2.09.2008

sokak

cevdet kudret

bir gece, hiç beklenmeyen bir saatte, belki on iki, belki birde, dışarıdan birtakım sesler gelmeye başladı; az sonra da bir kadın çığlığı sokağı boydan boya kapladı ve karanlığın içinde söndü. pencereye koştum: dipte, sokağın yana doğru büküldüğü noktada halk toplanıyor, fenerli üç beş insan gölgesi telaşla sağa sola gidip geliyordu. bütün evlerin pencereleri açılmış, dışarıya vuran lamba ışıklarıyla karanlık yer yer parçalanmıştı. hemen giyindim ve çıktım. ben bir cinayet oldu sanmıştım; meğer dört ev aşırı komşumuz kamarot salih efendi'nin karısı doğuruyormuş.

salih efendi iki gün önce gemisiyle karadeniz yolculuğuna çıkmıştı; kadın, evde, ihtiyar kaynanasıyla yalnız kalmıştı. neyse ki böyle bir gecede komşu kadınlar onu yalnız bırakmamış, hizmetine koşmuşlardı. erkekler de, az ileride, sokağın kıvrım noktasında, sonucu merakla bekliyorlardı. halktaki bu telaş ve merakın sebebini öğrenmekte gecikmedim: çocuk ters gelmiş, ebe işin içinden çıkamamış, doktor istemiş; mahalleliden iki kişi doktora koşmuş ama aradan yarım saatten çok zaman geçtiği halde hala dönmemişler.

tam bu sırada, uzaktan, dörtnala gelen bir araba sesi duyuldu; herkes, gecenin sessizliği içinde koşan atların ve kaldırımlarda hızla dönen tekerleklerin çıkardığı kurtarıcı gürültüye kulak vermiş, çok ağır bir hastanın sırtını dinleyen bir doktor gibi, dikkatle geceyi dinliyordu; yanılma olasılığına karşı bütün kulakların yalvararak dinlediği ses, çok şükür, yokuşa saptı, az sonra da araba sokağın ağzında durdu. tez canlı olanlar, arabanın yokuşa saptığını duyunca, biraz daha beklemeye katlanamamış, hep birden sokağın başına seğirtmişlerdi. arabadan inen çantalı adama, hiç yoktan insan yaratan, felakete uğramışların yardımına koşan bir tanrıya bakar gibi bakıyorlardı; hayat da, ölüm de onun elinde idi. dört bir yanını sardılar, eve kadar hep birlikte yürüdüler. kapı açıktı. doktor içeriye girdi, taşlıkta kendisini karşılayan kadınlara:

"hasta nerede?" diye sordu.

"yukarıda" dediler.

doktor, çevresine bakındı, gene sordu:

"ev sahibi hanginiz?"

kamarot salih'in ihtiyar anasını gösterdiler:

"işte bu!"

erkekler dışarıda kalmışlardı; fakat bir lamba ışığıyla aydınlanmış taşlığı görebiliyor, sesleri duyuyorlardı.

doktor, ihtiyar kadına döndü:

"hanım, dedi, ben her şeyi önceden konuşmayı severim. benim vizitem 50 liradır. bunun böyle olduğunu biliyor musunuz?"

ihtiyar kadın yutkundu, bir süre hiçbir şey diyemedi, sesi sanki ta derinlere kaçmıştı; neden sonra, ancak bir cümle söyleyebildi:

"50 lira mı?"

ağzından, başka bir söz çıkmadı; gitti, merdiven basamağına oturdu, başını avuçlarının arasına aldı, taşlığın ortasında, elinde çanta ile, ayakta duran şu 50 liralık adamı seyretmeye başladı; şaşkınlıkla açılan dişsiz ağzı, gaz lambasının hafif ışığı altında alabildiğine derin ve karanlık görünüyordu.

doktor gene konuştu:

"sonradan anlaşmazlık olacağına, önceden konuşmak iyidir."

kadınlardan biri:

