16.02.2018

david

kay redfield jamison

bir zamanlar gerçekten içtenlikle inanırdım ki insan hayatta yalnızca belirli bir miktar acı çekmeye yargılıdır. manik-depresif hastalık bana öyle derin acılar çektirmiş, beni öylesine ne yapacağını bilemez durumlara sokmuştu ki, yaşamın bana başka alanlarda daha iyi, daha dengeli davranacağını sanmıştım. oysa, yıldız tarlaları arasından uçacağıma, satürn'ün halkaları ile kayacağıma da inanmış biriydim ben. belki de muhakeme gücüm pek parlak değildi. çoğu kez çılgın dolaşan ama nadiren aptallık eden robert lowell, mutluluğun durup dururken bizi bulmayacağını benden çok daha iyi biliyormuş; çünkü tünelin öte ucunda bir ışık görürsek bunun üstümüze gelmekte olan trenin ışıkları olacağını söyleyen oydu.

belirli bir süre boyunca -lityum, geçen zaman ve uzun boylu, yakışıklı bir ingiliz'in aşkı sayesinde- tünelin öte ucundaki ışık sandığım bir aydınlık görür gibi oldum. gerçi her an elimden kaçacakmış gibiydi ama sanki huzurlu, sıcak, güvenli bir yaşam yakalamıştım. birazcık fırsat tanındığı takdirde aklın hastalıktan nasıl kurtulabileceğini, sabır ile şefkatin, paramparça olmuş zavallı bir dünyanın parçalarını nasıl yeniden bir bütüne dönüştüreceğini öğrenmiştim. tanrı'nın dört bir yana saçtığını doğal bir tuz, birinci sınıf bir psikiyatr ve bir erkeğin aşkı ile sevecenliği yeniden bir araya toparlayabilecekti nerdeyse.

ucla'nın öğretim kadrosuna girdiğim ilk yıl tanışmıştım david ile, 1975 yılının başlarıydı, korkunç mani krizine girişimin üstünden altı ay geçmiş, kafam yavaş yavaş eski haline dönmeye, düşüncelerim az çok bir anlam kazanmaya başlamıştı. aklım hala çok tehlikeli bir dengeyi tutturma çabasındaydı, duygularım çok yıpranmış durumdaydı, gerçek yaşamımın büyük bölümünü hala uzun gölgelerle kaplı dar bir kafesin içinde sürdürüyordum. ancak dışardan bakıldığında davranışlarım sözde normal meslektaşlarımın davranış sınırlarını aşmıyordu. böylece, en azından mesleğim açısından, görüşüne göre her şey yolundaydı.

o gün, yataklı hastalar koğuşunun kapısını açarken artık alıştığım bir sıkıntı ve sinirlilik içindeydim -hastalar yüzünden değil, bir personel toplantısı olacağından. bu toplantıları hiç sevmezdim: hemşireler hep birlikte ve saldırgan biçimde psikiyatri asistanlarından şikayetçi olurlar, asistanlar ise daha üst konumda olmanın rahatlığı, son sözün kendilerinde kalacağının bilinciyle sinir bozucu davranırlardı; son derece dirayetsiz biri olan koğuş şefi ise, türlü kinlerin, kıskançlıkların, kişisel düşmanlıkların toplantıya egemen olmasını engelleyemezdi. o koğuşta hastaların bakımı hep ikinci planda kalır, çalışanların kendi nevrozları, kendi aralarındaki savaşlar, bencillikler, kaytarıcılık ön planda olurdu. elimden geldiğince ağırdan alarak toplantı odasına sonunda girdim; ateş hattından uzak bir iskemle aradım, oturdum, kaçınılmaz tatsızlıkların bu sefer nasıl bir yol izleyeceğini düşünerek bekledim.

koğuş psikiyatrı içeri girdiğinde yanında çok uzun boylu, yakışıklı bir adam görünce çok şaşırdım. adam bana baktı ve yüzünde harika bir gülümseme belirdi. meğer konuk profesörmüş, ingiliz kraliyet ordusu tıp merkezi'ndeki görevinden izinli gelmiş. birbirimizden hemen hoşlandık. öğleden sonra hastanenin kafeteryasında birer fincan kahve içmek için oturduk; uzun zamandır hiç kimseyle yapmadığım kadar rahat ve açık konuştum onunla nedense. sakin, sessiz, yumuşak bir sesle konuşan, düşünceli bir adamdı, ruhumun hala açık olan yaralarını deşmeye kalkmadı. ikimiz de müzik ve şiir seviyorduk, ikimizin de askeri geçmişi vardı; bir başka ortak yanımız ise, ben iskoçya ve ingiltere'de okumuş olduğumdan, aynı kentlerde, aynı hastanelerde, aynı kırlarda yaşantılar geçirmişliğimizdi. psikiyatri uygulamaları açısından ingiltere ve amerika arasındaki farkları görmek istiyordu, ben de en zor hastalarımdan birine konsültasyon yapmasını önerdim. şizofrenik olan bu kız kendini cadı sanıyordu. onun korku içindeki kafasının derinliklerine ittiği, su yüzüne çıkarmaktan çekindiği psikoterapötik olguları görmekte gecikmedi david. hekimlik kimliğini bir an bile elden bırakmadan ama inanılmayacak kadar yumuşak bir sevecenlikle yaklaştı kıza; kız da ona kayıtsız şartsız güvenebileceğini anladı sanıyorum -ilerde benim de anlayacağım gibi. sağduyulu, gerçekçi ama sıcak yaklaşımıyla, aynı soruları tekrar tekrar, farklı farklı biçimlerde sorarak kızın güvenini kazanmasını, paranoyasının arkasında gizlenenleri çıkarmasını seyretmek bir zevkti.

