21.12.2009

okul müdürü

cevdet kudret

süleyman gece saat on ikiye doğru lokantadan çıktı. sarhoştu. boşlukta yürüyor gibiydi. serin hava yüzüne değince kendini daha da hafif buldu. başını yukarıya kaldırdı. gökyüzü yıldız dolu. bir baştan bir başa, irili ufaklı birçok yıldız. hepsi pırıl pırıl. genç adam neşelendi. ıslık çalmaya başladı. sarhoşluk başka bir alem. insan bütün alışkanlıklarından hatta huylarından kurtuluyor.

kazancılar sokağına sapacağı sırada, kale duvarının önündeki lambanın altında bir şekil gördü. baktı, bir çocuk, elektrik direğine omzunu dayamış, sokak lambasının ışığında bir kitap okuyor. merak edip yaklaştı. kendi sınıfından bir çocuk. sordu:

"sen misin remzi? ne yapıyorsun burada?"

çocuk, ayak seslerini duyunca toparlanmıştı. kısa bir duraksamadan sonra konuştu:

"derse çalışıyorum."

"burada mı?"

"evet."

süleyman, elini uzatıp kitabı aldı, kapaktaki yazıyı okudu: tarih.

başını kaldırıp baktı; 15-16 yaşlarında bir çocuk. gündüzleri okulda, dokuzuncu sınıfta, geceleri sokak lambasının altında. bir şeyler söyleyecekti, söyleyemedi, sadece:

"yarın gel de, okulda beni gör" diyebildi ve arkasını dönüp hızlı hızlı uzaklaştı.

süleyman soyut bir adalet duygusuyla işe başlamıştı. kim olursa olsun, sınıftaki bütün çocukları, mekandaki yerlerine göre değil, bir aynaya yansımış hayaller gibi, hepsini aynı yüzeyde görüyordu. hiçbirini öbüründen ayırt etmiyor, "bilen geçer, bilmeyen döner" diyordu. ne kadar yanlış bir yolda gittiğini bu gece kendi gözleriyle gördü. karanlığın içinde hem düşünüyor hem de yüksek sesle kendi kendine konuşuyordu:

"sokak lambası altında çalışan kuşaklar başkalarıyla nasıl eşit olabilir? bilmeyen döner. ama bilmeyenin niçin bilmediğini araştırıyor, buna bir çare bulabiliyor muyuz? iki çocuktan birisi, mum ışığı altında kitabını okuyor, öbürü ise kendisine ayrılmış özel bir odada, pırıl pırıl yanan bir elektrik lambası altında. mum devriyle elektrik devri arasındaki uzun zaman aralığını hesaba katmayacak mıyız? ikisinin başlangıç noktası bir değil ki. birisi bilmem kaç yüzyıl ileriden yola çıkıyor; öbürü ise bir o kadar geriden. bize gelince, biz sadece masa başında oturuyor, yarışçıların yalnız bitirişlerine not veriyoruz, başlayışlarına aldırış bile eden yok. hayır. gerçek adalet bu değil. buna bir çare bulmak gerek."

ertesi gün akşama kadar bu işle uğraştı. üçüncü dersten sonraki teneffüste remzi göründü. bahçede bir köşeye çekilip konuştular. çocuk, hayatını anlattı: geçen yıl niğde ortaokulunu bitirmiş; yoksulmuş ama okumaya hevesi varmış, babası rençpermiş, "istediğin yere git; yalnız benden bir şey isteme" demiş; o da, lisede okumak için kayseri'ye gelmiş, burada zengin bir hemşerileri varmış, boğaz tokluğuna onun evine girebilmiş, ahırın içinde "ahır odası" denen bir yer vermişler, görevi, ahıra ve hayvanlara bakmakmış; gündüz boş zamanlarında o işle uğraşıyor, derslere yalnız geceleri çalışabiliyormuş; fakat samanlar tutuşur da yangın çıkar diye, geceleri ateş yakmasına izin verilmiyormuş, o da sokak lambası altında okuyormuş.

süleyman, çocuğu dinlerken boğazının acıdığını, tıkandığını seziyor, yutkunamıyordu. sonunda:

"haydi git" diyebildi. "ben seni çağırtırım."

öğleden sonra doğruca müdürün yanına çıktı. dün gece lokanta dönüşü gördüğü hali, bugün öğrendiklerini bir bir anlattı. müdür dikkatle dinliyor, ara sıra gözlerini açıyor ya da acımış gibi başını sallıyor; fakat hiçbir şey söylemiyordu. süleyman sözünü bitirince sustu, karşısındaki konuşsun diye bekledi. müdür kitap açacağı ile iki kez avucuna vurdu, onu bıraktı, yazı yazmadığı halde kalemi hokkaya sokup çıkardı, masadaki kurutmalığı bir yerden alıp öbür yere koydu, eliyle alnını ovuşturdu, gözlerini masada bir noktaya dikip düşündü, sonunda sordu:

"peki, bu çocuğa nasıl bir yardım yapabiliriz? aklınıza bir şey geliyor mu?"

