3.03.2010

hélène ve juan

julio cortazar

törensel bir dönenme gibiydi -kalkıp bir bardak içki almak, bir lambayı ya da bir sigarayı yakıp söndürmek, dayanılmaz bir biçimde ve onları anında ayıran bir şiddetle sarılmak, sanki ihtirastan uzak olmak gitgide daha acı bir hal alıyormuş gibi. alttan alta, düşman zamanın bir nabız gibi attığı ezici sessizlik, hélène'in sanki uyuyacakmış gibi kolunu ısrarla yüzüne örtmesi, omuzlarının soğuktan titremesi, juan'ın el yordamıyla bir örtü bulup onu bir anlığına örtmesi, sonra tekrar çıplak bırakması, onu yüzüstü yatırması veya karanlık sırtında yeni bir unutuş ya da başlangıç patikasını okşaması.

infazın ertelenmesi mümkün değildi; çünkü anlık doygunlukları takip eden duraklamalar uzayınca birbirimize bakıyorduk ve eskisi gibi olduğumuzu görüyorduk, kabul ve uzlaşmanın dışında; sonra kucaklaşmalar ve inlemelerle yuvarlansak da, bir başka kibritin alevinde ya da bir başka içkinin tadında kayıtsızca bekleyen o düşman zamanı ezmek için gövdelerimizin ağırlığını kullansak da faydası yoktu. bunun yüzeyler ve yanılsamalardan ibaret olmadığını yinelemek neye yarardı? ölü adamlarda ve bebeklerde birbirimizi aramaya devam edeceksek asla öte tarafa geçip şekli tamamına erdiremeyecekmişiz gibi konuşmak neye yarardı? bunu hélène'e anlatmanın ne faydası vardı, ben bile kendimi öyle uzak hissediyordum ki, daha önce defalarca mıntıkada aradığım gibi şehirde arıyordum onu hala, yüzünde ufacık bir değişiklik arıyordum, mesafeli gülüşünün sadece benim için olduğunu umuyordum. yine de ona bazı şeyler açıklamam gerekiyordu; çünkü ara ara karanlıkta ağız ağıza konuşuyorduk, okşamalardan kaynaklanan ya da onları bölen sözler sarf ediyorduk, bizi o ertelenmiş buluşmaya, onun yüzünden binmeyi bile başaramadığım o tramvaya götürsün diye; şehrin, şehrin düzeninin bir kaprisi sayesinde bulmuştum onu orada, mıntıkada defalarca ya da şimdi olduğu gibi çabucak kaybetmiştim, ona sımsıkı sarılsam da ele avuca sığmaz bir dalga gibi gidip geldiğini hissediyordum. sonsuz bir tanışıklıkla dudakları dudaklarıma değerken beni kuşatan o endişeyi nasıl dindirebilirdim, ben ki juan'a şehirde hiç rastlamamıştım, bir hata daha yapmakla, yanlış bir köşede inmekle yarıda kestiğimi söylediği o takipten hiç haberim yoktu. çaresizlikle bana sarılmasının, beni takip edeceğine söz vermesinin, bu tarafta olduğu gibi o tarafta da beni bulacağını söylemesinin ne faydası vardı; bütün o konuşmaların ve düşüncelerin eşiğinde bir yerde böyle bir şeyin asla olmayacağını kesinleyen bir ışık aydınlatıyordu içimi, yoluma devam etmem o paketle randevu yerine gitmem gerekecekti ve belki yalnız olacaktım, o andan itibaren; ama değil, öyle de değil. ne kadar sıkı sarılırsa sarılsın buna olan inancımı, üstünde gecenin terinin kurumaya başladığı tenimdeki külü değiştiremezdi. ona anlattım; şehirdeki ya da hayattaki her şey gibi başlangıçsız başlayan o akılalmaz görevden  söz ettim. şehirde birisiyle buluşmam gerektiğini söyledim, herhalde (hafif hafif ısırıyordu beni ağzı, elleri yine beni arıyordu) oraya gidebileceğimi düşünüyordu, son buluşmaya yetişeceğimi. teninden ve salyasından hala bu son yanılsama içinde olduğunu tahmin ettim, randevunun onunla olduğunu, şehirdeki otelin odalarından birinde sonunda bir araya geleceğimizi zannediyordu.

"sanmam" dedi hélène. "keşke öyle olsaydı; ama öyle değil. orada da aynı şeyler olacak."

"ama artık, hélène, artık sonunda.."

"her şey çoktan eskisi gibi. şafak sökecek ve her şey baştan başlayacak. tekrar birbirimizin gözlerini göreceğiz, anlayacağız."

