21.09.2008

herakleitos

john fowles

herakleitos, isa'dan beş yüz yıl önce küçük asya'da efes'te yaşamıştı. burası kesin; geriye kalan her şey ise az çok gerçeğe yakın efsane.

yönetici sınıfa ait bir aileden olduğu ama yönetmeyi reddettiği, en iyi okullara gittiği ama kendi kendini eğittiğini iddia ettiği, çocuklarla oynamayı yeğlediği ve seçkin çağdaşlarının parlak boş sözlerini dinleyerek dağlarda dolaştığı, darius tarafından sarayına davet edildiği ama reddettiği, bilmeceleri sevdiği ve "karanlık" diye çağrıldığı, gününün kitlelerinden, çoğunluk'tan nefret ettiği ve sefalet içinde öldüğü söyleniyor. öğretisinden geriye kalan her şey bir düzine sayfa içinde dile getirilebilir.

aşağıdakiler öğretisinin ana fragmanlarıdır, bazıları özgündür ve bazıları ise hippokrates'in görüşlerinin süzgecinden geçmiştir:

herkes için aynı olan bu dünya, ne bir tanrı ne de bir insan tarafından yaratılmıştır.

adaletsizlik olmasaydı, insanlar adaleti tanımazlardı.

çoğunluk kendilerini en çok ilgilendiren şeye sırtını döner.

çok ünlü olan, ünlü olmak nedir bilir ve başka bir şey bilmez. ancak adalet yalancıları ve şarlatanları her zaman alt edecektir.

çoğunluk ne dinlemeyi ne de konuşmayı bilir.

çoğunluk, sanki evlerle konuşabileceklermiş gibi imgelere dua eder. tanrıları da filozofları da anlamazlar.

çoğunluk, yaşamlarının olaylarını yanlış yorumlar; şeyleri öğrenirler ve sonra onları bildiklerini düşünürler.

eşekler bile samanın altından daha değerli olduğunu bilir.

âdet ve doğa uyuşmaz; çünkü çoğunluk, âdeti doğayı anlamadan oluşturmuştur.

bilgelik bir şeyden oluşur: her şeyi her şey aracılığıyla neyin yönettiğini bilmekten.

en büyük erdem, gerçeği doğanın sınırları içinde söylemek ve yapmaktır.

altın madencileri çok kazarlar, az bulurlar.

dinsel ritler kutsal değildir.

insan en küçük şeyinden en büyük şeyine aşırılıkları yok ederek ve yetersizliklerine çare bularak büyür.

çoğunluk hayvanlar gibi midelerini doldurur.

bir şehir yasalarına sıkıca nasıl bağlı kalırsa insan da herkes için ortak olana sıkıca bağlı kalmalıdır.

zaman, zar atan bir çocuktur.

köpekler de tanımadıkları bir adama havlarlar.

eğer beklemiyorsan beklenilmeyeni bulamazsın.

yukarı çıkan yol ve aşağı inen yol aynı yoldur.

20.09.2008

gülden kale düştü

ahmet karcılılar

ne kadar eğlenceli olursa olsun yaptıklarınız bir gün alışılmış hale gelir.

isterdim ki biri öldüğünde, diğeri "sen öldüğünde ben öldüm, biliyorsun." desin. "hiç düşünme sevgilim, çok kolay olacak." desin. isterdim ki bunları bu kadar kolay söyleyebilenler, diğeri öldüğünde bir nefes dahi alamasın.

sevdiğini ne kadar çok söylersen o kadar kolay gidiyorlar.

bir kişi olunmadan iki kişi olunmaz.

"olmayacak şey bir insanın bir insanı anlaması."

kitaplar, intihar edene dek oyalanacak taşların en onurlusudur.

ilişkiler bir insanı geçmişiyle kabullenmeyi gerektirir.

onlarda hep seni aradım. yoktun. hücremin yıkık duvarlarından kalan taşlara oturup kendileri için yeni bir hücre dilediler benden. senin için yaptığımı yapmamı istediler. yapmadım. sende var sandığımı kimsede var sanmadım.

tuskegee enstitüsü

david b. resnik

alabama, tuskegee'de bir sağlık kliniği olan tuskegee institute'taki hekimler, 1932-1970 yılları arasında, ileri derecede frengisi olan afrikalı-amerikalı erkekler üzerine bir araştırma yürüttü. araştırmanın sponsorluğunu amerikan sağlık bakanlığı yaptı ve bu araştırmada, frengileri başlangıç aşamasında olan, yani, frengileri henüz bulaşıcı olmayan 399 kişi kullanıldı. bu çalışmanın amacı, 1932 yılına kadar hakkında fazla belge bulunmayan frenginin doğal tarihini ve gelişimini izlemekti. 399 kişilik hasta grubu deneysel ve kontrol grupları olarak ikiye bölünmedi, bütün hastalar tedavi edilmeden sadece izlendi. çalışmada ayrıca, frengisi olan hastalarla aynı yaştaki frengisiz 200 erkekten oluşan bir kontrol grubu kuruldu. deneyin amacı frengiyi iyileştirme yöntemleri geliştirmek değil, frenginin doğal tarihini izlemekti. bunu öneren hekimlerden bazıları bu çalışmanın sadece 1 yıl süreceğini söyledilerse de çalışma yaklaşık 40 yıl sürdü, frengi için etkili bir ilaç olan penisilinin bulunduğu 1940'lardan sonra bile uzun süre devam etti. çalışmaya katılanlara kendilerine hiçbir tedavi uygulanmadığı söylenmediği gibi, bu kişiler hastalıklarının doğası veya bir deneye katıldıkları konusunda bile bilgilendirilmediler. kendilerine sadece bedava bakım, sıcak yemek, tıbbi incelemeler ve bedava cenaze töreni önerildi. çalışma ihmalciydi ve kötü organize edilmişti: çalışmayı yürüten personel her yıl değişiyordu, merkezi otoriteler olarak görev yapan hekimler yoktu, yazılmış protokoller yoktu ve kayıtlar iyi muhafaza edilmemişti. çalışma pek engelle karşılaşmadan, amerikan halk sağlığı hizmetleri'nde zührevi hastalıklar araştırmacılığı yapan peter buxton'ın bu olayı associated press'e açıkladığı 1972 yılına kadar sürdü. bu olay abd'de ilk sayfalarda manşet olunca millet meclisi olayı araştırmaya başladı. 1973'te, kurbanlar federal hükümet'e dava açtılar. federal hükümet, bu işi mahkeme dışında bir karara bağladı bu karara göre, frengiye yakalanmış hastalara ve ailelerine tazminat ödenecekti.

