25.09.2011

zahar

ivan gonçarov

zahar ellinin üzerindeydi. rus caleb'lerin, yani efendilerine çıkarsız bağlılık gösteren, kusursuz ve erdemli, korkusuz ve hoşgörülü şövalyelerin soyundan gelmiyordu. bizim şövalye korkak ve kusurluydu. o, her biri kendisinde ayrı bir iz bırakan iki farklı çağın adamıydı. bir tanesi ona oblomov ailesine sınırsız bir bağlılık mirasını, öteki de kurnazlık ve ahlaksızlık bırakmıştı. bir gününü bile, kendisini tutkuyla adadığı efendisine yalan söylemeden geçirmezdi. eskiden bir uşak efendisini israftan ve aşırılıktan korurdu ama zahar arkadaşlarıyla beraber efendisinin kesesinden içki içmeye meraklıydı. eski uşaklar harem ağası gibi olurlardı ama bizimki ne olduğu belli olmayan kadınların peşinden koşup dururdu. eskiler efendilerinin paralarını kasadan daha iyi korurlardı ama zahar alışverişten artan her bir kopeği cebine atar, masada unutulmuş bozuklukları kendine ayırmayı ihmal etmezdi. hele bir de oblomov zahar'a paranın üstünü sormazsa bir daha asla göremezdi. daha büyük miktarlarda para çalmazdı ama bu dürüstlüğünden değildi. ya ihtiyaçları için bu kadarı yetiyordu ya da yakalanmaktan korkuyordu. iyi eğitilmiş av köpeği gibi olan eski bir caleb kendisine emanet edilen bir yiyeceğe dokunmaktansa ölmeyi tercih ederdi. zahar ise dokunmaması istenen bir şeyi yemek ya da içmek için fırsat kollardı. eskiler efendileri gerektiği kadar yemediği zaman huzursuz olur hatta hiç yemediğinde çok üzülürdü. bizimki de eğer efendisi tabağa konanların hepsini yerse bozulurdu.

üstelik zahar dedikoducunun biriydi. mutfakta, alışverişte ve kapıda günlük ağır yaşamından yakınıp dururdu. onunkinden daha kötü bir efendi olamayacağını, oblomov'un kaprisli, cimri ve aksi olduğunu, hiçbir şeyin onu sevindirmeyeceğini söylerdi. kısacası onunla yaşamaktansa ölmeyi tercih ederdi. zahar bunları kötü niyetinden ya da efendisini incitmek amacıyla yapmıyordu. iyi niyeti her fırsatta suistimal etme alışkanlığı ona babasından ve dedesinden miras kalmıştı.

bazen de sırf sıkıntıdan, sohbet konusu bulamamaktan ya da dinleyicileri etkileme arzusundan dolayı oblomov hakkında inanılmaz hikayeler uyduruyordu.

"benim efendim" derdi hırıltılı bir fısıltıyla, "şu dulu ziyaret etmeyi alışkanlık haline getirdi. dün ona bir mektup gönderdi."

bazen de efendisinin dünyadaki en büyük kumarbaz ve ayyaş olduğunu, bütün gece kağıt oynayıp içtiğini söylerdi. bunda hiçbir gerçeklik payı yoktu. oblomov dulu ziyarete falan da gitmiyordu. gecelerini huzur içinde uyuyarak geçirir, kağıtlara da elini bile sürmezdi.