"burada benimsin" diye mırıldandı juan. "burada ve şimdi benimsin, bu gerçek, tek gerçek. randevudan, buluşamamaktan bize ne? gitmeyi reddet, isyan et, o boktan paketi kanala at ya da benim seni aradığım gibi orada beni ara. birbirimizi bulmamamız imkansız artık. birbirimizi bulmamızı engellemek için bizi öldürmeleri lazım."

omzunu silkti, sanki içinde bir şeyler savunmaya geçiyormuş, teslim olmayı reddediyormuş gibi kollarımda kendini geri attı. birdenbire üşüdük; ıslak çarşafa sarınıp ilk ışığın gelişini hissettik. gelgitin tahta ve cam parçalarıyla kirlettiği bir kumsalda yatarken üzerimizden çekilen gecenin salyasının, yorgun gövdelerimizin kokusunu içimize çektik. her şey çoktan eskisi gibi olmuştu. hélène öyle demişti ve ılık gövdesi kin dolu bir inkar gibi ağırdı kollarımda. inleyerek beni itene kadar onu öptüm. onu kendime bastırdım, adını söyledim, bir kez daha onu bulmama yardım etmesini istedim. zoraki güldü; elini ağzıma koyup yüzünden uzaklaştırdı.

"burada bir şeylere karar vermek çok kolay" dedi hélène, "şu anda belki de acı çekiyorsun; çünkü koridorlarda çırılçıplak dolaşıyorsun ve yıkanmak için sabunun yok, bu sırada belki de ben gideceğim yere gittim ve paketi teslim ediyorum, eğer yapmam gereken buysa. orada kendimizi tanıyor muyuz? neden sonradan sonraya nasıl olduğumuzu tahmin etmeye uğraşıyoruz? belki de şehirde her şey çözülüyor ve bu da kanıtı."

ama hélène karanlıkta yine gülünce juan kendini geri atıp abajurun düğmesine uzandı ve hiçlikle hélène'in saçları belirdi, içinde juan'ın ellerinden biri gizlenmişti, sonra küçük, dik göğüslerinin kavsi, göbeğindeki tüyler, kısa, geniş boynu, dar ama juan'ı zorlayacak kadar güçlü omuzları, mühürlü, sert dudaklara ulaşabilmek için çarşaflara iyice bastırması gereken omuzları, açılmayı, dişler arasından bir inilti koyvermeyi öğrenmek için bekleyen ağzı, juan'ın diline teslim olmadan önce onu ısırmaya ve son öpüşleri, sonsuz, yalnız bir ağıta bulamaya müsait olan dişleri. ışığın sivri ucu hélène'in kahkahasının sonuna saplandı ve onun faltaşı gibi açılmış gözlerinin irileşmiş gözbebeklerinde iptidai bir kötülük ifadesi gördü juan, juan'ın gövdesi üzerinde düğüm olan ellere ve bacaklara sığınan kendi ihtirasını inkar eden bir aymazlık ifadesi, bu ihtiras juan'ı baştan çıkarıyordu, onu çağırıyordu, hélène'i yüzüstü yatırıp kendi üzerine bıraktı, ağzını saçlarına daldırdı, bütün şiddetiyle içine girip bütün ağırlığıyla acıya batmak için onu açılmaya zorladı, hélène'in iniltilerinin hem zevkten hem de tiksintiden kaynaklandığını biliyordu, vücudunu kasıp titreten öfkeli bir hazla başını bir yandan bir yana savurdu ama juan'ın dişleri saçlarına yapışmış, onu gövdesinin ağırlığına mahkum etmişti. juan'ın üzerine yuvarlanıp kalçasının tek bir hareketiyle onu karşılayan yine hélène oldu ve acılı bir çığlık attı, sonra hazzın bittiği yerde, saçları juan'ın gözlerine girmiş, sımsıkı ona yapışmış vaziyette, evet dedi, onunlaydı artık, bebeği çöpe atabilirdi, juan onu dairede ve hastanede kalan ölüm kokusundan kurtarabilirdi, juan ona bir daha asla görüşürüz demeyecekti, juan kimsenin kendini teslim almasına izin vermeyecekti, kendisini kendisinden kurtaracaktı, bütün bunları onun üzerinde, o inanılmaz gücüyle üzerine abanırken söyledi, sanki ona sahipmiş gibi, sonra yana kaydı, görevini yapmıştı ve kuru kuru hıçkırarak ağlayışına endişelendi juan, oysa üzerine bir mayışıklık çökmeye başlamıştı, bütün o duydukları, bütün o yaptıkları ona huzur vermişti, artık şehirde hélène'i araması gerekmeyecekti, her nasılsa ölen oğlan affetmişti ve yanlarındaydı ve bir daha asla görüşürüz demeyecekti; çünkü artık görüşürüz diye bir şey yoktu, hélène öyle demişti, yanında büzüşmüş uyuyor ve titriyordu, üzerini örttü ve burnunun tepesini, öpülmesi çok hoş olan o yeri öptü ve hélène gözlerini aralayıp gülümseyerek ona bir sigara eşliğinde celia'yı anlatmaya başladı.