18.09.2008

bir dahi yetişiyor

aziz nesin

beni eve götüren akrabamın kızı, bir çocukla tanıştırdı; zayıf, şaşı, gözlüklü bir çocuk. el sıkıştık. adını sordum. sesini çıkarmadı. sağır sandım. daha yüksek sesle bir daha sordum. sanki çok zor bir problem çözümlermiş gibi bir süre düşündükten sonra adını söyledi. kaçıncı sınıfta olduğunu sordum. yine uzun uzun düşündükten sonra cevap verdi. kendiliğinden bir şey söylemiyor; ancak sorulunca düşüne düşüne cevap veriyordu. sıkıldım oğlandan. uzaklaştım ondan. beni oraya getiren akrabamın kızına:

- bu oğlan budala mı? dedim.

kız güldü.

- hiç budala olur mu? onu babası dahi yetiştiriyor, dedi.

yanımıza sokulup konuşmamıza katılan başka bir kız:

- ona bizim okulda, dahi adayı derler, dedi.

- adını sorunca iki dakika düşünüp söyleyen dahi olur mu hiç?

- dahiliğinden öyle yapıyor. babası öyle öğretmiş. "adın bile sorulsa, düşünmeden söyleme" demiş. çünkü dahiler hep düşünürmüş.

o iki kız, birbirlerinin sözünü tamamlayarak bu dahi adayı çocuğu anlatmaya başladılar. bu çocuğun babası çok akıllı bir adammış. bütün dahilerin nasıl yetiştiklerini incelemiş. kendisi de bir dahi babası olmak istemiş. incelemelerinden vardığı sonuca göre, dahilerin büyük çoğunluğunun babaları yaşlı oluyormuş. onun için bu adam da epey yaşlandıktan sonra evlenmiş.

- siz bunları nerden biliyorsunuz? o çocuk mu anlattı size? diye sordum.

bu olayı, bütün mahalleli biliyormuş. evlerde hep konuşulurmuş. onlar da büyüklerden duymuşlar.

adam evlenmiş ama, çocuğu olmuyormuş. dahi babası olmak için yaşlanayım derken, gereğinden çok yaşlanmış olacak ki, baba olamıyormuş. bu yüzden boşuna üzülmüş. çünkü karısı gebe kalmış. adam, çocuğu sıska olsun diye dua ediyormuş. çünkü, dahilerin büyük çoğunluğu, hastalıklı, zayıf çocuklardan yetişirmiş. çocuk doğmuş. öyle sıskaymış ki, görenler bu çocuk yaşamaz, demişler. neyse çocuk yaşamış. çok büyük bir dahi şair varmış. adamın bir kitaptan okuduğuna göre, bu şair, çok erken memeden kesildiği için dahi olmuşmuş. adam da, dahi olması için çocuğunu bir aylıkken memeden kestirmiş. bir yaşındayken çocuk salıncaktan düşüp şaşı olunca babası çok sevinmiş. çünkü, bir dahi yazar varmış, şaşıymış. şimdi de bu adamın bütün çabası, çocuğunun kısa boylu kalmasıymış. çünkü dahilerin pek çoğu kısa boyluymuş.

bütün bunları dinledikten sonra, o çocuğun adını bile neden düşünerek söylediğini anladım. çocuk düşünmüyor, adını hatırlamaya çalışıyor bence.

17.09.2008

aşk ve tabiat

hüseyin rahmi gürpınar

hep aşk evladıyız. aşk konusunda doğulu, batılı olmaz. hepsi onun zayıflığının fermanı altındadır.

tabiat öylesine etkilidir ki uyulması gereken kurallara herkesi ortak eder. şimdi burada içen, söyleyen, çağıran, bağıran, oynayan, sevişen, öpüşen zarafet'le şaban değil, işte bu tabii kuvvettir. schopenhauer'in dediği gibi, bu âşıkların vücutlarında, damarlarında, kanlarında insan nesillerinin tohumları var. işte onlar vücut âlemine ermek için duvarları kırmaya uğraşıyorlar. varlıklarına sebep olacak iki vücudu birbirine yaklaştırmaya çabalıyorlar. âlemin, hovardalık, kadınseverlik, çapkınlık, aşk, sevda, -edebi ya da sıradan- daha türlü ada yâd ettikleri hakikat işte bundan ibarettir.

doğa, evren defterinde ithalat, ihracat hanelerindeki gerekli oranı düşünür eşsiz bir iktisatçıdır.

en büyük üstadımız tabiat, ders kitapları, öğretim ve teknik kitabımız yine tabiattır. her varlık yaratılışın anlamlı satırlarıyla dolu birer ezeli sayfadır. fakat onda bulunan maddeler her zaman açık değildir. bunu her göz göremez, herkes okuyamaz. insan yaratılışın, çevrenin, öğrenimin lütuf ve yardımıyla açılır. dünyaya gelmiş ne bakar körler vardır. bilgin, cahil, genç, ihtiyar.. hepimiz bu bakar gözlerimizle her gün ne büyük hakikatleri çiğneyip geçiyoruz. pasteur'ler, curie'ler gibi deha şimşekleri yüzyıllarda ancak birkaç defa çıkıyor.

allah bazı gönülleri birbiri için yaratmıştır. tabii yasal muhabbet böyle olumlu olumsuz iki kalbin birleşmesinden meydana gelendir. yoksa sırf nikâhla, dua ile birleştiği varsayılan gönüllerde evlilik hayrı aramak abestir.