zahar pasaklının biriydi. nadiren tıraş olurdu. ellerini ve yüzünü gösteriş olsun diye yıkardı. hiçbir sabunun o pisliği temizleyebilmesine olanak yoktu. ancak hamama gittiği zaman elleri birkaç saat için kızarır sonra tekrar siyaha dönüşürdü. çok beceriksizdi. kapıyı açmaya çalışırken bir kanat açılınca öteki kanat kapanırdı. yere düşen bir mendili ya da herhangi bir şeyi asla bir seferde alamaz, sanki yakalamaya çalışıyormuş gibi üç defa eğilir ve ancak dördüncüde tutsa da sonra tekrar düşürürdü. birkaç tabak çanağı üst üste taşımaya kalksa daha attığı ilk adımda üstteki tabaklar şangırdamaya başlardı. bir tanesi düşünce birden geciken ve yararı olmayan bir hamle yaparak durdurmaya çalışır ama ikisini daha düşürürdü. hayretten ağzı açık kalmış bir şekilde düşen tabaklara bakarken elindeki diğer tabaklar dikkatinden kaçar ve tepsiyi eğik tuttuğu için onlar da yere düşerdi. daha odanın kapısına bile varmadan tepside tek bir tabak ya da şarap kadehi kalmış olurdu. küfür ve beddua ederek elinde kalan son parçayı da kasten yere atardı. odanın içinde yürürken bile mutlaka masaya ya da sandalyeye takılır yarı açık kapıya omzunu vurmadan geçemezdi. böyle anlarda ev sahibine ve onları yapan marangoza küfürler savurmayı ihmal etmezdi. oblomov'un odasındaki bütün eşyalar, özellikle de özen gerektiren küçük şeyler zahar'ın sayesinde ya kırılır ya da hasara uğrardı. eşyalara dokunmaktaki bu üstün becerisini her şeye eşit oranda dağıtırdı. örneğin bir mumu söndürmesi ya da bardağa su koyması istendiğinde kapıyı açmak için gerekenden daha fazla kuvvet harcardı. ama asıl tehlike, zahar'ın birden efendisini sevindirmek isteyerek ortalığı düzeltip temizlemeyi aklına koyduğu zaman başlardı. işte o zaman kırılıp dökülenlerin haddi hesabı olmuyordu. eve giren bir düşman askeri bile böyle bir zarar veremezdi. eşyalar yere düşer, tabak çanaklar kırılır, sandalyeler devrilirdi. sonunda ya odadan kovulur ya da küfürler ve beddualar savurarak kendiliğinden giderdi. allahtan ki böyle bir şey yapmayı pek o kadar sık istemezdi.

bütün bunların sebebi zahar'ın dar, karanlık ve süslü eşyalarla dolu salonlarda ve çalışma odalarında değil, geniş odalı, kocaman evlerde büyümüş olmasıydı. oralarda istediği gibi hareket etmeye, kürekler, demir parçaları, kocaman sandalyeler, zorlukla kaldırabildiği büyük ve ağır eşyalarla haşır neşir olmaya alışmıştı.

şamdan, lamba veya biblo gibi narin şeyler zahar'ın eli değene kadar sağlam kalabiliyor, o, elini sürer sürmez paramparça oluyorlardı. kırıldıkları zaman da, "inanılmaz bir şey, elime alır almaz paramparça oldu. çok garip!" diyordu.

bazen de hiçbir şey söylemiyor, kırdığı şeyi gizlice yerine koyup sonra da efendisinin kendisinin kırdığına onu inandırmaya çalışıyordu. zaman zaman da, demir bir eşyanın bile sonsuza kadar dayanamayıp nasıl olsa günün birinde kırılacağını söyleyerek bahane buluyordu. ilk iki örnekte insan onunla kavga edebilirdi ama köşeye sıkıştırıldığında, üçüncü bahanesiyle savunmaya geçerdi. hiçbir itirazın yararı yoktu. dünyada hiçbir şey onu hatalı olduğuna ikna edemezdi.

zahar istese de değiştiremeyeceği bir çalışma programı çizmişti. sabahları semaveri hazırlar, sadece efendisinin istediği elbiseleri ve ayakkabıları temizler, on yıldır dolapta asılı dursalar da diğerlerine hiç dokunmazdı. sonra köşe bucağa hiç bulaşmadan odanın ortasını süpürür, bir şeyleri kaldırmamak için sadece boş olan masanın tozunu alırdı. bunlardan sonra, sobanın üzerinde şekerleme yapma ya da mutfakta anisya ile kapıda da uşaklarla sohbet etme hakkını kendinde bulurdu. eğer bunlardan başka bir şey yapması istenirse, istenilen şeyin gereksiz ve imkansız olduğu konusundaki uzun tartışmalardan sonra istemeye istemeye yapardı. günlük sıradan işlerine ek olarak yeni ve düzenli bir başka iş yaptırabilmek olanaksızdı. bir şeyi yıkayıp temizlemesi, bir şeyleri götürüp getirmesi istenirse bunu alışılmış homurdanmalar eşliğinde yapardı. ama oblomov bunu söylenmeden düzenli olarak yapmasını sağlayamazdı. ertesi ya da daha ertesi gün yine aynı tartışmalarla aynı işin yapılması tekrar istenmeliydi.

