2.05.2022

saman çöpü

cevdet kudret

"ya kaptanı, ya doktoru görmem gerek" dedi. bugün günlerden cumaydı. ala! birinden biri herhalde öğle yemeği için evde bulunacaktır. saate baktı: 10.00. eğer hemen hazırlanırsa öğleden önce orada olabilirdi.

"süleyman!"

"efendim anne?"

"gel seni giydireyim de.. haydi çocuğum.. seni giydireyim de, kaptan dayılara gidelim."

ayşe hem hazırlanıyor hem düşünüyordu: "kaptan dayılar.. fakat bu saatte gitmek doğru olur muydu? ama başka zaman da evde bulunmazlardı ki.."

misafirlik töresi büsbütün değişmişti. yemeğe alıkoymak, ziyafet vermek gibi incelikler çoktan unutulmuş; bir yerde yemeğe kalmak adeti de bırakılmıştı. herkesin ekmeği kendisine kadardı. hiç kimsenin kimseye ikram edecek hali yoktu. eğer mutlaka kalmak gerekiyorsa, misafir, ekmeğini de birlikte götürürdü. gece gezmeleri büsbütün kalkmıştı. gaz pahalıydı: lamba ancak büyük evlerde yanardı; orta halli evlerde mum yakılırdı; ufak evler ise büyük evlerin büyük pencerelerine bakarak ışık yüzü görmeye çalışırlardı.

giyinmeleri bittikten sonra ayşe kendilerine düşen 2 dilim ekmeği paket yaptı, çocuğunun elinden tuttu, çıktı.

kaptan dayıların kapısı çift kanatlıydı. zili çalmak için elini uzattı. işte o zaman farkına vardı: eli titriyordu. kendini topladı ve zili çaldı.

kapıyı küçük bir ahretlik açtı. çocuk, bu vakitsiz, yani yemek vakti gelen misafirlere kuşkuyla baktı. onları odaya alırken sordu:

"kim geldi diyeyim?"

"yeğeniniz abdullah efendi'nin karısıyla çocuğu geldi deyin."

az sonra dışarıda bir fısıltı oldu. telaşlı birkaç ayak sesi duyuldu. anahtar deliğinin önünden bir gölge geçti. belli ki, evin içinde bir kaygı doğmuştu. kapı tereddütle aralandı. bir fısıltı daha: "yettiği kadar, ne yapalım?" kapı açıldı. ihtiyar teyze önde, kaptanın karısı arkada, girdiler.

"ayol sizi hangi rüzgar attı böyle? süleyman'ım da ne kadar büyümüş; maşallah, maşallah!"

ayşe'nin bütün korkuları dağıldı. işte pekala güleryüzle karşılanmışlardı. bu sırada gelin hanım, süleyman'ın elindeki paketi gördü. birdenbire sözü ağzında kaldı. her şeyi anlamıştı. sonra yeniden konuşmaya başladı; fakat bir daha eski canlılığını bulamadı.

ihtiyar teyze, kıtlıktan; yağ, et, pirinç gibi şeylerin pahalılığından; artık sofra başında eskisi gibi uzun uzun oturulamadığından; iki erkek çalıştığı halde, dört kişinin bile karnının adamakıllı doymadığından söz açtı.

ayşe: "senin ne demek istediğini anlıyorum. fakat kendim için gelmedim. şu 7 yaşındaki yavruyu kurtarmak için.. zaten bu son!" diye düşündü. ömründe hiç maske görmediği halde, deminki güleryüzlülüğün surata eğreti takılan bir şey olduğunu anlamıştı. fakat bir kere gelmiş bulunuyordu. ne olursa olsun, erkeklerden birini görmesi gerekti. sordu:

"beyefendiler evde yoklar mı?"

"doktorum yok; bugün nöbetçiymiş. kaptanım bir haftadır izinli. sabahleyin sokağa çıkmıştı. neredeyse gelir."

ihtiyar kadın bunu söylerken saate baktı: on ikiye beş var.

biraz daha konuştular. fakat ne şeker ne de kahve getiren oldu. türkiye'deki bütün misafirler gibi, ayşe de bunu ayıplamadı. artık kahve, şeker ve her türlü şekerli içecek ortadan kalkmıştı. bu gibi yiyecek ve içecekler ancak dört bir yanı sur gibi yüksek duvarlarla çevrili, demir kapılı, demir parmaklıklı evlerde bulunabilirdi. fakat oralarda da misafire çıkarılmazdı; altın gibi, şeker de yabancı gözlerden gizlenirdi.

o sırada kaptan dayı geldi ve sofraya oturuldu.

