1.12.2009

cephede

erich maria remarque

bizim kentin arkasındaki çayırların arasından akan bir küçük dere kıyısında bir sıra koca kavak vardı. ta uzaklardan görülür. sadece bir kıyıda oldukları halde oranın adı kavaklı geziydi. daha çocukluğumuzda onlara karşı düşkünlüğümüz vardı. nedenini bilmediğimiz halde bizi kendilerine çekerlerdi. bütün günlerimizi onların yanında geçirir ve usul usul hışırdayışlarını dinlerdik. kavakların altında ve derenin kıyısında oturup ayaklarımızı aceleci dalgacıklara bırakırdık. suyun tertemiz kokusu ve kavaklarda dolaşan rüzgarın uyumu hayalimizi hükmü altına alırdı. orasını öyle severdik ki, şu anda anısı bile yüreğimi oynattı.

gözümün önünde canlanan bütün anıların iki özelliği olması pek garip. daima aşırı sakin oluyorlar. hem gerçekten bu derece sakin olmasalar bile o etkiyi yapıyorlar ve en kuvvetli yanları da bu.

bu sessiz hayaller, ağızlarını açıp tek kelime söylemeden benimle konuşuyorlar; bakışları ve davranışlarıyla konuşuyorlar. ama bu susuşları öylesine dokunaklı ki, bedenimin yayılıp dağılacakmış gibi olduğu bu eriyiş ve gevşeyiş halinde mahvolmamak için, üniformanın kollarına ve silahıma dokunmak zorunda kalıyorum.

bize bu derece sessiz görünmeleri, sessizliğin bizler için akıl almaz bir şey olmasından. cephede sessizlik nedir bilinmez ve cephenin baskısı öyle uzaklara yetişir ki, hiçbir zaman kurtulamayız. cephe gerisinde bulunan depolarda ve dinlenme kamplarında bile ateşin boğuk gümbürtüsü ve uğultusu her zaman kulaklarımızdadır. cepheyi duymayacak kadar uzaklara hiçbir zaman gidilmez. ama bugünlerde artık çekilmez bir hal aldı.

geçmişle ilgili anıların istekten çok hüzün uyandırmasının asıl nedeni de bu sessizlik, açıklanamayan bu sonsuz keder hali. bir zamanlar vardılar ama şimdi geri gelmiyorlar, geçip gittiler. bizler için bir daha geri gelmeyecek bambaşka bir alem; onlar, kışla avlularındayken kafa tutar ve yabanıl istekler uyandırırlardı içimizde. o zamanlar henüz bizlerden kopmamışlardı. ayrı bulunduğumuz zamanlarda bile onlar bizimdi ve bizler onlardık. şafak kızıllığı ile ormanın kara gölgesi arasında talime giderken söylediğimiz asker türkülerinde onlar yükselirdi; içimizden gelen güçlü bir anıydı.

ama burada, şu çukurlarda, elimizden kaçıp gitti; içimizden yükseldiği yok artık. bizler öldük ve o, ta ufukta. bu hayalden, başımıza gelen bu gizemli yansıdan hem korkuyoruz hem de hiç umut olmadan seviyoruz. o da kuvvetli, bizim isteğimiz de kuvvetli ama elde edilmesi olanaksız; bunun böyle olduğunu da biliyoruz. general olmayı ummak kadar boş ve umutsuz.

hem onu, gençliğimizin o güzel günlerini bize yine verseler ne yapacağımızı pek bilmezdik. ondan bize gelen hoş ve gizli kuvvetler bir daha karşı koyamazlar. onların içlerinde olur, onlarla sarmaş dolaş olurduk, birbirimizi hatırlar, onları sever ve onları görmekten heyecanlanırdık. ama bu hal, ölü bir arkadaşın fotoğrafı karşısında düşünceye dalmamızdan farklı olmazdı. çizgiler o çizgilerdir, yüz o yüzdür ve birlikte günlerimiz, anımızda yalancı bir hayata kavuşacaktır; ama bunlar, o değildir.

onunla eskisi gibi bağlı olmayacağız artık. onun güzel ve hoş yanını kavramamız değil, varlığımızın, bizi çeviren ve ana babalarımızın dünyasını bize daima biraz anlaşılmaz gösteren olay ve sorunlarıyla ortak bağlar, bizi çekiyor. çünkü bizler ona karşı hemen daima düşüncesizce kendimizi vermiştik; en küçük bir şey bile bizi daima sonsuzluk yolunda bulurdu. bu belki de bizim gençliğin bir ayrıcalığıydı. henüz ne bir nüfuz sahası biliyorduk ne de hiçbir yerde bir şeyden vazgeçiyorduk. kanımızdaki bekleyiş günlerimizin geçişi ile bizleri birleştiriyordu. bugün gençlik günlerimize yine dönmüş olsaydık sadece birer gezer gibi dolaşırdık. gerçekler bizi yakıp kül etti, farkları bir tüccar kadar ve zorunlulukları bir kasap kadar biliyoruz. tasasız değiliz artık. müthiş boş veriyoruz; anılarımızın aleminde olurduk belki; ama yaşar mıydık?

bırakılmış çocuklar gibiyiz; ama yaşlı başlılar kadar deneyimimiz var. kaba saba, kederli ve yalnızız; bizler mahvolduk.