4.01.2009

daralma

george orwell

eğer evliyseniz bilirsiniz: kendi kendinize "tanrım ben ne halt yedim!" dediğiniz anlar vardır.

karılarını öldüren herifler sonunda daima yakalanır. siz istediğiniz kadar o anda başka bir yerde olduğunuzu ispatlayın, onlar yine de failin siz olduğunuzu mükemmelen bilir ve bir punduna getirip sizi enselerler. bir kadının icabına bakıldığında, ilk şüpheli daima kocasıdır. bu da size, insanların evliliğe gerçekte nasıl baktığını kenarından köşesinden anlatıverir.

bizim gibi insanların temel sorunu, hepimizin kaybedecek bir şeylerimizin olduğunu sanmamız. ve aslında ev sahibi filan olmadığımız için, yarısına geldiğimiz taksitlerimizin sonuncusunu yatırmadan önce bir aksilik olur diye ödümüz koptuğu için, iyice boka batmış bulunuyoruz. hepimiz satın alındık, hem de kendi paramızla. hiçbir yeri görmediği ve zili çalmadığı halde belle vue (güzel manzara) denen bu tuğladan yapılmış oyuncak evlere bedelinin iki katını ödemek için burnundan ter damlayan bu zavallı kahrolası orospu çocuklarının, bu yalakaların istisnasız hepsi, ülkelerini bolşevizme karşı savunmak için savaş meydanında kanının son damlasına kadar çarpışmaya hazırdır.

hayatta hiçbir şey siyah beyaz değildir.

eğer birazcık şişmansanız hemen herkes, hatta bir yabancı bile, size görünüşünüzle ilgili aşağılayıcı bir anlam içeren bir ad takmayı kendine hak görüyor. kambur ya da şaşı veya tavşan dudaklı bir arkadaşınızı düşünün. ona durumunu hatırlatan bir lakap takar mıydınız? oysa her şişman doğal olarak etiketlenir. ben, insanların otomatik sırtına şaplattığı, kaburgalarını dürttüğü tiplerdenim ve bunların hemen hepsi de benim bundan hoşlandığımı sanır. nedense şişman bir adamın bir şey hissetmediğini sanırlar.

gerçek şudur ki, bir kadın hiçbir erkeğe şakacıktan bakmaz, yeter ki o erkek onu, ona aşık olduğuna inandırsın.

bir süt barına gitmek nereden aklıma geldi, bilmiyorum. buralar genellikle gitmekten kaçındığım yerlerdir. biz beş-on papelciler, londra'daki yeme içme yerlerinde pek iyi karşılanmayız. parlak kırmızı tezgahın arkasında duran, uzun beyaz kepli kız buz kutusuyla bir şeyler yapıyordu, arkada bir yerlerde çalan radyodan tenekeye vuruluyormuş gibi sesler yükseliyordu. bu baş belası yerde ne işim vardı? içeri girerken bunu düşünüyordum. bu tür yerlerde beni mutsuz eden bir atmosfer olurdu. her şey çok gösterişli, çok parlak, çok aerodinamiktir; her baktığınız yerde aynalar, krom plakalar, emayeler falan vardır. her şey dekorasyona harcandığından yiyeceğe bir şey kalmamıştır. şöyle adam gibi, doğru dürüst bir yiyecek yoktur. amerikan isimli bir sürü ıvır zıvır, hiçbir zaman tadına varamayacağınız, hatta var olduğuna inanamayacağınız şeyler. her şey karton ya da teneke kutu içinde gelir, ya buzdolabından çıkmıştır, ya musluktan akmıştır ya da tüpten sıkılmıştır. ne bir konfor, ne de bir mahremiyet duygusu. tünediğiniz yüksek tabureler, kemirdiğiniz koçanlar, her tarafınız aynalarla kuşatılmış. etrafta radyo sesine karışarak uçuşan, yemeğin önemi olmadığını, konforun önemi olmadığını, aslında gösteriş, parlaklık ve aerodinamiklik dışında hiçbir şeyin önemi olmadığını söyleyen bir tür propaganda. bu aralar zaten her şey aerodinamiktir, hitler'in size ayırdığı mermi bile. büyük bir fincan kahve ve iki frankfurter ısmarladım. uzun beyaz kepli kız istediklerimi önüme fırlattı; bir süs balığına yem verirken de ancak bu kadar ilgi duyabilirdi.

