13.12.2011

temple grandin

mick jackson

fırtınanın içinden geçtiğinde
başını yüksekte tut
ve karanlıktan korkma
fırtınanın sonunda
altından bir gökyüzü
ve eğlenceli gümüş
bir şarkı var
rüzgarın içinden geç
yağmurun içinden de
her ne kadar hayallerin
sekteye uğramışsa da
yürü, yürü
gönlünde umutla
yalnız kalmazsın
yalnız kalmayacaksın

insanları anlamıyorum. en azından okuldaki insanları anlamıyorum. kızlar, oğlanlar yanlarındayken aptallaşıyorlar. aptal pop gruplarından ve elbiselerden bahsediyorlar ve ben mutlu olduğum halde "neden bu kadar huysuzsun?" diyorlar. ben de onlara: "ben mutluyum." diyorum. "ama mutlu görünmüyorsun." diyorlar. ben de onlara: "düşündüğümü görmüyor musun? ve mutlu olduğumu?" diyorum. konuştuklarından bir şey anlamıyorum.

bütün kapılar yeni dünyalara açılıyor.

partilerden nefret ediyorum. çok fazla insan var ve kimse beni dinlemiyor. benim anlam veremediğim bir şekilde sürekli birbirlerine bakıyorlar. kendilerini rahatsız hissediyorlar. kötü hissetmeme sebep oluyorlar.

hayvanlar sakin bir şekilde ve daireler çizerek ve diğer hayvanları takip ederek yürüyorlar. ve kıvrımı takip ettikleri için mutlular; çünkü geldikleri yere döneceklerini sanıyorlar. biz onları kendimiz için yetiştiriyoruz. tabiat zalim olabilir ama biz öyle olmak zorunda değiliz. onlara saygı borçluyuz.

başından vurulan ilk ineğe dokundum. birkaç saniye içinde et parçasına dönüşecekti ama o anda hala bir canlıydı. sakindi. ve sonra yok oldu. hayatın ne kadar değerli olduğunun farkına vardım.

otistik insanların birçoğu seslere ve renklere karşı fazla hassastır. aşırı uyarılma zarar veriyor. insanların hep bir arada konuşması bizde paniğe yol açabiliyor.

insanların sebepsiz yere bu kadar zalim olmalarını anlamıyorum!

bakteriler

mahlon b. hoagland

bakteriler, evrimsel değişmeyi (doğal seçmeyi) incelemek için çok uygun deney modelleridirler. hepsi safkandır, nüfusun bütün bireyleri birbirinin aynıdır, çünkü hepsi aynı bakteriden üremişlerdir. her yarım saatte bir yeni bir kuşak doğar, böylece kuşaklar üzerinde nüfus durumunu makul bir süre içinde izleyebilirsiniz.

bir bakteri hücresi veya maya hücresi de bir organizmadır. çünkü bu yaratıklar için tek bir hücre, kendi kendilerine yeterek yaşamları ve özellikle de üremeleri için kafidir. insanlarsa "tam" bir varlık olmak için 60 trilyon hücrenin uyumlu iş birliğine ihtiyaç duyarlar.

1. bir bakteri, canlı yaratıkların en basitlerindendir, 2000 civarında geni vardır. her gen 100 civarında harf (halka) içerir. buna göre, bir bakterinin dna'sı en azından iki milyon harf uzunluğunda olmalıdır.

2. insanın, bakteriden 500 kat fazla geni vardır. öyleyse dna en azından bir milyar harf uzunluğundadır.

3. bir bakterinin dna'sı bu hesaba göre, her biri 100.000 kelimelik 20 ortalama uzunlukta romana, insanın ki ise bu romanlardan 10.000 tanesine eşittir!

hayvan ve bitkiler öldükleri zaman, protein, dna ve rna zincirlerinin son derece karmaşık bir organizasyonu olan vücutları çürür. şimdi sıra diğer organizmalarda, daha çok da bakterilerdedir. yaşamın daha önce yarattığı düzenin ziyafetine konarlar, onu yakarak kendilerini çoğaltırlar.

şimdi ana atık madde karbondioksittir ve karbondioksit bitkilerin onu yeniden kullanabilmesi için atmosfere döner. atmosferdeki karbondioksitin çoğu çürüyen bitki ve hayvanlardan gelir. eğer çürüme olmasaydı, cesetleri ne yapacağımızı düşünmemize gerek olmayacaktı ve bir kaç yıl içinde bütün yaşam yok olacaktı.