"aklıma ilk gelen şey, akşamları okula kabul edip ders çalışma saatlerinde yatılı öğrencilerle bir arada çalışmasına müsaade etmek."

"eh, bu olabilir, bu olabilir ama.."

"hatta, ben daha başka bir şey düşünüyorum. bu remzi ve onun gibilerini, yalnız ders çalışma saatlerinde okula almak değil, içinde bulundukları yaşama koşullarından da kurtarıp çalışmalarını daha verimli hale getirmek."

"kurtarmak mı? siz neler diyorsunuz allah aşkına? sanki elimizden bir şey gelirmiş gibi konuşuyorsunuz. bunu nasıl yapabiliriz?"

"nasıl mı? okulun temizlik işlerinde, yemekhanede, yatakhanede en aşağı 8-10 hademe kullanıyoruz. onların yerine bu yoksul öğrencileri çalıştırsak. böylece, hem oturacak sıcak bir oda, altında okuyacak iyi bir ışık hem de geceleri yatacak temiz bir yer bulmuş olurlar."

müdür gülmekten kendini alamadı:

"ilahi süleyman bey! siz okulu dillere destan etmek mi istiyorsunuz?"

"niçin? bu, amerika'da en olağan işlerden birisiymiş. yoksul öğrenci, ödemesi gereken öğrenim ücretini okulun temizlik işlerinde çalışarak ödermiş."

"orası amerika. oysa biz küçük asya'da yaşıyoruz. her yerin kendine göre adetleri vardır. amerika adetleri kayseri'de hazmedilmez. ya öbür öğrenciler temizlik işlerinde çalışan öğrencilerle alay etmeye başlarsa, ya aralarında kavga çıkarsa, okulun disiplini bozulursa?"

"bunu önleme olanağı yok mu, müdür bey? bu vesile ile çocuklara, hangi işte olursa olsun çalışmanın ayıp sayılmayacağını, en iyi ahlakın çalışma ahlakı olduğunu öğretemez miyiz?"

"olmaz azizim, olmaz. kayseri'de amerikalılık sökmez. bırakın allahınızı severseniz, durup dururken başımıza iş açmayın! kafanızı bu işlere yoracağınıza, tavlada şeş-beş ile hangi kapıları alabileceğinizi düşünseniz daha rahat edersiniz."

"bir zamandan beri ben de rahat etmeye başlamıştım; fakat dün gece kendi kendimden utandım."

"şu çocuk yüzünden mi? peki canım, onun, ders çalışma saatlerinde okulda kalmasına izin verebiliriz. yalnız.. beni düşündüren nokta.. başkaları da duyup gelmek isterlerse o zaman ne yaparız?"

"asıl sorun da o ya! koca kayseri'de remzi bir tane değil herhalde. eğer şimdiye kadar görmediğimiz remzi'ler karşımıza çıkarsa, onlara da elimizi uzatırız. adamakıllı bir ışık bulamadıkları için derslerini hazırlayamayan bu çocukları çıra, mum, kandil, idare lambası aydınlığından kurtarıp hepsini okulda bir odaya toplarız, yakarız tepelerinde iki lamba, "haydi" deriz, "çalışın bakalım!"

müdür, karşısındakini hafifseyen bir gülümseme ile cevap verdi:

"daha pek tecrübesizsiniz, süleyman bey. bakanlıktan izin almadan nasıl ayrı sınıf açabiliriz? bu, bizim yetkilerimizin dışında bir iş."

"izin mi?"

"elbette. siz sanıyor musunuz ki okul müdürleri her istediklerini yapabilirler? ne gezer! biz bakanlığın izni olmadan pencere bile açıp kapayamayız."

"kendilerine yazıyla sorsanız."

"olmaz, olmaz! 'bize akıl mı öğretiyorsun?' diye kızarlar sonra. durup dururken aramın açılmasını istemem. hem size bir şey söyleyeyim mi? böyle daha iyi. biz ne diye kafamızı yoralım? bizim yerimize onlar düşünür, emir verir, biz de yaparız. günün birinde bana umum müdürlük filan verseler, iki gün dayanamam vallahi! yoo! ben o kadar düşünmeye gelmem."

süleyman gülümsemekten kendini alamadı. sonra, kandırmaya çalışan yumuşak bir sesle sordu:

"peki, bu çocukların hali ne olacak? göz göre göre sınıf dönmelerine razı olacak mıyız?"

"bu, düşünülecek bir iş, süleyman bey. oysa, biliyorsunuz, düşünmek büyüklerimizin işidir. eğer onlar 'bilmeyenleri de geçirin' diye bir emir verirlerse iş değişir. ama bugün usul bu: bilen geçer, bilmeyen döner."

"bilmeyen, eğer oturacak bir odası olmadığı ya da yakacak ışığı bulunmadığı için bilmiyorsa? onlara da bilme olanaklarını hazırlamak varken neden elimizi kolumuzu bağlayıp oturalım?"

müdür, kendisini ille düşündürmeye zorlayan bu toy öğretmenin ısrarından usandığını gösteren bir el hareketi yaparak:

"parası olmayan da okumayıversin be birader!" dedi.

