişti.

conchis hiç kıpırdamadan oturmuş beni izliyordu. hemen o an asla ve asla o hapı içmeyeceğimi anladım. yüzüne bakamıyordum. belki 15 saniye geçti. sonra gülümsedim, yüzüne bakıp başımı iki yana salladım.

conchis gözleri hala üzerimde tekrar uzandı, yanımdaki dişi aldı ve ağzına koyup ısırdıktan sonra sıvısını yuttu. kıpkırmızı olmuştum. o ise gözleri halen üzerimde uzanıp zarı kaba koyarak attı. altı gelmişti. sonra yine. ve yine altı geldi. dişin boş kabuğunu tükürdü.

"şu anda vermiş olduğun karar, benim 40 yıl önce neuve chapelle'de verdiğim kararın tıpatıp aynısı. akıllı bir insanın davranması gerektiği gibi davrandın. tebrik ederim."

"peki ya demin dediğiniz? kusursuz cumhuriyet?"

"bütün kusursuz cumhuriyetler kusursuz birer saçmalıktır. ölümü göze alma arzusu son büyük sapkınlığımız. karanlıktan gelip karanlığa gidiyoruz. neden karanlıkta yaşayalım ki?"

"ama zar hileliydi."

"vatanseverlik, propaganda, mesleki şeref, birlik duygusu, bağlılık ruhu -bunlar ne ki? hileli zar." kalan dişleri kutunun içine geri koydu. "öyle renkli plastiğin içindeki meyve likörü değil yalnızca."

"peki diğer iki kişi -onlar nasıl davrandılar?"

gülümsedi. "toplumun şansı kontrol altına almak için kullandığı yollardan biri de -kölelerinin seçme özgürlüğünü önlemek adına- geçmişin şimdiden daha asil olduğunu söylemektir. john leverrier bir katolikti. ve senden de akıllıydı. aklının çelinmesine bile izin vermedi."

"ya mitford?"

"körlere bir şey öğretmek için vakit harcamam."

üstü kapalı övgüsünün anlaşıldığından emin olmak için gözlerini kısa bir an için benimkilerden ayırmadı ve sonra sanki bunu sınırlamak istercesine lambayı söndürdü. somut anlamdaki bir karanlıktan daha fazlasıyla karşı karşıyaydım. sadece bir konuk olduğuma dair son hayali görüntü de bir köşeye atılmıştı. belli ki bunların hepsini daha önce de tekrarlamıştı. anlattığı sırada neuve chapelle dehşeti yeterince inandırıcı olmuştu olmasına; ama bunların sürekli tekrar edildiğini bilmek olayı yapmacık bir hale sokmuştu. o anda yaşıyormuş gibi anlatışı bir tekniğe, provasını yapa yapa edinilen bir gerçekliğe dönüşmüştü. bu bir satıcının, bir yandan da kasıtlı olarak bunun ikinci el olduğunu ortaya koymasına benziyordu: her türlü olasılığa bir hakaretti bu. görünüşe kanmamam gerekiyordu. ama neden, neden, neden?