zahar içmeyi ve dedikodu yapmayı sevdiği, oblomov'un bozukluklarını aldığı, tabak çanağı kırdığı, mobilyalara hasar verdiği, işten kaytardığı gerçeğine rağmen yine de kendisini efendisine adamıştı. değip değmeyeceğini düşünmeden, hiç karşılık beklemeden efendisi için kendisini ateşe bile atabilirdi. bunun, olması gereken çok doğal bir şey olduğunu düşünüyor hatta belki de hiç düşünmüyordu. bu konuda herhangi bir varsayımı bile yoktu. oblomov'a olan duygularını analiz etmek hiç aklına gelmemişti. bu duygular ona babasından, büyükbabasından, kardeşlerinden, birlikte büyüdüğü uşaklardan miras kalmış, benliğinin bir parçası olmuştu. zorunlu görevi gibi düşündüğünden efendisi için ölüme bile giderdi. ormanda vahşi bir hayvanın arkasından koşan bir köpek gibi ölümün arkasından koşar, neden bunu efendisi değil de kendisi yapıyor diye düşünmeden ölüme atılırdı. ama öte yandan, efendisi hasta olan ve bütün gece başında durup onu uyanık tutması gerekse hatta ölüm kalım meselesi bile olsa ilk önce uyuyacak olan zahar olurdu.

dışarıdan bakıldığında efendisine karşı büyük bir saygı göstermiyor, ona karşı senli benli ve kaba davranıyor, küçük şeylere sinirleniyor; hatta daha önce de söylediğim gibi kapı eşiğinde dedikodusunu yapıyordu. ama bütün bunları bir tarafa bırakırsak, onun doğuştan gelen kendini adama duyguları sadece oblomov'a karşı değil oblomov adını taşıyan, onun için yakın, aziz ve değerli olan her şeye karşıydı. bu duygusu zahar'ın oblomov hakkındaki kişisel düşüncelerine ters düşüyordu. efendisinin karakterini yakından incelese kanısı değişebilirdi. oblomov'a olan düşkünlüğü ona söylense buna karşı çıkardı.

zahar oblomovka'yı, kedinin tavanarasını, atın ahırını, köpeğin doğup büyüdüğü kulübesini sevdiği gibi seviyordu. bu sevgi çerçevesinde bazı kişisel izlenimler geliştirdi. örneğin oblomovların arabacısını aşçısından, sütçü kız varvara'yı da hepsinden çok severdi. oblomov da bu sevgide en son sırayı alıyordu. ama yine de oblomovka'nın aşçısı onun gözünde diğer bütün aşçılardan, oblomov da diğer bütün efendilerden daha iyiydi. baş uşak taras'a hiç dayanamıyordu ama oblomov'a hizmet verdiği için onu da dünyanın en iyi adamına bile değişmezdi.

oblomov'a, bir şaman'ın putuna davrandığı gibi kaba davranıyordu. şaman da putunun tozunu alır, yere düşürür; hatta bazen sinirle vurur ama kendisinden üstün olduğunu içten içe kabullenirdi. zahar'ın da ruhunun derinliklerinde bulunan bu duygu her fırsatta ortaya çıkıyor ve efendisine derin bir bağlılık göstermesine neden oluyordu. hatta bazen gözlerinden yaş gelirdi. başka hiç kimseyi efendisinden üstün görmediği gibi eşit olduğunu bile kabul etmezdi. hele biri çıkıp da efendisinin aleyhine konuşacak olursa vay haline!

oblomov'u ziyarete gelen beyefendilere tepeden bakmamak zahar'ın elinde değildi. efendisinin ikramda bulunmakla onları onurlandırdığını hissettirerek çay servisi yapardı. bazen ziyaretçiyi kibirle tepeden tırnağa süzerek, "efendim uyuyor" deyip kabaca geri çevirirdi. bazen de orada burada oblomov hakkında hikayeler uydurmak ve onu kötülemek yerine, onu göklere çıkarırken coşkusunun sonu gelmezdi. erdemlerini, zekasını, ustalığını, cömertliğini, iyi huyluluğunu sayıp dökmeye başlardı. efendisinin özelliklerinin yetmediği yerlerde başka özellikler ödünç alarak oblomov'u nüfuzlu, zengin, olağanüstü etkili bir adam olarak anlatırdı. kapıcıyı, ev sahibinin vekilini, hatta ev sahibinin kendisini korkutması gerekse efendisini ileri sürer ve "sen dur bakalım" derdi, tehditkar bir havayla, "efendime söyleyeyim de sen gör." dünyada ondan daha üstün bir güç olabileceğini düşünemezdi.

