8.04.2015

sancı

frida kahlo

tanrım! sancının kökü bende herhalde. sancı bende büyüyor, bende haykırıyor. beynim bu dağılmayı ne dereceye değin yönetiyor acaba? yaşamımın sorumluluk derecesi ne? bazen çocuk felcini hiç geçirmediğimi ya da kazanın hiç olmamış olduğunu, bedenimin kendiliğinden bozulup karanlık bir kendi kendini yıkma isteğiyle her şeyi uydurduğunu düşünüyorum.

beden bir bütündür, öyle değil mi? bir uyumdur. ögelerinden biri koparılıp alınırsa -estetik cerrahi yoluyla bile olsa- bir şeyleri eksik kalacaktır. bedenin bir bölümünün dönüştürülmesi ya da kesilmesi, uzun bir sakatlanmanın başlangıcıdır. ardından o bedenden başka şeyler de alınacak ve sonunda hiçbir şey kalmayacaktır. ben böyle düşünüyorum. benim yaşamım işte bu süreci izledi.

bazı safdiller -ya da alaycı kişiler mi bilemiyorum- hala neden tablolarımda kendimi hep çok ciddi çizdiğimi sorma cüretini gösteriyorlar. kıpırdamadan ve yanıtlamadan bakıyorum olanlara. herhalde kendimi sürekli kahkahalar atarken resmedecek değilim. gündelik yaşamımda kahkaha atmadığımdan değil ama kendi kendimle baş başa kaldığımda -ki resim yaptığım zamanlar tam da bu anlara karşılık gelir, başka türlü olamaz- hiç gülecek halim yoktur. onlara yaşamımın acıklı bir öykü olduğunu, resim yapmanın da yaşamımdan bir farkı olmadığını söyleme cüretini gösterebilir miyim acaba?

oh tanrım! uzanmak nasıl bir şey? bilemiyorum. sırtıma yerleşen sancıyı tek isteyen omurgam değil bence, ona bağlı damarların diken diken olduğunu sanıyorum, ona destek olan kaslar düğümlenerek çalışıyor, işlerini yarım bırakmamak için kendi kendilerine sancılanıyorlar. ensemden belime kadar bütün halinde sağır bir sancı ve korkunç bir dayanıksızlık duygusu hissediyorum. neyin neyi ayakta tuttuğunu bilmiyorum. her şey sıkışıp kalıyor ya da her şey birden iflas edecek gibi.

oh, tanrım! uzanıp yatmak..

yaşamım boyunca kaç korse ve benzeri ortopedik gereç kullandım? kabaca düşündüğümde yaklaşık otuz tane sayabiliyorum. onları süsledim; boyalarla, küçük kumaş ya da kağıt parçaları yapıştırarak, renkli tüyler, minik ayna parçalarıyla süsledim onları.

yine de, bu alçı parçaları ya da çirkin demirlerle donanmış yaralı bedenime karşın, breton'un terimiyle "çılgınca sevilmiş" olduğumu kabul etmeliyim.

tlazolteotl, aşk tanrıçası benimleydi, herhalde.

sevildim, sevildim, sevildim. yine de yeterince değil; zira insan asla yeterince sevemez, bir ömür buna yetmez. ben de hep sevdim. aşkla, dostlukla. erkekleri, kadınları.

bir erkek, bir seferinde bana lezbiyen gibi seviştiğimi söylemişti. kahkahayla güldüm. ona bunun bir iltifat olup olmadığını sordum. iltifat olduğunu söyledi. bunun üzerine ona, bir kadının tüm bedeniyle doyuma ulaştığını ve kadınlar arası aşkın en büyük ayrıcalığının bu olduğunu söyledim. karşısındakinin bedenini, kendininkinin benzeri bir bedeni daha derinden tanımanın verdiği daha bütünsel bir haz. bir müttefiğin tanınması. yeniyetmeliğimde sürüklendiğim o çok yüzeysel serüvene karşın kaza geçirmemiş olsaydım, bir kadınla yeniden ilişkiye girer miydim, emin dğeilim.

kaza, resim yapmaktan tutun da sevme biçimine kadar öyle çok şeyimi belirledi ki! böylesine büyük bir yaşama arzusu, yaşamdan çok şey talep etmeyi de beraberinde getiriyordu. kaybetmeme ramak kalan şeyin her adımda bilincine vararak, yaşamdan çok şey bekledim. yarım yamalak şeylere yer yoktu; yaşam ya hep ya hiçti. yaşama, aşka susamışlığım dinmek bilmiyordu. hem sonra bedenim incindikçe, onu kadınlara teslim etmeye daha çok gereksinim duydum: onlar bedenimi daha iyi anlıyorlardı. sessiz anlaşma, dolaysız yumuşaklık. (halbuki erkekleri tercih ederim, gerçekten, diego new york'ta topluluk önünde georgia o'keeffe'yle nasıl flört ettiğimi hatırlatarak tersini savunmaktan hoşlansa da!)

kimi zaman, "cinselliğin bulanık; bu tablolarında da okunuyor." dediler. sanırım yüzümün daha erkeksi çizgilere sahip olduğu tablolarımı düşünüyorlar. ya da ayrıntıları ele alıyorlar: örneğin, şu tabloda bir salyangoz var, salyangoz hermafroditliğin simgesidir. a, evet, bir de şu küçük bıyığım var. sözü gelmişken, itiraf edeyim: bu, diego'yla aramızda bir sorun olmuştur. bir gün bıyığımı aldırmak istemiştim, diego korkunç öfkelendi. diego bıyığımı sever, onun için bu bir ayrıcalık belirtisidir. on dokuzuncu yüzyılda meksikalı burjuva kadınları bıyıklarıyla ispanyol kökenli olduklarını sergilerlermiş (çünkü malum, yerliler kösedir).

bence insan çoğuldur: erkekler kadınsılığın izlerii taşır, kadınlardaysa bir erkek ögesi vardır. ve her ikisi birden içlerinde çocuk ögesini taşırlar.

resmimde erotizm var mıdır? resmim, erotizmin sınırındadır. zaten bence erotizmin gücünü ortaya çıkaran da bu sınırdır. erotizmin tümünün keşfiyle hem gerilim düşecek hem de gerilimle birlikte bir bakışın, bir elin duruşunun, bir giysi kıvrımının, bir bitkinin, bir gölge ya da bir rengin içerdiği şehvet duygusu azalacaktır.

bu parçalanmış bedenin temsilinde mazoşizm, sapkınlık var mı derseniz, insanın derisine kazınmış olan böylesi bir yazgının çözümlemesini yapmayı yetkili kişilere bırakıyorum.

ama buna karşılık, gerçek ya da simgesel yaralarımı yargılama hakkını hiç kimseye vermiyorum. yaşamım işte o yaraların üzerine kızgın demirle dağlanmış, zarfım saydammış. ve bu zarf, beni fazlasıyla ele geçirerek her an bana sahip olmuş. alışverişin güçlüğüne karşın ben o zarfı hep duyumsadım. böylesine yoğun bir yaşamı ya da o yaşamın ifadesini resimde bulan gücünü yargılamaya hiç kimsenin hakkı yoktur.

rastlantı mı? yoksa yazgı mı? böyle bir sancının yanıtı yoktur.