
kokuların, tıpkı bir zamanlar hayalinde olduğu gibi, her şeye gücü yeten tanrısı olmak istiyordu; ama şimdi gerçek dünyada olmalıydı bu artık, gerçek insanlar üstünde kurmalıydı egemenliğini. bunun elinde olduğunu da biliyordu. çünkü insanlar büyüğe karşı, korkunca, güzele karşı gözlerini yumabiliyor, ezgilere ya da gönül çelici sözlere kulaklarını tıkayabiliyorlardı. ama kokudan kaçamıyorlardı. çünkü koku soluğun bir kardeşiydi. onunla birlikte insanların içine giriyordu, yaşamak istiyorlarsa karşı duramıyorlardı. hem de tam orta yerlerine giriyordu koku, doğrudan kalplerine ve orada akla karayı ayırır gibi ayırıyordu ilgiyle aşağılamayı, iğrentiyle zevki, aşkla nefreti. kokulara egemen olan, insanın kalbine egemen olurdu.
her zaman özlediği şey olan insanların kendisini sevmesi, ulaştığı anda dayanılmaz bir şey olup çıkmıştı; çünkü o kendisi sevmiyordu insanları, onlardan nefret ediyordu. birdenbire doyumu hiçbir zaman sevgide değil, nefrette bulmuş olduğunu anladı, nefrette ve kendinden nefret edilmesinde.
richis'in dingin bakışları yayılıyordu üstünde. sonsuz bir iyi niyet vardı bu bakışlarda. sevecenlik, duygulanmışlık ve seven insandaki o kof, budalaca derinlik.