11.02.2020

büyük denizci

jack london

okulun çıkış kapısına doğru yürüdü ve kapıdan çıktı. ona kahraman gözüyle bakanlar şaşkın şaşkın durdular bir an; ama o yürümeyi sürdürdü, köşeyi döndü ve gözden kayboldu. amaçsız adımlarla dolaştı bir süre. ayakları tramvay raylarına götürdü onu. kente giden bir tramvay yolcularını indirmek üzere durduğunda basamağa atladı ve tramvayın açık bölümündeki yerlerden birine çöktü. bu ana kadar yaptıklarının bilincinde değildi pek. tramvay, dönüşünü yaparken tangur tungur sallandığında kendine geldi. vapur iskelesinin önündeydi şimdi. hiçbir şey duymadan, hiçbir şey görmeden san francisco'nun göbeğine gelivermişti. iskele binasının kulesinde duran saate bir göz attı. biri on geçiyordu. bir on beş vapuruna yetişecek kadar zamanı vardı. öyleyse bu vakti gereğince değerlendirmeliydi. nereye gideceği konusunda hiç ama hiçbir şey bilmediği halde on sente bir bilet aldı, kapıdan içeri girdi. az sonra san francisco körfezi'nin ortasında, güzelim oakland kentine doğru ilerliyordu.

bir saat kadar sonra, gene öyle amaçsız, gene öyle aklı başından çıkık, oakland kenti iskelelerinden birinin tahta kirişlerinde oturmuş, ağrıyan başını dost bir kalasa dayamış bulunuyordu. oturduğu yerden birkaç küçük vapurun güvertesi görünüyordu. küçümsenmeyecek sayıda işsiz güçsüz, sular üzerinde ileri geri kayan bu vapurları izlemek üzere toplanmıştı ve joe şimdi kendine gelmeye, çevresiyle ilgilenmeye başlamıştı. dört tekne vardı. oturduğu yerden adlarını okuyabiliyordu bunların. tam altında duranın, kıç tarafında kocaman yeşil harflerle hayalet yazılıydı. daha ötede duran üçü sırasıyla kapris, istiridye kraliçesi ve uçan hollandalı adlarını taşıyordu.

eğer o, yani joe bronson, şu balıkçı kayığının içinde olsaydı ve açık denizlere açılsaydı, daha ne isterdi! ah, ne güzel olurdu! ya da o ıskunada olsaydı, güneşin denizde yıkadığı ışıkları arasında kaybolsa, dünyaya açılsaydı! asıl yaşamak ona derlerdi işte! hayatta bir şeyler yapmak, yeryüzünde bir anlamı olmak, buna derlerdi. oysa o burada, kilitli bir kapı ardında, kendisi daha dünyaya gelmeden binlerce yıl önce ölüp gitmiş insanların ne yapıp ne ettiğini ezberlemek için kafa patlatıyordu.

bu teknelerden her birinin büyük kamaraları vardı, kamaraların tepelerinde de bacalar ve hayalet'in bacasından duman çıkıyordu. kamara kapıları açıktı, tepelerindeki sürgü de çekik olduğundan joe, içerisini görebiliyor ve on dokuz yirmi yaşlarında bir gencin yemek pişirmekte olduğunu izleyebiliyordu. kalçalarına dek uzanan balıkçı çizmeleri giymişti genç. çizmelerin bitiminde mavi pantolonu, koyu renk yün kazağı bile seçiliyordu. kazağını dirseklerine dek sıvamış, sert adaleli, güneş yanığı kollarını açığa çıkarmıştı.

delikanlı başını kaldırdığında, yüzünün de öyle sağlıklı, güneşi içmiş, esmerleşmiş olduğu görülüyordu. tatlı bir kahve kokusu geldi joe'nun burnuna. küçük bir tencereden de, helmeli helmeli pişmiş olduğu kuşkusuz, kuru fasulye kokusu yükseliyordu. genç, ocağın üzerine bir tava yerleştirdi, tava kızınca bir kalıp yağ gezdirdi üzerinde ve kalınca bir biftek parçasını cızz diye yerleştirdi. pişirme işini sürdürürken güvertedeki arkadaşıyla konuşuyordu. o genç de eğilip eğilip denizden kovayla su alıyor, güvertede yığılı istiridyelerin üzerine boşaltıyordu tuzlu suyu. bu iş tamamlanınca, istiridyeleri ıslak çuvallarla örttü ve kamaraya indi. yemek pişiren genç, küçük bir masa hazırlamıştı bu arada. yemekler tabaklara kondu ve iki denizci karınlarını doyurmaya başladı. joe'nun düşleri, gözlerinin önünde seriliydi şimdi. yaşam buydu işte. yaşamak buydu. onlar yaşıyordu. güneşin ve gökyüzünün altında, ayaklarının dibinde sallanan denizin üzerinde, üzerlerine rüzgâr üfleye üfleye ya da gününe göre yağmur damlaları düşe düşe sürdürüyorlardı yaşantılarını. gerçek hayatı yaşıyordu onlar.

öte yandan kendisi, onun gibilerin doldurduğu, onun gibi elli zavallının doldurduğu dört duvar içinde kafa patlatıyor, kabuklaşmış bilgi kırıntılarını ufalayıp ortaya dökmek için çabalıyordu. elli kişiyle -ve daha birçok kişiyle- birlikte bunları yaparken, bu mutlu insanlar, gönüllerinin dilediğince yaşıyor, kürek çekiyor, yelken geriyor, kendi yemeklerini pişiriyor, o kalabalık okuldakilerin ancak düşleyebilecekleri serüvenleri yaşıyorlardı.

joe göğüs geçirdi. o, böyle bir yaşam sürmek için yaratılmıştı, kitapları koltuğunda bir okul çocuğu olmak için değil. okulda başarısız olduğu apaçık ortadaydı. sınavlarda başarısızdı. ve şu anda, evet tam şu anda, bessie göğsünü gere gere eve gidiyordu. son sınavları vermişti, üstelik en yüksek notları aldığı da kuşkusuzdu. hayır, buna dayanılmazdı! okulu çekemezdi o. babası, onu okula göndermekle hata etmişti. yetenekli, okumaya hevesli çocuklar içindi okul. oysa kendisinin böyle bir isteği, okuma yeteneği olmadığı apaçık ortadaydı. yalnız okula gidenler, okuyanlar mı adam oluyordu sanki! birçok insan, bir hiç olarak denizlere açılmış, büyük işler başarmış, koca koca filolara sahip olmuş, tarihe adlarını yazdırmıştı. bunlardan biri olamaz mıydı o? joe bronson. büyük denizci.