16.05.2008

eski çağlarda dünya

johan huizinga

yarım bin yıl daha genç olduğu sıradaki dünyaya, her şeyin dış çizgileri bize olduğundan çok daha açık bir biçimde belirtilmiş olarak görünüyordu. acı ile sevinç, düşmanlık ile mutluluk arasındaki karşıtlık daha çarpıcı görünüyordu. bütün yaşantı, henüz insanların zihinlerinde, çocuk yaşamının haz ve acısının dolaysızlık ve mutlaklığına sahipti. her olay, her eylem hala, onları bir ritüelin vakarına yükselten dışavurumcu ve ağırbaşlı biçimlerde somutlaştırılıyordu. çünkü ayinin kutsallığı yoluyla gizemler sırasına yükseltilenler yalnızca doğum, evlilik, ölüm gibi önemli olaylar değildi; daha az önemli olan yolculuk, görev, ziyaret gibi olaylar da aynı şekilde binlerce formaliteyle yerine getiriliyordu: takdisler, törenler, formüller.

afetler ve yoksulluk, şimdi olduğundan daha rahatsız ediciydi; onlara karşı korunmak ve bir teselli bulmak daha zordu. hastalık ve sağlık, çok daha çarpıcı bir karşıtlık ortaya koyuyordu; kışın soğuğu ve karanlığı, daha gerçek kötülüklerdi. onur ve zenginliklerin tadı çok daha büyük bir hevesle çıkarılıyor ve çevredeki sefaletle daha canlı bir tezat oluşturuyordu. günümüzde, bir kürk paltoya, ocaktaki sıcak bir ateşe, yumuşak bir yatağa, bir bardak şaraba duyulan bu derin arzuyu bizim anlayabilmemiz çok zordur.

yaşamdaki her şey ya mağrurane ya da zalimane bir aleniyetten ibaretti. cüzamlılar çıngıraklarını çınlatarak geçit yaparlardı; dilenciler kiliselerde kusurlarını ve sefaletlerini sergilerlerdi; her düzen ve statü, her mevki ve meslek, kendi özgün kıyafetiyle ayırt edilirdi. büyük efendiler, korku ve kıskançlık yaratan şaşaalı bir armalar ve kıyafetler gösterisi yapmadan dışarıya adım bile atmazlardı. idamlar ve diğer kamusal yargı eylemleri, söylevler, evlilikler ve cenazeler, hepsi haykırışlar, alaylar, şarkılar ve müzikle ilan edilirdi.