"aşk neslin devamı için doğanın insanlara verdiği kuvvetli bir duygudur. bu duygunun meşru olmayan bir biçimde tatmini erkekler için adeta bir çeşit âşıkane zafer, kadınlar için ise affolunmaz bir yüzkarasıdır. mesele tarafsızca incelenirse bu kararda erkeklerin büyük bir haksızlığı görülür. bu haksızlık doğu'da, batı'dan daha büyük bir ölçüde hüküm sürüyor. evli, bekâr her erkeğin cinsel heveslerini yatıştırmak için göze aldırdığı cinnetler, sefahatler, meşru olmayan muhabbetler, vicdani suçlar hep eğlence adı altında adeta mubah sayılacak birer olay gibi görünüyor. bırakın ayıplamayı, bu duruma şaşırmak bile kimsenin aklına gelmiyor. kadınların sevda konusunda en ufak bir hevese tutulmaları suçların en büyüklerinden sayılır. bu emirdeki üstünlük aksine, yani kadınlarda olaydı, dünyada genelev adı duyulmaz, bütün insanlık rahat ederdi."

ilişki macerası.. dünyada her iyilikle beraber her kötülük de işte bu kelime ile başlar.

bencilliğin en vahşi bir sureti de aşk ve ilişkide görülüyor. bir kadını artık senden esirgemeye başladığı öpücükleri başkasına verirken yakalamaktan doğan bir üzüntüyle canını feda ahmaklığına kadar varılır mı? güzel bir kadının güzellik zekâtı yok mu? varsın birkaç öpücük de başkasına versin. ne olur? yanakları aşınmaz ya. elbette gönlü olur, bir gün sana da verir.

16.09.2008

kaçaklar

sennur sezer


uslu ve güleç bir uyku özlemi
kolumuzu çekerdi alışık parmaklarla
soluk yorgun sandallar
yarkılı parklarda
eğilip öperdi

utanır gibiydi rengi ellerimizin
sevimli bir uğultu siner seslerimize
sevdalı solgun yaz gecelerimize
bir acıyı taşırdık
çiçek takmışçasına
göğüslüklerimize

15.09.2008

mağaradakiler

cemil meriç

gerçek putkırıcılar bir yanlarıyla peygamberdirler, her yıkıcı bir parça hocadır.

koestler: hür olarak düşünmek, hür olarak yaşamak, insanı çoğunlukla çatışan bir hale getirir. çoğunluk, babadan kalma geleneklere uyarak düşünür ve yaşar. azınlığa düşmek, insanı nevroza elverişli bir iklime sokar. kurallara başkaldıranla yarı deli (egzantrik) arasında bir adım mesafe var. toplumun düşmanca baskısı bu mesafeyi hemen aştırır insana.

petraçevski: ne erkekler sevilmeye layık, ne kadınlar. bunun için kendimi insanlığın hizmetine adıyorum.

çernişevski: tarihin yolu, çamurlu alanlardan, bataklıklardan, süprüntülüklerden geçer. çizmelerini kirletmekten çekinenler, siyasetle uğraşmamalı.

proudhon: yönetilmek, yetkileri de, bilgileri de, faziletleri de olmayan yaratıklar tarafından gözaltında bulundurulmak, casuslanmak, sürüklenmek, onların kanunlarına boyun eğmek, kurallarına lebbeyk demek, güdülmek, tartaklanmak, damgalanmaktır.

proudhon için devlet bir vahimedir, özgür bir zekaya düşen görev bu vahimeyi müzelere ve kütüphanelere kapatmaktır.

thoreau: en iyi hükümet, hiç hükümet etmeyendir.

"günde dört beş saat çalışmak yeter; herkesin özgür olduğu bir toplumda aylaklıktan korkmayalım. insanı soysuzlaştıran: ecirlik; herkesin hoşuna giden işi yaptıktan sonra neden sırtüstü yatsın?"

"cinayet, çağdaş toplumun meyvesi. mülkiyeti kaldırın, suçlar kendiliğinden azalacaktır. gerçi anadan doğma suçlular da var ama onlar birer deli, yani hasta; hastaları hapsetmenin  ne faydası var? insanlar arasındaki farklar yetişme koşullarının eseri; iyi bir eğitim, onları aşağı yukarı aynı idrak düzeyine yükseltecek, eşitsizlikten doğan çatışmaları sona erdirecektir.

max stirner: halk temsilcilerini seçtiği için özgürdür, diyorlar. bu, öküzün istediği kasabı seçmesi gibi bir şey. iktidarını devretmek, onu kaybetmektir. işçi de olsa her milletvekili, yarının yahudasıdır. millet meclisine bir işçi göndermek neye benzer bilir misiniz? bir annenin kızını geneleve kaydettirmesine.

hürriyet, tarihin hiçbir çağında tam olarak gerçekleşmemiştir. çünkü hükümetler için ayak bağıdır. hiçbir hakkı olmayan, baştakilerin her yaptığını kerem sayan insanları yönetmek ne kadar kolay. otorite, hürriyetin anadan doğma düşmanı.

demokratik bir hükümet de tiranik olabilir. ama baskının kurbanı azınlıktır demokrasilerde.

panaist istrati: dünyanın en özgür diyarı osmanlı ülkesidir. tanrı'ya ve padişaha çatmadıktan sonra insan orada her şeyi yapmakta serbesttir.

laurent de l'ardeche: sosyalizm, insan haysiyetini öldüren mutlakiyetin ve toplumu mahveden ferdiyetçiliğin karşıtıdır.

voltaire: yaşayanlara nazik davranmalıyız; ölülere tek borcumuz kalmıştır: hakikat.

hiçbir ülkenin eşine rastlamadığı vandalizme inkılap adı verilir: dil inkılabı.

her aydınlığı yangın sanıp söndürmeye koşan zavallı insanlarım: karanlığa o kadar alışmışsınız ki yıldızlar bile rahatsız ediyor sizi! düşüncenin kuduz köpek gibi kovalandığı bir ülkede, düşünce adamı nasıl çıkar?

spinoza 44 yaşında ölmüş. nietzsche 44 yaşında delirmiş. ben yolumu 44 yaşından sonra buldum.

hatırla

orhan pamuk

hayır, canım bırak öpeyim dudaklarını; çünkü artık yalnızca ihbar tutanaklarında bir ad olan o hayalet gerçek olmaktan korkuyor. ben ise buradayım bak ve biliyorum zaman ağır ağır tükeniyor: birlikte bindiğimiz otobüslerin aldığı bütün o yollar biz üzerinden kayıp gittikten sonra, nasıl bize hiç mi hiç aldırmadan, yaz gecelerinde, yıldızların altında asfalt, taş ve sıcak bir dokunuş olarak kendileriyle dopdolu var olup uzanıyorsa huzurla, biz de burada, daha vakit geçirmeden, birlikte uzanalım.