dışardan bakıldığında oblomov'un zahar'la olan ilişkisi oldukça düşmanca gibi görünüyordu. birlikte yaşadıkça birbirlerinin sinirine dokunmaya başlamışlardı.

iki insan arasındaki yakın dostluğun elbette bir bedeli vardır. iki insanın birbirinin eksiğini görmeksizin ve bunlar için birbirlerini suçlamaksızın, iyi tarafları görerek yaşaması için çok büyük bir yaşam deneyimi, mantık ve içtenlik gerekir.

oblomov zahar'ın en azından paha biçilmez erdemini biliyordu -kendisine olan bağlılığı- ve tersi olamayacağına daha doğrusu olmaması gerektiğine inanarak buna alışmıştı. alışınca da bu erdemin değerini anlamıyor, tadını çıkaramıyordu. her şeye karşı gösterdiği kayıtsızlığı zahar'ın kusurlarına karşı gösteremiyordu. kendisini tamamen efendisine adayan zahar nasıl ki yeni kusurlarıyla eski uşaklardan farklılık gösteriyorsa, oblomov da uşağının sadakatinin değerini bilmesiyle birlikte uşaklarına dostça ve sevgi dolu yaklaşan eski efendilerden farklıydı. bazen zahar'la ağız kavgasına giriyordu.

zahar da efendisinden sıkılmıştı. gençliğini uşak olarak geçiren zahar genç efendisine de bakmakla görevlendirildi. o günden itibaren de kendisini aslında bir işe yaramayan ama görevi köklü ailenin şanını ve prestijini korumak olan lüks ve aristokratik bir aksesuar olarak değerlendirirdi. bu yüzden bütün gününü, efendisini sabahları giydirmek, akşamları da soymakla geçiriyor, başka hiçbir şey yapmıyordu. doğuştan tembel olan zahar uşak olarak yetiştirilince daha da tembelleşti. uşakların önünde havalara girdi, semaveri hazırlamayı ya da yerleri süpürmeyi kendine hiç görev edinmedi. ya holde uyukluyor ya da diğer uşaklarla şurada burada çene çalıyordu. bazen de hiçbirini yapmayıp kollarını kavuşturarak saatlerce kapıda dikiliyor, dalgın dalgın etrafına bakıyordu. böyle bir yaşamdan sonra birdenbire bütün ev işinin ağır yükünü tek başına üstlendi. efendisine bakmak, ortalığı süpürüp temizlemek ve ayak işlerine koşuşturmak zorundaydı. somurtkan, kötü ve kaba oluşunda, efendisinin sobadan inmesini emreden sesine homurdanmasında şaşılacak bir şey yoktu. dıştan görünen asık suratlılığı ve tersliğine rağmen zahar'ın yumuşak ve sevecen bir kalbi vardı. zamanını çocuklarla geçirmeyi severdi. sık sık avluda ya da kapıda bir grup çocukla otururdu. kavgaları yatıştırır, onlara takılır, oyunlar uydurur ya da her birini bir dizine oturtur, arkasında da bir başkası boynuna sarılıp favorilerini çekiştirirdi.

oblomov sürekli hizmet bekleyerek ve yanına gelmesini isteyerek zahar'a hayatı zehir ederdi. halbuki zahar'ın kalbi, geveze doğası, aylaklık aşkı, sürekli bir şeyler atıştırma gereksinimi onu kapıya, bir bayan arkadaşına, bir dükkana ya da mutfağa çekerdi.

çok uzun zamandır birbirlerini tanıyorlar ve birlikte yaşıyorlardı. zahar küçük oblomov'u kollarında sallamıştı. oblomov da onu olağanüstü iştahlı, atik ve kurnaz bir genç olarak hatırlardı. dünyadaki hiçbir şey aralarındaki eski bağları koparamazdı. nasıl ki oblomov zaharsız yatıp kalkamıyor, saçını tarayıp ayakkabılarını giyemiyor ya da yemek yiyemiyorsa, zahar da oblomov'dan başka bir efendi, giydireceği, yedireceği, kabalık gösterip kandıracağı, yalan söyleyeceği ve aynı zamanda da içten içe saygı göstereceği başka bir varlık düşünemiyordu.