9.12.2021

edebiyat

alberto manguel

her ne kadar hayıflansak da yazılı dil, bundan beş bin yılı aşkın bir süre evvel ilk olarak ortaya çıktığı zaman, ozanlar değil muhasebeciler tarafından icat edilmişti. iktisadi nedenlerle, iktisadi vakaları, örneğin mülkleri, ticari alışverişleri ve alım-satım anlaşmalarını kayıt altında tutma gayesiyle ortaya çıkmıştı.

hikâyeler, en iyi ve en doğru olanlar dahi, bizi kendi akılsızlığımızdan kurtarmaya yetmezler. hikâyeler bizi acı çekmekten ya da hatadan, doğal ya da yapay felaketlerden, intihara meyilli açgözlülüğümüzden koruyamazlar. yapabilecekleri tek şey, kimi zaman, öngörmesi imkansız nedenlerle, bize bu akılsızlığı ve açgözlülüğü anlatmak ve gün geçtikçe kusursuzlaşan teknolojiye daha ihtiyatlı yaklaşmamız gerektiğini hatırlatmak olabilir. hikâyeler acılarımızı teselli etmeyi ve deneyimimizi isimlendirecek kelimeleri teklif edebilirler bizlere. hikâyeler bize kim olduğumuzu ve eleğinden geçtiğimiz bu kum saatlerinin ne olduğunu anlatabilir; bunca istismar edilmiş bir dünyada, konforlu bir mutlu sona gereksinim duymaksızın bize bir arada yaşamda kalmanın yollarını sunan bir gelecek önerebilirler.

edebiyat dogmanın karşıtıdır. edebi bir metin daima başka okumalara, başka yorumlamalara açıktır; çünkü belki de, dogmadan farklı olarak, hem düşünce hem ifade özgürlüğüne izin verir ve bize tahayyül gücü bahşeden o önemli genler gibi, kendi kendini üretebilir niteliktedir. hiçbir edebi metnin bütünüyle özgün, tam anlamıyla biricik olmayıp hepsinin kendinden önceki metinlerden kaynaklanmasını, alıntılar, yanlış alıntılar ve başkaları tarafından yaratılarak tahayyül ve kullanım yoluyla dönüşüme uğrayan söz dağarcıkları üzerine kurulmasını dokunaklı buluyorum. yazarlar ilk hikâye ya da son hikâye diye bir şeyin olmadığı gerçeğinde teselli bulmalıdırlar. edebiyatımız, belleğimizin erişmemize izin verdiği başlangıçlardan çok daha öncesine uzanmakta ve tahayyülümüzün algılamamıza izin verdiğinden çok daha ileride yatan geleceğe erişmektedir.

ölüm yalnızca kaçınılmaz ortak kaderimiz değildir; insanlığın ona dair ortaklığı bizzat yaşamın içine dek yayılır; yaşamımız asla bireysel değildir, ötekinin varlığıyla ilelebet zenginleştiği gibi yokluğunda da fakirleşir. bir başımıza, bir adımız ve bir yüzümüz yoktur; bize seslenecek biri ve ayırt edici özelliklerimizin farkına varmamızı sağlayacak bir yansımamız yoktur.

her edebi ilişki, az çok bilinçli bir biçimde, ötekini görmenin üç yolunu içerir: hayali, yarı-kurmaca, tahayyülümüzde sembolik ya da alegorik ağırlığı olan bir varlık olarak; mülkiyetimize ve kimliğimize göz diken ve mücadele ederek yok edilmesi gereken bir tehdit olarak; bizi yöneten, bize bilgece öğretmenlik eden, sevmemiz ve gözüne girmemiz gereken yaratıcı bir yardımsever olarak.

her toplum kendini tanımlamak için kendisinin girift ve çok yönlü bir tasavvuru kadar, bir başkasıyla karşıtlık ilişkisine de ihtiyaç duyar. her sınır içeriye aldığı kadar da dışarıda bırakır ve ulusun bu ardışık yeniden tanımlamaları, birbirleriyle örtüşmek ya da kesişmek suretiyle, kümeler kuramındaki dairelerle aynı işi görür.