hayır canım, hiç vakit geçirmeden, ellerim güzel omuzlarını, ince ve kırılgan kollarını tuttukça, sana ben yaklaştıkça, bütün otobüslerin ve bütün yolcuların aradığı o eşsiz zamana, bak ağır ağır ne mutlu ulaşıyoruz. dudaklarımı kulağınla saçların arasındaki yarı saydam alana bastırdığımda, saçlarının elektriğinden ürken kuşlar bir anda yüzüme ve alnıma sonbahar kokusuyla karıştığında ve avucumun içinde kanat çırpan inatçı kuş gibi göğsün diklendiğinde, bak işte şimdi, o erişilmez zaman aramızda nasıl dopdolu, sapasağlam diriliyor, görüyorum gözlerinde: şimdi işte, ne orada, ne başka bir yerde, ne hayal ettiğin ülkede, otobüslerle kör otel odalarında ne de yalnızca kitap sayfalarında var olan bir gelecekteyiz. şimdi, burada ikimiz, bu odada, telaşlı öpüşlerim ve iç çekişlerinle iki ucu açık bir zamanın içindeymiş gibi, birbirimizi tutmuş bir mucize görelim diye bekliyoruz. doluluk anı! sarıl bana, zaman akmasın, haydi sarıl canım bana, mucize bitmesin! hayır, karşı koyma. hatırla: gövdelerimizin otobüs koltuklarında ağır ağır birbirine kayıp düşlerimizin saçlarımız gibi birbirine karıştığı geceleri. dudaklarını çekmeden hatırla: başlarımız birlikte soğuk ve karanlık cama yaslandığında, küçük kasabaların ara sokaklarında gördüğümüz ev içlerini. hatırla, el ele seyrettiğimiz onca filmi: yağmur gibi yağan kurşunları, merdivenlerden inen sarışınları, bayıldığın soğukkanlı yakışıklıları hatırla. hatırla, bir günah işler, bir suçu unutur ve başka bir diyarı düşler gibi sessizce seyrettiğimiz öpüşmeleri. dudakların birbirine yaklaşmasını ve gözlerin kameradan uzaklaşmasını hatırla. hatırla, otobüsümüzün tekerlekleri saniyede yedi buçuk kere dönerken bizim nasıl da bir an kıpırtısız ve hareketsiz kalabildiğimizi.

14.09.2008

gözlem

andrew crumey

iyi bir fikri gördüğümüzde tanırız.

bilinç bölünmez olduğuna göre, hiçbir düşünce tamamen bize özgü değildir. fiilen hepimiz evrensel dalga fonksiyonunun kuantum hesaplamasında bir yol tutturmuş gidiyoruz.

hayattaki her şeyin bir amacı vardır.

nietzsche hayatlarımızı sonsuza dek tekrarlamak üzere doğduğumuzu, onun için de kaderimizi kucaklayıp korkusuzca yaşamamız gerektiğini söylemişti.

tarih gibi bilim de asla gazetecilerin bizi inandırmak istediği kadar basit değildir.

zerdüşt zor durumdaki oğlanla karşılaşır ve ona "yılanın kafasını ısırıp kopar!" der. "kaderin dizginlerini eline alıp korkunu alt edersen bizatihi ölümü alt edersin. çünkü aslında ölüm diye bir şey yoktur; sadece ebediyen tekrar eden varoluş döngüsü vardır.

şayet her şey kendini tekrar etmeye mahkumsa, o zaman hepimiz bir hikayedeki karakterler gibiyiz demektir; gerçek bile sayılmayız.

bir şeyi gözlemlersen onu değiştirirsin.

dünyanın en büyük filozofları birbirlerinin fikirlerini tekrarlayarak, bunları farklı tanımların soslarına bulayarak epey bir zaman harcadılar. ben derim ki, felsefenin zanı cehenneme. bana dolu bir tüfek, bir de ava uygun açık, güneşli bir sabah verin yeter.

postmodern değilsen, o zaman romantiksin demektir.

hayatımızın genel hatlarını çizen, sonra da yazı tura atarak şansımızın yaver mi gideceğini yoksa yerin dibine mi batacağımızı belirleyen ilahi bir güç var.

yaratıcı zihinler en iyi yalnızken gelişir.

friedrich engels şöyle der: "nedenselliği reddeden birine göre doğa yasaları birer hipotezden ibarettir." her şeyin sadece zihnin ürünü olarak görüldüğü bir dünyada izafiyetin ve kaosun pençesine düşeriz.

şiirler

ahmet muhip dıranas



ah, bu her günkü oyuncaklar, bu düşler

selam, sonsuzluğun aydınlık bahçesinden
selam, senelerce, senelerce evvele
hatırası kalbe ışıklarla dökülen
en sevgiliye, en iyiye, en güzele

her ısırdığım meyveyle bitiyor
neşe mevsimi.. gönlüm! yaz gidiyor
güneşle, denizle ve yaprak yaprak

geçerken dün yoldan, ruhumu saran
bir gölge halinde ve ağır ağır
tanıdım; o, yadı hoş zamanlardan
seven ve yaşayan bir hatıradır

göründün yine bu yaz gecesinde
yer gök, sularında güldüğün havuz
kelebek gibi uçmada ruhumuz
barış dolu bu yıldız bahçesinde
ah, umutsuzlukta buluştuğumuz
bu gece ve bu orman aşka mahsus
ve biz sanki, dünyalar öncesinde
gibi.. dumanlarda, uçkun, vücutsuz

söylenmemiş aşkın güzelliğiyledir
kağıtlarda yarım bırakılmış şiir
insan, yağmur kokan bir sabaha karşı
hatırlar bir gün bir camı açtığını
duran bir bulutu, bir kuş uçtuğunu
çöküp peynir ekmek yediği bir taşı
bütün bunlar aşkın güzelliğiyledir