ütülü, beyaz bir masa örtüsü. herkesin önünde birer tabak.

sofrada 5 kişiydiler. gelin hanım, bir tabak içinde 3 parça ekmek getirdi; birini kocasının, birini kaynanasının, birini kendisinin önüne koydu. bu, denizcilere verilen tayın ekmeği idi. kabarmış, içi göz göz olmuş, karışıksız buğday unundan yapılmış, yumuşak ve bembeyaz bir ekmek..

süleyman sevinçle bağırmak istedi; fakat misafirlikte olduğunu hatırladı ve sustu. artık unutmaya başladığı eski bir rüyayı yeniden görmüş gibi şaşkınlık ve istek içindeydi.

ayşe, "acaba sofra örtüsü mü, yoksa ekmek mi daha beyaz?" diye düşündü. sonra, elindeki ufak paketi açtı, evden getirdiği iki dilimin birini kendi önüne, birini süleyman'ın önüne koydu. sofralarına ilk defa giren vesika ekmeğine ev sahiplerinin yan gözle baktıklarını sezdi.

bu; süpürge tohumu, kepek ve samandan yapılmış bir ekmekti. yerken, çeneleri zevkle açıp kapamak değil; tam tersine, usul ile çiğnemek, iyi öğütülmemiş olan saman çöplerini ağızda yan yatırmak, yumuşatmak, ezmek, ondan sonra yutmak gerekti. hiç dikkatsizlik etmeye gelmezdi; o zaman saman çöpü hemen ayağa kalkar, damağa saplanır ve yiyenin ağzı açık kalırdı.

hizmetçi kız ortaya bir sahan getirdi, kapağını açtı. bu, kuru fasulyeydi. içinde birkaç parça et vardı, evet et vardı. suyun yüzünde birtakım parlak daireler, haritalarda kıyıları gösteren eğri büğrü çizgilere benzer çizgiler yüzüyordu: yağ..

ayşe yutkundu ve bekledi. yemeğin dağıtılmasına başlandı. genç kadın, misafirlere hiç de iltimas edilmediğine dikkat etti. kendi tabağını uzattığı zaman, birkaç kaşık konduktan sonra söylenmesi adet olan "teşekkür ederim, yeter" sözünü diyemedi; bunun ciddiye alınmasından korktu, sustu.

herkesin tabağının kenarında yemek suyu bir daire çizmişti. süleyman eğer bir geometri öğretmeni olsaydı, "bu dairenin çapı 16 santim olduğuna göre, alanı, yarıçap karesinin pi ile çarpımına eşittir" diye düşünürdü.

sofra halkı yemeğe başlamak için evin erkeğini bekledi. kaptan dayı büyük bir lokma kopardı, yemeğinin suyuna batırdı, arkadan birkaç fasulye ile bir et parçasını ağzına attı. dairenin çapı bir santim küçülmüş, alanı daralmıştı.

süleyman da kendi ekmeğinden bir lokma kopardı, yemeğinin suyuna batırdı; çıkardığı zaman, tabaktaki yemek gene 16 santim çapında idi. ağzına götürmek üzere olduğu ekmek bir taş parçası gibi tıkız ve sertti; bir yudum bile yemek suyu içmemişti. süleyman için, elindeki lokmayı ağzına atmaktan başka yapacak işi kalmamıştı. çiğnemeye başladı. ağzına bir toprak kokusu yayıldı. sanki bir kerpiç parçası çiğniyordu. damağına bir saman çöpü batacak gibi oldu. durdu, lokmayı dilinin üstünde çevirdi, yeni baştan çiğnemeye başladı. nasıl oldu bilinmez, ikinci bir çöp damağına saplandı. bugün herhalde uğursuz bir gündü. sanki bütün saman çöpleri hep dik duruyor ve süleyman'ın damağına batıyordu. çıkarmak istedi, beceremedi, bir çöp daha battı. ağzı, öylece, açık kaldı. ne ileri ne geri..

dilinin üstündeki lokma sanki büyümeye başlamıştı. neredeyse boğazını tıkayacaktı. gözlerinin yaşardığını sezdi. bu arada, misafirlikte bulunduğunu düşündü, gözyaşlarını kimseye göstermemeye çalıştı. fakat olmuyor, yaşlar birbirini doğuruyor, ayrı ayrı damlalar birleşiyor ve bir çizgi haline geliyordu. bunu önce gelin hanım gördü:

"aaa" dedi, "ağlıyor musun?"

şimdi, sofrada herkes onun yüzüne bakıyordu. süleyman ne yapacağını şaşırdı. ağzındaki lokma biraz daha büyüdü, saman çöpü biraz daha battı. dehşetli canı yanmıştı. hıçkırmaya başladı. ihtiyar teyze sordu:

"niçin ağlıyorsun ya?"

"acıyor! acıyor!"

"dur ben oğluma beyaz ekmek vereyim de ağlamasın!"

süleyman bu sefer boğulur gibi hıçkırmaya başlamış; utanmayı, çekinmeyi unutmuş; yalnız damağının acısı ve içinin yalnızlığıyla baş başa kalmış; sesi, çıkabildiği kadar yükselmişti.

önüne dünyanın bütün beyaz ekmekleri konsa, onu artık susturamayacağa benziyordu.

ayşe, burada bir saniye daha fazla durursa çocuğunun elden gideceğini sandı; onu bir rüzgar gibi sardı, kaptı, bir anda sokağa fırladı.

"küt!"

sokak kapısı kapandı, ses kesildi.

fırtına dinmişti. herkes eski yerine döndü.

ayşe'yle süleyman'dan kalan iki dilim ekmek, beyaz örtünün üstünde, iki kara  leke gibi duruyordu. dayı, artan yemeklerle bu vesika ekmeğinin kediye verilmesini söyledi.

sarman, yemekleri yedi; fakat ekmeği yemedi.