"doktor" dedi, "bizim o kadar paramız yok; hiçbir zaman da olmadı; size en çok 20 lira verebileceğiz."

doktor cevap verdi:

"yapamam efendim, başkaları belki yapar; fakat ben tanınmış doktorum, fiyatımı düşüremem, yapamam!"

o zamana kadar merdivenin ortasında, yüzü karanlıkta duran bir kadın kendini tutamadı, birdenbire bağırdı:

"doktor bey, doktor bey! burası bir kamarot evidir, kaptan evi değil! lütfen ona göre bir fiyat isteyin!"

doktor soğuk ve kesin cevap verdi:

"tarifemizde kamarotlara indirim yoktur efendim!"

sonra döndü, kapıdan çıktı.

bütün bu konuşma sırasında erkekler evin önüne birikmiş, iki ucu kapının iki yanına dayanan bir yarım halka biçiminde omuz omuza sıkışmış, yolu tıkamışlardı. az önce iki dakika hareketsiz duramayan bu insanlar şimdi kaskatı kesilmiş, dişler kilitli, kollar aşağıya doğru alabildiğine gergin, gözler dehşetle açılmış, içeriye, merdiven başındaki sahneye bakıyorlardı. orada konuşulan her söz, onları biraz daha katılaştırıyor, hareketsiz hale getiriyordu. doktor gitmek için iki adım attı, geçecek yer bulamadı; karşısına rastlayanlardan birisine:

"yol verir misiniz?" dedi.

adam hiç kımıldamadı. doktor başka birisine gitti; fakat o da kımıldamıyor, sadece bakıyordu. doktor yol açmak için karşısındaki insan çitini itmek istedi, eli adamlardan birinin tenine değdi; o zaman hızla geriye çekildi. ayazda kalmış bir mermere dokunmuş gibi eli üşümüştü. baktı: karşısında sanki birtakım taştan heykeller vardı ve hepsinin yüzü bembeyazdı. hiçbir şey söylemeden döndü, tekrar kapıdan içeriye girdi, gıcırdayan tahta merdivenlerden çıkmaya başladı. o zaman, kapının önündeki heykellerden biri seslendi:

"doktor!"

doktor merdivenin beşinci basamağı üzerinde döndü, bekledi; heykel konuştu:

"kaza denen şeyi kabul etmiyoruz!"

doktor yeniden döndü, geri kalan basamakları çıktı, gözden kayboldu.

damarlardaki buzlar yavaş yavaş çözülmeye, kapının önündeki insanlar yeniden kımıldamaya, yaşamaya başladılar. sırtını evin kaplamasına dayayan bir adam şöyle dedi:

"içerde haydi haydi bir saat çalışacak, sonra 20 lira alacak."

cümlenin alt yanını başka birisi tamamladı:

"sonra da bunu beğenmeyecek."

konuşma bu yolda uzayıp giderken üst kattan son defa çok acı bir çığlık ve arkasından bir çocuk sesi duyuldu. kapının önündekiler birdenbire susmuş, doktorun alınyazısının ne olabileceğini düşünmeye başlamışlardı. aradan 15 dakika geçmiş geçmemişti ki, ebe hanım merdivenin ortasına kadar koşa koşa inmiş, aşağıda, taşlıkta bekleyen komşu kadınlara:

"müjde! müjde! kurtuldu!"

diye seslenmişti. az sonra da aynı merdivenden doktor indi; fakat onun yüzü, ebe hanımın yüzü gibi neşeli görünmüyordu.

kapının önü gene kalabalıktı ama, bu sefer yol kapalı değildi. mahalleliden iki kişi, doktoru sokağın başına, arabaya kadar uğurladı. bunlardan biri, yolda, özür dileyen bir sesle:

"doktor" dedi, "bir atasözü vardır: kiminin parası, kiminin duası."

doktor, adama şöyle bir baktı, karşılık vermedi. hep sustular. arabaya varıncaya kadar üç erkeğin yalnız ayak sesleri duyuldu.