geçmiş tuhaf bir şey. her zaman sizinledir, bence on ya da yirmi yıl önce olmuş bir şeyi düşünmeksizin bir saat bile geçiremeyiz, yine de çoğunlukla hiçbir gerçekliği yoktur, tarih kitaplarındaki bir sürü malzeme gibi, o da yalnızca bildik bir olgular dizisinden ibarettir. sonra şans eseri bir görüntü veya ses ya da koku, özellikle de koku, size çarpar ve sadece geçmiş canlanmakla kalmaz, siz de gerçekten geçmişe dönüverirsiniz.

insan çok gençken, uzun zamandır burnunun dibinde duran şeylerin bir gün ansızın farkına varıyor. etrafınızda olup bitenleri, uyku mahmurluğunu üzerinizden atmaya çalışırken olduğu gibi, birer birer algılamaya başlıyorsunuz. mesela, birden bir köpeğimiz olduğunu fark ettiğimde 4 yaşındaydım. adı nailer'dı ve şimdi artık rastlanmayan türden, yaşlı, beyaz bir ingiliz teriyeriydi. onu mutfak masasının altında bulmuş ve nasılsa bir anda bize ait ve adının da nailer olduğunu anlamıştım.

bugün bir peni canavarı gören kimse var mı acaba? sadece 1 peniye, 2 litreden fazla köpüklü limonatayla dolu koca bir şişe. savaşın ortadan kaldırdığı bir başka şey de budur.

bir şekilde atlatmak mümkünse, kimsenin aklına vergi ödemek gelmez.

çok eskilere döndüğünüzde, insanları hep belli, özel bir yerde ve kimi karakteristik özellikleri içinde hatırlarsınız. size hep aynı şeyleri yapıyorlarmış gibi gelir.

işinde gerçekten usta birini seyretmekte her zaman büyüleyici bir yan vardır.

insanlar tuttukları balıklara dair yalanlar uydururlar, yakalayıp da kaçırdıkları balıklar hakkındaysa daha büyük yalanlar..

sürdürdüğümüz bu yaşamda yapmak istediğimiz şeyleri yapmayız. bu, sürekli çalışmamızdan dolayı değildir. bir çiftçi yamağı ya da yahudi bir terzi bile sürekli çalışmaz. bu, bizi sürekli budalalık yapmamız için dürtüp duran, içimizdeki şeytandan dolayıdır. yapmaya değer şeyler hariç, her şey için daima vakit vardır. gerçekten hoşlandığınız bir şey düşünün. sonra da, saat saat, yaşamınızın kaçta kaçını onu yapmak için harcadığınızı hesaplayın. ardından da tıraş olmak, otobüslere binip inmek, tren istasyonlarında beklemek, açık saçık hikayeler anlatıp dinlemek, gazete okumak gibi şeylere harcadığınız vakti hesaplayın.

ne okumak istediysem onu okudum ve onlardan, bana okulda öğrettiklerinden çok daha fazlasını öğrendim.

savaş, insanı, eğer öldürmezse, düşünmeye zorluyor. anlatılması imkansız bir alay zırvadan sonra, toplumu sonsuz ve sorgulanamaz bir şey olarak görmek mümkün olmuyor. biliyorsunuz ki, bunların hepsi palavradır.

bir gece yatağa girersiniz, kendinizi hala genç sanıyorsunuzdur, aklınız kızlarda ve başka şeylerdedir, sonra sabah bir de uyanır bakarsınız ki, meğer siz sadece, çocuklara pabuç almak için burnundan ter damlamaktan başka bir işe yaramayan, zavallı şişko moruğun tekiymişsiniz.

toplantılarda hep böyledir: gelen insanların yarısının konuya dair en ufak bir fikirlerinin olmaması, değişmez bir kuraldır.