ey unutuş! kapat artık pencereni
çoktan derinliğine çekmiş deniz beni
çıkmaz artık sular altından o dünya
bir duman yükselir gibidir kederden
macerası çoktan bitmiş o şeylerden
amansız gecenle yayıl dört yanıma
ey unutuş! kurtar bu gamlardan beni

oyun bitti ve her şey yerini buldu
akşamla ebedi kızlar anne oldu
aynalara bakma, aynalar fenalık
denizi, sonsuz olanı düşün artık
bir gün beni hatırlayabilirsin ancak
güzelsem soyabilirsin, çırılçıplak
oradayım hep ben, orada, derinde
gemilerin ihtiyar köpüklerinde

toprakta o baş döndürücü koku
ve ölüm, gece ucundaki çoban
gel yetiş, ey pişmanlık! işte yaman
bir gecedir, yaman bir gecedir bu

bu ne yeşil, ne mavi bu, ne sarı? yolumuzda
nasıl koyup gitmeli bu denizi, bu kırları
uğulda, uğulda, uğulda sonbahar rüzgarı
bir dal kırabilir misin bakalım, gönlümüzde
bu şarkılar, bu halis sözler varken dilimizde

ben büyük rüzgarları severim, büyük olsun
aşkım da, özlemim de hepsi, her şey ve mahzun
insan bir yanınca kerem misali yanmalı
uykudan bile mahşer gününde uyanmalı

12.09.2008

balerina'nın ölümü

melih cevdet anday

şehvet geçicidir; asıl olan ruhların anlaşmasıdır.

insanların başından öyle inanılmayacak olaylar geçiyor ki, hikayesi yazılsa uydurma denir.

insanlar yaşlandıkça eski günleri beğenerek anlatırlar.

insanlar sorumlu oldukları kimseleri düşünürken kendi haklarında kullandıkları mantıktan başka bir mantık kullanırlar.

sevişmek gibidir konuşmak da. boşalırsınız.

insan galiba bir defa seviyor.

borodino savaşı

tolstoy

borodino savaşı, ardından moskova'nın işgali ve fransızların yeni savaşlar vermeksizin kaçışı, tarihin en ibret verici olaylarından biridir.

tarihçiler şuna inanır: devletlerin ve milletlerin dış eylemleri, aralarındaki anlaşmazlıklarda savaş şeklinde gösterir kendini; büyük veya küçük askeri başarılar sonucu olarak devletlerin ve milletlerin siyasi gücü doğrudan doğruya çoğalır veya azalır.

başka bir imparator veya kralla bozuşan herhangi bir kral veya imparatorun asker toplayıp düşman ordusuyla savaşması, zafer kazanması, iki bin, üç bin, on bin kişi öldürmesi, sonuçta bir devlete ya da birkaç milyonluk bir millete boyun eğdirmesi üzerine yapılan tarihi açıklamalar, ne kadar garip görünürse görünsün; bir ordunun, milletin bütün güçlerinin yüzde birinin bu milleti neden boyun eğmeye zorladığı ne kadar anlaşılmaz bir şey olursa olsun; tarihin bütün olayları şu gerçeği ortaya koyar:

bir milletin ordusunun, başka bir milletin ordusuna karşı elde ettiği büyük ya da küçük başarılar, milletlerin güçlenmesi ya da zayıflamasının nedenleri ya da hiç değilse önemli belirtileridir. ordu zafer kazanır, yenen milletin hakları yenilen milletin zararına olarak çoğalır hemen. ordu hezimete uğrar, hezimetin derecesine göre, millet haklarından mahrum edilir, ordusunun uğradığı hezimet tam bir hezimet ise, bütünüyle boyun eğer.

tarihçilere göre, eski zamanlardan bugüne kadar böyle olmuştur. napolyon'un tüm savaşları bu kuralı doğruluyor. avusturya, ordularının hezimeti oranında haklarından mahrum ediliyor, fransa'nın hakları ve gücü artıyor. fransızların jena ve auerstaedt zaferleri prusya'nın bağımsız varlığını yok ediyor.

ama 1812 yılında fransızlar ansızın moskova önlerinde zafer kazanıyorlar, moskova zapt ediliyor; sonuçta yeni çarpışmalar olmadan, rusya'nın değil, 600 bin kişilik bir ordunun, sonra da napolyon fransa'sının varlığı sona eriyor. olayları tarihin kanunlarına uydurarak, borodino'da savaş alanının rusların arkasında kaldığını, moskova'dan sonra napolyon ordusunu yok eden çarpışmaların yaşandığını söylemek imkansız bir şeydir.

fransızların borodino zaferinden sonra bir meydan savaşı şöyle dursun, önemli bir çarpışma bile gerçekleşmedi ama fransız ordusu yok oldu. bu ne demektir? eğer bu, çin tarihinden bir örnek olsaydı, -işlerine gelmeyince tarihçilerin söylediği gibi- tarihi bir olay olmadığını söyleyebilirdik; eğer mesele az sayıda askerin katıldığı süreksiz bir çarpışmadan ibaret olsaydı, bu olayı bir istisna kabul edebilirdik ama bu olay, vatanlarının ölüm dirim meselesi söz konusu olan babalarımızın gözleri önünde geçti; bu savaş da bilinen bütün savaşların en büyüğüydü.

1812 yılı seferinin, borodino savaşı'ndan fransızların kovulmasına kadar olan dönemi şunu gösteriyor: kazanılan bir savaş, bir memleketin ele geçirilmesinin nedeni olmak şöyle dursun, böyle bir ele geçirmenin en küçük bir işareti bile değildir; milletlerin kaderini çizen güç, komutanlarda; hatta ordularda ve savaşlarda değil, başka bir şeydedir.

fransız tarihçileri fransız ordusunun moskova'dan çıkmadan önceki durumunu anlatırlarken orduda süvariden, topludan ve ağırlık kollarından başka her şeyin düzeninde olduğunu ama atlar ve büyükbaş hayvanlar için de yem bulunmadığını söylüyorlar. bu afete çare yoktu; çünkü civardaki köylüler otlarını yakmış, fransızlara vermemişlerdi.

kazanılan savaş her zamanki sonuçları vermedi; çünkü fransızlar çıktıktan sonra şehri yağma etmek için arabalarla moskova'ya gelen ve genellikle kahramanlık duyguları taşımayan karp ve vlas gibi mujikler ve bütün diğer köylüler, teklif edilen bol para karşılığında moskova'ya ot getirmemiş, otları yakmışlardı.

