12.09.2008

12 eylül

ece temelkuran

tarih 12 eylül 1980. türkiye sabaha karşı radyo haberleriyle uyanıyor. kimilerine göre "huzur ve güvenlik", kimilerine göre "yas" dönemi başlıyor. insanlar apar topar hapishanelere tıkıştırılıyor. metris, selimiye kışlası, mamak cezaevi tıka basa insan doluyor. türkiye henüz sistemli işkence ve yargısız infazla bu denli yüz göz olmamış, herkes şaşkın, kimse ne olacağını bilmiyor. apar topar sıkıyönetim mahkemeleri kuruluyor. mahkemeler kurulana, hükümler verilene kadar, içeri alınanların aileleri başta olmak üzere birçok insan, olan biteni çok da anlayamıyor, belki de inanamıyor. ama hükümler, kimsenin beklemediği bir acımasızlıkla sıralandığında artık olan biteni herkes kavrıyor. annelerin hareketi işte bu hükümlerin verilmesiyle başlıyor. onları dışarı çıkaran ise, görüş günlerinde içeriden gelen torbalardan çıkan kanlı çamaşırlar oluyor. kanlı çamaşırlar, 12 eylül rejiminin acımasızlığını insanların kafasına kazıyan fotoğraflardan birine dönüşüyor o günlerde. anneler ellerinde bu kanlı çamaşırlarla sokağa çıkıyor. bütün ülke susturulmuşken anneler bağırmaya başlıyor. işte onların sesleriyle bu ülkenin "öteki" siyasi tarihi bir kez daha yazılmaya başlıyor.

ölümün izi kalır; hayat basittir. insanlar da. sinir bozacak kadar basit bir mantığı vardır ikisinin de. neredeyse komiklik derecesinde. işte insanoğlu, tarih boyunca her şeyin bu kadar basit olmasını bir türlü kabullenemediği için debelenmiş ve uygarlık tarihini oluşturmuştur. tanrılar, gökdelenler, aşklar, fön makineleri, dinler, teypler, şiirler, internet üzerinden alışverişler, devletler, fokstrot dansı, savaşlar, fermuar, para.. hepsi bu basitliğin yarattığı sinir bozucu çaresizlik yüzünden icat edilmiştir. insanlık, ölüm fikrini aklından uzaklaştırmak için olmadık icatlar yapmaktan kendini bir türlü alamamıştır. suç, ceza, cezaevi de bütün bu saçmalığın küçük bir parçasıdır. tarih boyunca bütün bu keşmekeşin içinde taraf olmaktansa kenarında durup olup bitenleri, insanların nasıl bu kadar saçmalayabildiğini anlamaya uğraşan, birtakım kafası çalışan adamlar da olmuştur. bu, yıpratıcı bir uğraştır. yıpratıcılığı, anladıkça üzülmekten, yorulmaktan, öfkelenmekten gelir.

ölüm orucu günleri, herkesin birbirini ve daha da önemlisi kendini şaşırttığı günlerdi. insanlar, eylem bittiğinde çoğu kez şaşkın yüzlerle kendi yaptıklarını anlatıyordu. direniyor olmak, bunca acıya karşın ayakta duruyor olmak, onlara bile bazen şaşırtıcı geliyordu. eylemin insanları değiştirmesi bir yana, eylemin özneleri olan aile bireyleri aralarında daha önce hiç de öngörmedikleri yeni bağlar kuruyor, birbirlerinin yeni görüntülerine ve kimliklerine tanık oluyorlardı. koca karısının dövüldüğünü ve gözaltına alındığını ve kendisinin "koruyucu" kimliğinin işe yaramadığını görüyordu. anne, kocasının ağlamasına ve çaresizliğine tanık oluyordu. çocuklar, anne ve babalarının ilk sloganlarını ve eyleme gidişlerini izliyorlardı. herkesin birbirine o güne kadar sunduğu görüntüler artık terk ediliyor, çaresizliğin ve eylemin dayattığı yeni kimlikler, kadın-erkek ilişkilerine, aile bağlarının en kuytu yerlerine sızıyordu. aileler; anne, baba ve çocuktan oluşan, küçük ve ölümüne siyasi birliktelikler haline geldiler. aile bireyleri, artık yepyeni bir ilişkinin taraflarıydı; onlar ailecek eylem arkadaşıydı. kurulan bu yeni arkadaşlık, bütün geleneksel rolleri altüst ettikçe ilişkileri de alışılmış çizgilerinden uzaklaştırıyordu. çünkü artık herkes birbirine bir eylem arkadaşı kadar müdahale edebiliyor, birbirine bu kimlikle de tutunuyordu. ilişkide karşı tarafa müdahale hakkını, eylem arkadaşlığının heyecanı ve öğrettikleri ortadan kaldırıyordu. bu da aile bağlarında, belki de küçük çapta bir devrim yaşanmasına neden oluyordu. aile, ölüm orucuyla birlikte bir siyasi direniş kalesine dönüşüyordu.