5.08.2014

katip bartleby

herman melville

bir akşamüstü içimdeki şeytan dürttü ve şunlar cereyan etti:

"bartleby," dedim, "o belgeler yazılınca, getirin de birlikte gözden geçirelim."

"yapmamayı tercih ederim."

"ne demek? katır inadında ısrarlıyım demek istemiyorsunuz herhalde."

ses yok.

aramızdaki iki kanatlı kapıyı açıp hindi ve cımbız'a hiddet içinde haykırdım:

"yazdıklarını gözden geçirmeyeceğini gene söyledi. buna ne diyorsun hindi?"

unutmayın, akşamüstü demiştik. hindi, pirinçten bir semaver gibi ışıl ışıl ve kel kafasından buharlar tüterek oturmuş, önündeki mürekkep lekeli evrak arasında dolaştırıyordu parmaklarını. "ne mi diyorum?" diye kükredi hindi. "paravanın arkasına geçeyim de şunun gözlerini morartayım diyorum."

yerinden zıpladığı gibi kollarını öne çıkarıp bir boksörün savunma pozisyonunu aldı hemen. sözünün eri olduğunu göstermek ister gibiydi ama onu durdurdum; çünkü tedbirsizlik etmiş ve hindi'nin öğleden sonraki kavgacı yanını kışkırtmıştım.

"otur yerine hindi," dedim, "otur da bakalım cımbız ne diyor bu işe. bartleby'yi hemen kovsam yeridir, değil mi?"

"kusuruma bakmayın ama buna karar verecek sizsiniz efendim. bana göre bu tavrı olağandışı; üstelik hindi ve ben söz konusu olduğumuzda da gerçekten haksızlık. ama belki de sadece geçici bir kapristir yaptığı."

"yaa," diye bağırdım, "garip ama fikrini değiştirmişsin -bakıyorum da ona karşı pek de kibar konuşur olmuşsun."

"biradandır," diye bağırdı hindi, "bu kibarlık hep o bira yüzünden- bugün cımbız'la birlikte yemek yedik de. ben de pek kibarımdır efendim. gidip morartayım mı şunun gözlerini?"

"bartleby'den söz ediyorsun sanırım. hayır hindi, bugün olmaz." diye karşılık verdim. "lütfen, yumruklarını indir artık."

kapıları çektim ve gene bartleby'nin yanına gittim. şeytan beni kaderime doğru biraz daha kışkırtıyordu. bartleby'nin bürodan hiç çıkmadığı aklıma geldi.

"bartleby" dedim, "zencefil yok da, şöyle bir postaneye kadar gitseniz de (postane üç dakikalık mesafedeydi) baksanız bir, bana bir şeyler gelmiş mi."

"yapmamayı tercih ederim."

"yapmayacak mısın?"

"tercih etmiyorum."

sersem sepelek masama dönüp oturdum, uzun uzun düşüncelere gark oldum. kör saplantım geri gelmişti. başka ne yapsam da şu ücretli memurumun, şu aciz, beş parasız gafilin hakaretlerine biraz daha mazhar olsam. kesinlikle mantıklı başka neyi yapmayı reddedebilirdi acaba?

"bartleby!"

ses yok.

daha yüksek sesle denedim bu kez: "bartleby!"

ses yok.

"bartleby!" diye kükredim.

üçüncü seslenişimden sonra, gaipten gelen büyülü bir davete cevap veren bir hayalet gibi zaviyesinin girişinde belirdi.

"yan odaya git çabuk ve cımbız'a bana gelmesini söyle."

"yapmamayı tercih ederim." dedi yavaşça ve saygıda kusur etmeden, sonra da usulca gözden kayboldu.

"pekala bartleby" dedim, aklı başında, ciddi ve sakin ve ne yaptığını bilen birinin ses tonuyla, geri dönüşü olmayan korkunç bir diyetin eli kulağında olduğunu ima ederek tabii ki. o sırada aslında böyle bir şeyi tam da istediğim söylenemez. hulasa, yemek vaktim yaklaşıyordu, en iyisi mi ben şapkamı başıma geçirdiğim gibi evimin yolunu tutayım, deidm, kafamın içi karman çorman, içimde bir sıkıntı.

o anda, bu adamda fark ettiğim izahı mümkün olmayan bütün gizler geldi aklıma. cevap vermek dışında hiç konuşmadığını; iş aralarında kendine ayıracak oldukça çok zamanı olduğu halde hiçbir şey, evet, bir gazete bile okumadığını; paravanın arkasındaki solgun pencerenin ardında uzun uzun dikilip cansız tuğla duvara baktığını hatırladım. hiç aşevine ya da kantine gitmediğinden, solgun yüzünün de açık ve seçik gösterdiği üzere asla hindi gibi bira; hatta diğer insanlar gibi çay ya da kahve içmediğinden ve benim duyup bildiğim kadarıyla da hiçbir yere özellikle gitmediğinden; hiç yürüyüşe çıkmadığından; kim ve nereli olduğunu ya da dünyada kimi kimsesi olup olmadığını söylemekten kaçındığından ve böylesine zayıf ve solgun olduğu halde hastalıktan hiç yakınmadığından adım gibi emindim.

vücuduna merhem bulabilirdim ama ona acı veren bedeni değildi; acı çeken onun ruhuydu, ruhuna ise ben ulaşamıyordum.

bartleby yalnızdı, şu koca evrende yapayalnızdı. atlantik'in orta yerinde enkaz gibi bir şey.