12 eylül

ece temelkuran

tarih 12 eylül 1980. türkiye sabaha karşı radyo haberleriyle uyanıyor. kimilerine göre "huzur ve güvenlik", kimilerine göre "yas" dönemi başlıyor. insanlar apar topar hapishanelere tıkıştırılıyor. metris, selimiye kışlası, mamak cezaevi tıka basa insan doluyor. türkiye henüz sistemli işkence ve yargısız infazla bu denli yüz göz olmamış, herkes şaşkın, kimse ne olacağını bilmiyor. apar topar sıkıyönetim mahkemeleri kuruluyor. mahkemeler kurulana, hükümler verilene kadar, içeri alınanların aileleri başta olmak üzere birçok insan, olan biteni çok da anlayamıyor, belki de inanamıyor. ama hükümler, kimsenin beklemediği bir acımasızlıkla sıralandığında artık olan biteni herkes kavrıyor. annelerin hareketi işte bu hükümlerin verilmesiyle başlıyor. onları dışarı çıkaran ise, görüş günlerinde içeriden gelen torbalardan çıkan kanlı çamaşırlar oluyor. kanlı çamaşırlar, 12 eylül rejiminin acımasızlığını insanların kafasına kazıyan fotoğraflardan birine dönüşüyor o günlerde. anneler ellerinde bu kanlı çamaşırlarla sokağa çıkıyor. bütün ülke susturulmuşken anneler bağırmaya başlıyor. işte onların sesleriyle bu ülkenin "öteki" siyasi tarihi bir kez daha yazılmaya başlıyor.

ölümün izi kalır; hayat basittir. insanlar da. sinir bozacak kadar basit bir mantığı vardır ikisinin de. neredeyse komiklik derecesinde. işte insanoğlu, tarih boyunca her şeyin bu kadar basit olmasını bir türlü kabullenemediği için debelenmiş ve uygarlık tarihini oluşturmuştur. tanrılar, gökdelenler, aşklar, fön makineleri, dinler, teypler, şiirler, internet üzerinden alışverişler, devletler, fokstrot dansı, savaşlar, fermuar, para.. hepsi bu basitliğin yarattığı sinir bozucu çaresizlik yüzünden icat edilmiştir. insanlık, ölüm fikrini aklından uzaklaştırmak için olmadık icatlar yapmaktan kendini bir türlü alamamıştır. suç, ceza, cezaevi de bütün bu saçmalığın küçük bir parçasıdır. tarih boyunca bütün bu keşmekeşin içinde taraf olmaktansa kenarında durup olup bitenleri, insanların nasıl bu kadar saçmalayabildiğini anlamaya uğraşan, birtakım kafası çalışan adamlar da olmuştur. bu, yıpratıcı bir uğraştır. yıpratıcılığı, anladıkça üzülmekten, yorulmaktan, öfkelenmekten gelir.

ölüm orucu günleri, herkesin birbirini ve daha da önemlisi kendini şaşırttığı günlerdi. insanlar, eylem bittiğinde çoğu kez şaşkın yüzlerle kendi yaptıklarını anlatıyordu. direniyor olmak, bunca acıya karşın ayakta duruyor olmak, onlara bile bazen şaşırtıcı geliyordu. eylemin insanları değiştirmesi bir yana, eylemin özneleri olan aile bireyleri aralarında daha önce hiç de öngörmedikleri yeni bağlar kuruyor, birbirlerinin yeni görüntülerine ve kimliklerine tanık oluyorlardı. koca karısının dövüldüğünü ve gözaltına alındığını ve kendisinin "koruyucu" kimliğinin işe yaramadığını görüyordu. anne, kocasının ağlamasına ve çaresizliğine tanık oluyordu. çocuklar, anne ve babalarının ilk sloganlarını ve eyleme gidişlerini izliyorlardı. herkesin birbirine o güne kadar sunduğu görüntüler artık terk ediliyor, çaresizliğin ve eylemin dayattığı yeni kimlikler, kadın-erkek ilişkilerine, aile bağlarının en kuytu yerlerine sızıyordu. aileler; anne, baba ve çocuktan oluşan, küçük ve ölümüne siyasi birliktelikler haline geldiler. aile bireyleri, artık yepyeni bir ilişkinin taraflarıydı; onlar ailecek eylem arkadaşıydı. kurulan bu yeni arkadaşlık, bütün geleneksel rolleri altüst ettikçe ilişkileri de alışılmış çizgilerinden uzaklaştırıyordu. çünkü artık herkes birbirine bir eylem arkadaşı kadar müdahale edebiliyor, birbirine bu kimlikle de tutunuyordu. ilişkide karşı tarafa müdahale hakkını, eylem arkadaşlığının heyecanı ve öğrettikleri ortadan kaldırıyordu. bu da aile bağlarında, belki de küçük çapta bir devrim yaşanmasına neden oluyordu. aile, ölüm orucuyla birlikte bir siyasi direniş kalesine dönüşüyordu.

11.09.2008

baudelaire

walter benjamin

baudelaire alacaklılarından kaçarken kafelere veya okuma mekanlarına sığınıyordu. kimi zaman iki evde birden oturduğu da oluyordu; ama kira ödeme günü geldiğinde, bir üçüncü evde, arkadaşlarının yanında kalıyordu. böylece kentte dolaşıp duruyordu. yattığı her yatak, onun için bir "serüven yatağı" oluyordu. crépet, 1842 ile 1858 arasında paris'te, baudelaire'e ait 14 adres sayar.

kişiliğinin çevreyi tedirgin eden yanlarını bir maniyere dönüştüren baudelaire, insanlardan uzaklaşması ölçüsünde güç erişilebilir olduğundan, yalnızlıkların en derinini yaşadı.