"demek ki okumak da, yemek, elbise, ev filan gibi yalnız parası olanların alabileceği bir nimet?"

"evet, evet. 'parası olan düdüğü çalar' demişler. ne yapalım? dünya böyle kurulmuş. kalkıp da kendi kendimize dünyanın düzenini değiştiremeyiz ya. haydi bir şeyler yapmaya çalışalım; bu isteklerin sonu gelmez ki. siz ışığı olmayan birisine rastladınız; karşımıza ya bir de yemek isteyenler çıkarsa? başka bir köşede elbise isteyenler de vardır tabi. iyisi mi hiçbirine aldırmamalı; o kapıyı her zaman kapalı tutmalı."

bu sırada odaya başmuavin nadir girdi. müdür gülümseyerek ona:

"nadir bey" dedi, "arkadaşımızın bir önerisi var: 'akşam çalışmalarında yoksul öğrenciler için okulda bir oda açalım, gelsinler, orada çalışsınlar' diyor."

"aman müdür beyciğim, kulunuz olayım, bu düşünce de nereden çıktı? işlerimiz zaten başımızdan aşkın. geceleri bir tane nöbetçi muavin kalıyor, adamcağız yoklamayı mı yapsın, öğrencinin disiplinine mi baksın, yemekhaneye mi koşsun, yatakhaneyi mi gezsin, hademeye mi söz anlatsın, ambardan erzak mı çıkarsın, ödevleri mi düzeltsin, hangisine yetişsin? yatılı öğrenci yetmiyormuş gibi bir de yatısız ile mi uğraşalım? düşünmesi bile insana sıkıntı veriyor. yok, yok, herhalde şaka ediyor, beni korkutmak istiyorsunuz. siz böyle bir şeyi aklınıza bile getirmezsiniz. hem bize ne canım? eğer yoksulsalar okumasınlar. herkes okursa ayakişlerini kim görecek?"

başmuavin, imzalatmak için getirdiği kağıtları bırakıp çıkınca müdür:

"görüyorsunuz ya" dedi, "başmuavin de benim gibi düşünüyor. türkiye'de ortaöğretim serbesttir, biz herkesi zorla okutmak zorunda değiliz. okuyabilen okur, okumayan çıkıp gider. ne yapalım, elimizden başka bir şey gelmiyor. ama o çocuğa gelince.. neydi adı? remzi miydi? sizin hatırınız için her türlü sorumluluğu üzerime alıp, evet, bütün sorumluluğu üzerime alıp geceleri okuma odasında çalışmasına izin vereceğim. çalışsın bakalım ne olacak? bence, okumasa daha iyi eder. ben okudum da ne oldum sanki? 50 lira asli maaşla kayseri'lerde sürtüp duruyorum. eğer bir terzinin yanına çırak olarak girseydim, bugün istanbul'da dükkan sahibi olur, bundan bin kat iyi yaşardım."

müdür daha sözünü bitirmemişti ki, okulun saymanı telaşla içeri girdi:

"müdür bey" dedi, "bir haber işittim. nadir bey söylemiş. muavinler odasında herkes birbirine giriyor. eğer kabul edilirse, muavinlikten istifaya hazırlananlar bile var. doğru mu bu haber? merak ettim."

"bunun sizi ilgilendiren yanı var mı?"

"elbette var. yeni bir okuma odası açıldı mıydı, orada geceleri en aşağı 100 mumluk 2 lamba yanar, sobanın odunu, kömürü.. bir gecede şu kadar, yılda bu masraf eder. oysa, biliyorsunuz, tasarruf için bakanlıktan iki defa emir geldi. bizlerden artanları bakanlık ankara'da başka işlerde kullanacakmış. çocukların yiyeceklerinden bile kısıp dururken, öbür yanda hiç gereksiz bu iş için fazla masraf yapmanın zamanı mı?"

müdür güldü:

"yok, yok, naci bey. kalbin rahat etsin. sınıf filan açacak değiliz. sadece üstünde düşündük, o kadar. düşünmek de parayla değil ya, a birader! insanın kafasının içi kımıldar kımıldamaz böyle herkesin birden ayaklanacağını nerden bilelim?"

sayman, rahatsız ettiği için özür diledi ve:

"ne bileyim, söylenenleri doğru sanmıştım da, telaşlandım" diyerek çıktı.

yalnız kaldıkları vakit, müdür, süleyman'a:

"bakın, öneriniz şimdiye kadar üç kişiye söylendi, üçü de kabul etmedi. meslekte daha çok tecrübesizsiniz, zamanla hepsini öğreneceksiniz, süleyman beyciğim! gidiyor musunuz? ben de başmuavinin getirdiği şu kağıtları imzalayayım. akşama kahvede yine buluşuruz. haydi güle güle!

süleyman çıktı. korkunç bir hayal kırıklığına uğramıştı.