dinle evlat, her şeyi yanlış anlamışsın. 1914'te çok şerefli bir iş yaptığımızı sanan bizdik. meğer değilmiş. meğer sadece kanlı bir mahfilmiş. eğer bir kez daha olursa, ondan uzak dur. vücudunun neden kurşunlarla delik deşik olmasını isteyesin ki? onu bir kıza sakla. sanıyorsun ki, savaş kahramanlıktan ve victoria madalyalarından ibarettir; ama değil. bu aralar kimseye süngü tak emri gelmiyor, geldiğinde anlarsın. o zaman bir de bakarsın ki, hiç de kahraman mahraman değilmişsin. tek bildiğin üç gündür uyumadığın, kokarca gibi koktuğun, krkudan altına doldurduğun ve ellerinin soğuktan tüfeğini tutamayacak kadar donduğudur. ama bunların da zerre kadar önemi yoktur. bütün mesele sonrasıdır.

sevgili dostum. güneşin altında yeni olan hiçbir şey yok.

durgun bir günde odun ateşinin nasıl göründüğünü bilirsiniz. tamamen yanıp ak küle dönmüş; ama hala şeklini muhafaza eden odunlar ve külün altından akseden o parlak, kızıl ışıma. kızıl korun daha da canlı görünmesi ilginçtir, insana canlı her şeyden daha büyük bir yaşam duygusu verir. onda bir tür yoğunluk, bir titreşim, şimdi tam kelimelerini bulamayacağım bir şeyler vardır. ama insana hayatta olduğunu hissettirir. etraftaki başka her şeyi hissetmenizi sağlayan, resimdeki nokta gibidir.

insanlar neden bu kadar budala yaratıklardır acaba? vakitlerini türlü çeşitli ahmaklıklar peşinde koşarak harcayacaklarına, neden sadece gezinip etraflarına bakmazlar? örneğin şu havuzu -ve içindekileri- alalım. orada su kertenkeleleri, su yılanları, su böcekleri, mayıs böcekleri, sülükler ve ancak mikroskopla görebileceğimiz, tanrı bilir daha neler yaşıyordu. yaşamlarının sırrı işte oracıkta, suyun içindeydi. insan bütün bir ömrü, hatta on ömrü, onları seyretmekle geçirebilir ve yine de, o bir tek havuzun bile dibine ulaşmış sayılmazdı. ve bütün bunlar olurken, içinizi o harikuladelik duygusu kaplar, içinizde o tuhaf ateş yanardı. aslında sahip olmaya değer tek şey buydu ve biz bunu elimizin tersiyle itiyorduk.

bir şeyin olmadan öncesiyle olduktan sonrası çok farklıdır.

insan aklına dair bildiğim bir şey varsa, o da dura dura ilerlediğidir. neredeyse bir ömür boyu hiçbir şey hissetmezsiniz. ondan sonra şimdi bana olduğu gibi, son çeyrek saat içinde şok geçirirsiniz.

küçük dükkan sahiplerinin müşterilerine nasıl tam bir kayıtsızlıkla baktığını bilirsiniz.

bunların hepsi olacaktı. aklınızın gerisine attığınız, korktuğunuz, bir kabus olduğunu ya da sadece yabancı ülkelerdekilerin başına geldiğini sandığınız her şey olurdu. bombalar, ekmek kuyrukları, kauçuk coplar, dikenli teller, renkli gömlekler, sloganlar, koca yüzler, yatak odası pencerelerinden ateş eden makineli tüfekler. hepsi olacaktı. biliyordum. kaçış yoktu. isteyen mücadele edebilir ya da başını çevirip görmemiş gibi yapabilir veya ingiliz anahtarını kapıp suratları dağıtabilirdi. ama mümkün değildi. hepsi olacaktı.

yanılsamaymış! aldatmacaymış! ortalık yalan dolandan geçilmiyormuş, bunların önemi yoktu. kötü günler geliyordu, tornadan geçirilip bütün çıkıntıları alınmış ve dümdüz edilmiş, aerodinamik insanlar da. daha sonra ne gelecekti bilmiyorum, umurumda da değildi açıkçası. tek bildiğim, eğer şu dünyada sevdiğiniz bir tek şey varsa, ona şimdiden elveda demenin zamanı gelmişti. çünkü hiç susmayan bir makineli tüfek ateşi altında, bildik, tanıdık her şey kayıp gidiyor ve ağır ağır lağıma gömülüyordu.