9.09.2008

haziranda ölmek zor

hasan hüseyin korkmazgil


kavaklar ışıldardı batıya karşı
küskün dağlar gülkurusu
yazılar kızıltılı
öyle çetin öyle hırçın bir çağdı ki öyle o
sevmek yangın uğultusu
sevilmemek yangındı

ölüsünü gizlermiş kedinin cinsi

kuşlar uçar hilal hilal mestine
yıldız kayar ela gözler üstüne
basadurmuş dağlar dağlar üstüne
ben bilemem bu dağların üstü ne
bu düşlerin benceğize kastı ne
gelinler hey güzeller hey kızlar hey

"söğüdün yaprağı narindir narin
içerim yanıyor dışarım serin"

bana hep komik gelir
demokrasi oynaması bir diktatörün
ve sırtlanın ağzında zeytin dalı tutması

bana bir de tuhaf gelen
neron'ların hitler'lerin sandıklardan çıkması
seçenlerin seçilenden korkması
rüşvetin papaz gibi girip çıkması
suçun ülke yönetmesi örneğin
ve zincire vurulması suçlunun
bana hep tuhaf gelir nedense

8.09.2008

baba

şevket rado

6 yaşında: babam her şeyi biliyor.

10 yaşında: babam çok şey biliyor.

15 yaşında: ben de babam kadar biliyorum.

20 yaşında: şu muhakkak ki babamın pek fazla bir şey bildiği yok.

30 yaşında: bir kere de babamın fikrini alsam fena olmayacak.

40 yaşında: ne de olsa babam bazı şeyleri biliyor.

50 yaşında: babam her şeyi biliyor.

60 yaşında: ah, keşke hayatta olsaydı da babama danışabilseydim.

7.09.2008

felsefe, bilim ve din

victor hugo, 15 ocak 1850'de yasama meclisi'nde verdiği ünlü söylevinde din adamlarının mahkemesine şöyle sesleniyordu: "kim mi sizi kızdıran? söyleyeyim: siz insan aklına kızıyorsunuz; çünkü o, ipliğinizi pazara çıkarıyor."

marcel cachin: mutlak hakikat diye bir şey yoktur. eğer bir mutlak varsa, o da her şeyin görece olduğudur.

rene maublanc: insanlar ikiye ayrılır: bir yanda, dünyayı açıklamak için insan zekasına, yalnız ona güvenen kişiler. öte yanda, inancın duygusal etkilerine ve insanötesi açıklamalara bel bağlayan dinci ve mistik kişiler. birinci kümedekiler maddecidirler, tanrı'yı tanımazlar. ikinci kümedekiler ise türlü biçimler altında idealizmi tutarlar.

marcel cachin: gök mekaniği ile ilgili çalışmalarını kutlamak üzere napolyon, laplace'ı huzuruna kabul ettiği zaman, ondan yapıtında tanrı'dan niçin hiç söz etmediğini sordu. büyük matematikçi, imparator'a şöyle yanıt verdi: "böyle bir varsayıma hiç ihtiyaç duymadım da ondan."

lenin: yeryüzünde henüz insan ya da herhangi bir canlı varlık yokken dünya vardı. organik madde uzun bir evrimin eseridir ve çok sonra ortaya çıkmıştır. ilk ve ana öge maddedir. düşünce, bilinç, duyarlık ancak oldukça ilerlemiş bir gelişmenin ürünüdür.

rene maublanc: dünyayı tanrı mı yaratmıştır yoksa dünya başından beri var mıdır? bu soruya verdikleri karşılığa göre filozoflar ikiye ayrılırlar: ruhun doğadan önce geldiğini ve dolayısıyla dünyanın yaratıldığını kabul eden idealistler ile doğayı ilk ve ana öge sayan maddeciler.

atım kaçtı ben vuruldum

tarık dursun k.

aşk, gerçek görüşümüzü geliştiren ve bize yazgıya karşı savaş konusunda güç veren birleştirici bir serüvendir." (d.h. lawrence)

bernard shaw: dünyanın en hayalperest insanı bisiklete binen insandır. bisikletin kendisini götürdüğünü zanneder.

"ayartma dışında her şeye direnebilirim." (oscar wilde)

dünyanın ve zenginliğin en zirvesindeki adam, yaşam hikayesini şöyle anlatır: babası ona 1 dolar vermiştir, o da gider, 1 elma alır, parlatır parlatır ve 2 dolara satar. sonra gider, bu kez 2 elma alır, parlatır parlatır ve 4 dolara satar elmaları. gider bu kez de 4 elma alır, parlatır parlatır, 8 dolara satar. gider, bu kez tam 8 elma alacakken multimilyoner halası ölür ve miras elmacı çocuğa kalır.

bertrand russell: bir kadını elde etmekte güçlük çekmeyen bir erkeğin duyguları, romantik aşk biçimine girmez.

"hiç kimse yaşamını biri ya da bir şey tarafından ayartılmadan geçirmiş olamaz."

ernest hemingway: savaş, devlet politikasının başka yollardan sürdürülmesidir.

benimle birlikte yaşlan
son yarısı yaşamın
ilk yarısı içindir
ve inan bana sevdiğim
bu son yarı
en iyisidir (robert browning)

yazar, hayata katkıda bulunur; hayattan katkı beklemez.

zamanın en büyük yenilgisi uçağa binmektir.

insanlar arasında iletişim dediğimiz olgu, teknolojinin önlenemez ilerlemesiyle birlikte durmadan ve hızla biçim değiştiriyor. artık kimse kimseye mektup yazmıyor. insanların kalıcı olan şeylere karşı ilgisi azaldı; çünkü kendisinin bile kalıcı olmadığını görüyor, duyabiliyor insan. hayat, hayatı hayat yapan ögeler artık kimse tarafından ciddiye alınmıyor. bu hızlılık içinde günün kurtarılması sözkonusu. her şey, elbette dürüst olmak gerekirse, cinselliğe bağlanacak eninde sonunda; çünkü dünyamızın en elle tutulur gerçeği o.

dünyayı en iyi çingeneler tanır; bir de çağdaş, çingene olmayan çingene ruhlular.

hiçbir yerin yerlisi değilim
çünkü her yerde azınlıktayım
her yerde dışardan bir türküyüm
yalnız dostların dinlediği
az duyulur bir türküyüm -göçerim
(şiir de göçer göçebedir
bütün güzel ellerde gezer
ozan hep yalnızlığa göçmen gider
çünkü dostum -ne acı
şiir her yerde azınlıktadır
ozan her yerde yabancı) (özcan yalım)

montaigne: şiirin orta hallisi ya da kötüsü için kurallar, ustalıklar bir ölçü olabilir. ama iyisi, görkemlisi aklın kurallarını aşar. onun güzelliğini tam ve sağlıklı olarak görenler bir şimşeğin görkemine benzer bir parıltı görmekle kalırlar. büyük şiir, düşünme gücümüzü doyumsamaz, allak bullak eder.