ucla'da geçirdiği aylar boyunca david ile sık sık öğle yemeği yiyorduk -genellikle üniversitenin botanik bahçesinde. beni pek çok kez akşam yemeğine de çağırdı ama hiçbir zaman kabul etmedim; çünkü hala evliydim ve bir süre ayrı yaşadığım kocamla birlikte oturmaya başlamıştım yeniden. david londra'ya döndü. ara sıra yazışıyorduk ama benim işim başımdan aşkındı: derslere giriyor, kliniği yönetiyor, sürekli öğretim üyesi olma savaşımı veriyor, evliliğimin sorunlarıyla uğraşıyordum. derken gene çok kötü bir mani krizi geçirdim ve bunu, her zaman olduğu gibi, uzun ve beni tümüyle paralize eden bir depresyon dönemi izledi.

kocamla ben, yakın dost kalmamıza ve birbirimizi sık sık görmemize karşın artık evliliğimizin kurtarılacak noktayı aştığını kabul etmiştik sonunda. ilk kötü mani krizim sırasında onu terk ettiğimden bu yana kurtarılmayacak noktaya gelmişti zaten bana sorarsanız. gene de ikimiz de elimizden geleni yaptık. uzun uzun konuşarak, yaptığımız hataları, önümüzdeki olasılıkları tartıştık. bol bol iyi niyet ve sevgi vardı ama hastalığım sonucu meydana gelen korkunç olaylardan sonra hiçbir şey bu evliliği yeniden kurmamıza yetmedi. bu arada david'e yazdığım mektuplardan birinde kocamdan bir kez daha ve artık kesin olarak ayrıldığımı söyledim. hayat devam ediyor, klinik toplantıları, yazılar, hastalarla görüşmeler, asistan ve stajyerlere dersler birbirini izliyordu. ne kadar kötü bir hastalık geçirdiğim ve hala ne kadar tehlike içinde olduğum anlaşılacak diye ödüm kopuyordu. neyse ki -ve ne gariptir ki- akademik psikiyatrlar fazla duyarlı değillerdir, gözlem güçlerinin de pek parlak olduğu söylenemez.

derken günün birinde, david ucla'dan ayrıldıktan 18 ay kadar sonra, büroma girdiğimde ne göreyim? masamda oturmuş, bir kurşunkalemle oynuyor ve kocaman kocaman gülümsüyor. "artık benimle akşam yemeği yersin herhalde." dedi yarı şakacı bir havayla. "uzun süre bekledim, çok da uzun yoldan geldim." onunla yeğeme gittim tabi ve birlikte los angeles'ta çok güzel birkaç gün geçirdik. sonra o ingiltere'ye döndü. beni birkaç haftalığına londra'ya davet etti. uzun, intihar eğilimli bir depresyondan daha yeni toparlanıyordum, düşüncelerim çok ağır aksaktı, duygularım dayanılmayacak kadar karaydı ama, onun yanında olursam, her şeyin daha iyiye gideceğine dair bir his vardı içimde. gerçekten de öyle oldu. hem de beklentimin çok ötesinde. bahar sonuydu, akşamüstleri st. james park'ta uzun yürüyüşlere çıktık. thames nehri'ne bakan kulübünde akşam yemekleri yedik, oturduğu dairenin hemen karşısında olan hyde park'ta piknikler yaptık. yavaş yavaş bitkinliğim, kuşkularım, kapkara inançsızlığım üstümden kalktı. müzikten, resimden yeniden zevk almaya, yeniden gülmeye, yeniden şiir yazmaya başladım. uzun geceler boyu süren, sabahleyin erkenden yinelenen inanılmaz tutku dolu saatler, aşkın yaşam sevincine ne büyük katkılarda bulunduğuna inanmama, daha doğrusu bunu yeniden hatırlamama yol açtı. yaşamı besleyen aşktı.