"insan, yalnız başkaldırdığı sürece insandır; ne melektir ne şeytan." (jean bruller)

victor hugo: şiir gerilemez. neden? ilerleyemez de ondan. şiir bir doğa ögesidir; ne bozulur ne azalır. etkilere karşı koyar. deniz gibi o da, söyleyeceği ne varsa, her defasında söyler. sonra rahat ve ağırbaşlı, bir oluşa özgü, o bitmez tükenmez değişiklikle yeniden başlar. bir tekdüzelik içindeki değişiklik sonsuzluğun mucizesidir.

atatürk bir başına yıkılmaz, güç yetmez buna; ama devrimlerine saldırırsanız, o devrimleri gün gelir pekala da yıkarsınız. mustafa kemal atatürk salt bir kurtarıcı değildi. devrimciydi; onu atatürk yapan da yaptığı, uyguladığı devrimlerdir.

unutma defteri

şükrü erbaş



harflerin zamanına inandım
buydu, büyük yalnızlığım

"kendi çınar ağacı
benden gölgelik ister"
(yozgat türküsü)

bir kadın kasıklarından su vermeseydi
nasıl severdim seni
ey ölümden ödünç alınmış hayat

hangi sevgi sözünü söylesem yalnızlık
hangi zamana sitem etsem hayat

"su serptim ateş sönsün
serptiğim su da yandı"
(kerkük hoyratı)

bu nasıl sevgisizlik tanrım
bütün güzelliklerin günah

tanrı değil, müzik
her gün yeniden kuruyor hayatı

orada, kedilerin dallarda uyuduğu bahçede
ışık da sendin gölge de
bendim kirpiklerine tutunan uzaklık

sabah bu. mutsuzluğun yaşama simyası. dilsiz görkem. güneş narı. 
dünyanın perde perde insana dönmesi.

ey kalbin çaresiz sevgisi
verdiğin mutsuzluğu seviyorum
yoksulluk ne istiyorsa ben de istiyorum

bir doğa masalıyız ikimiz de
sevgilim
ilk öptüğüm gün öldürdüm seni

ölüm gelir bir gün, çocuk ağustosu ölür

"neyi anlatabilir ki insan
büyük bir utanç duymaksızın"
(elias canetti)

ölüm evler içiymiş. iyilikle boğuldum.

adım şiddet, annem yalnızlık, adresim korku

ey sabah sevinçleri, akşam kederleri
ey yaseminlerin sessiz görkemi
unutmaktan koruyun beni
yaşama bilginize geldim

uzak evlere turuncu bir kış hazırlıyor kadın

ey sevginin çok bekleyen, çabuk susan kalbi
acı dengende senin
hangi mutsuzluğu hangi mutlulukla bağışlar insan

zaman ölümün eviymiş
insan kendinden doğururmuş kendini
öğreniriz

sen ey doğa
büyük yazgısı insanın
senden öğrendik zamanın acısını
avuçlarında çocuk kalbimiz
sen hayat bağışladın bize
seni öleceğiz hepimiz

ben bir ay pervanesiyim
kanatlarım dünya, sözlerim sevgi
kendime masallar anlatıyorum

insan geçmişi değil geleceği bağışlarmış

ne katar ayrılığa soğumuş incelik
anıları acılaştırmaktan başka

"gömmeden önce gezdirin beni"
(cemal süreya)

ses gider ve gelir
heves dünyaya değmiştir
umut acıdır umutsuzluktan
insan susar

"bütün iyi aşklar
yolda kalsa da hatırlanır"
(süreyya berfe)

ey bekleyişin yedi renkli çaresizliği
hangi kavuşma çıkarır alnındaki lekeyi

'kalp erkendir bedenden
yanarken de sönerken de'

bitti kalbin suçu
suya su demeyi öğrendim
acı güzellik
sana inandım senden korktum
anladım ve öldüm
bir hoş mutsuzluk içinde yaşadım

her şeyi tutkuya çeviren gecikmeyim ben
yoruldum bütün yaşları çocukluğa taşımaktan
insanların pişmanlıklarından bir rüyayım hala
sonra nesnelerle aramdaki acı uyum
saygı değil ölümmüş çekildiğim tenha
bu yaz da ölülerim acıyor dağlarda
beklemiş vakit.. her yeri dolduruyorsun
anımsadıkça unutuyorum seni geçmiş
korkum ayrılıktan fikrim ölümden

dostoyevski: hayat her yerdedir.

biz bir kentten gideriz kent boşalır, bir evden koparız ev küçüldükçe küçülür, bir insandan ayrılırız dünyanın en büyük yabancısıdır.

bir süre sonra şunu öğreniyor insan: yalnızca birisi sürekli olamaz. insan bütün bir hayatı şiirin yazılma sürecindeki psikolojiyle yaşayamaz. bu, ölüm demektir. yine bütün bir hayatı ortalama algının sığlığında da yaşayamaz. bu, ölümden de kötü bir hal. bu iki aykırı yaşam biçimi, yaratıcı düşüncenin ruhu olan verimli bir mutsuzluk için birbirine muhtaç.

medyanın kültür değerlerine bir bakalım mı? en çok sayıda izleyici. öteki adı, "en aşağı ortak paydada buluşmak." ölçüt, tecimsellik. değer, sığlık; hatta yok. suskunluk büyük erdem. itiraz etmeyen bir ilenme. varacağı yer, şiddeti kutsamak. bu yüzden ahlaksız bir kültür. bütün farkları ve değerleri birbiri içinde yok eden ayrıkotu gibi bir yayılmacılık. var olmadan görünen bir gürültü. şiir buralarda olabilir mi? bunun için daha epeyce bir süre, medyanın dışında, tevazunun içinde olacaktır.