12.12.2011

dizeler

cemal süreya


şanssızım diyemem ben kendi payıma
oluyor böyle şeyler ara sıra
söz gelimi okul kitaplarına girmez şiirim
bütün çocuklar anlar da

kim istemez mutlu olmayı
mutsuzluğa da var mısın

şu senin dolayık sesin var ya
dondurma yiyen gürbüz bir kız gibi müstehcen

sanmasınlar inanmıyorum
elbet inanıyorum tanrıya
herkesin kendi tanrısı var
sen ölünce ölüyor o da

küfür diyorum bir saldırmama eylemidir

ben ayrı düşmüşüm bir kere
ayrı düşmüşüm insanlardan

mutluluk, diyordu adam
her konuda tekrara düşecek kadar
rahat olmak

tek yanlı aşk kişiyi nasıl aptallaştırıyor

bir gece yarısı yazıyorum bu mektubu
yalvarırım onu okuma çarşamba günleri

an diyorum, çocukluktur

kayıp hayaller kitabı

hasan ali toptaş

gençlik denen şey anlaşılması güç bir seldir; belli bir zamanı vardır akmasının, taşmasının ve durulmasının belli bir zamanı vardır.

insanların aynı şeylere baka baka artık kör olduklarını düşünürüm bazen; aralarında yaşayıp gittiğimiz halde bizi bir türlü göremediklerini, görseler bile tanıyamadıklarını ya da başka birileri zannettiklerini düşünür de hepimiz için üzülürüm. yazık derim şu insanlığa, ah ne kadar yazık..

cenneti güzel kılan aslında ele geçirilemeyişidir.

geciken hiçbir şey kendisi değildir zaten, bilirim. gelgelelim, içimdeki delikanlı bunu bilmez; hala tatlı bir hayali yaşar o, benim feri sönen gözlerimi kullanarak uyanır hala her sabah, yüzünü benim buruşuk ellerimle yıkar, sonra benim giysilerimi giyip benim ayaklarımla çarşıya iner ve orası senin burası benim demeden deli taylar gibi dolaşmaya başlar. ben de, o dolaşırken vakit geçirebilmek için kahvelere falan girerim, selam veririm yüzüme bön bön bakan birkaç kişiye, belki laf atar ya da sorular falan sorarım ama kimse bana pek yanıt vermez. hatta, önlerinde duran muşamba kaplı masalarıyla birlikte kendi gürültülerinin içinde kaybolur giderler de, sesimi bile işitmezler sanki; öylece bakarlar görmeden, öylece domino oynar, çay içer, gülüşür, çene çalar, sonra gene çay içer, gene gülüşür ve sık sık da şakalaşırlar. ben de onların arasında işte öylece, yokmuşum gibi otururum.

son diye bir şey yoktur.

insanı sonsuzluğa götürüp getiren bitimsiz sandığımız ve pekala aldandığımız bazı sevinçleri düşünüyordum sözgelimi, budalaca hareketlerden doğan sabun köpüğü neşeleri rastlantılardan yontmaya alıştığımız gülünesi mutlulukları, yokluğundan yola çıkarak abarta abarta neredeyse kutsallaştırdığımız kof doyumları ve daha birçok akla gelmedik şeyi ve şeyleri kimi zaman aydınlatıp kimi zaman karartan öteki şeyleri düşünüp bütün bunların kör bir asa sallayışından başka hiçbir anlama gelemeyeceğini kendi kendime bir kere daha tekrarlıyordum. tekrarlarken de, evin içinde gene gezinmeye başlıyordum ben; canım bir şeye fena halde sıkkınmış gibi merdiven basamaklarını gene inip çıkıyor, oda kapılarını açıp açıp gene bakıyor, sonra da hiç ummadığım bir köşede kendimi gene öyle ne yapacağımı kestiremeden aval aval dikiliyorken buluyordum.

11.12.2011

pas ve demir

tahsin yücel

önce, tüm ülke düzleminde, öğretimin düzeyi düşürüldü. sonra, sağcı ve solcu politikacılarımızın özelleştirme tutkusunun getirdiği coşkuyla, küçüklü büyüklü kentlerde, özel, dolayısıyla paralı ve pahalı okullar baş döndürücü bir hızla çoğaldı. sonra yurttaşlar özel, paralı ve pahalı okulların üstünlüğüne inandırıldı, çocuğunu özel okulda okutmak "insanca yaşama"nın koşulu olarak gösterildi, sonra, yavaş yavaş, çocuklarına yeterli bir eğitim vermek için çırpınan; ama özel okulun parasal yükünü taşıyabilecek durumda olmayan insanların tutkuları saptırıldı. çocuklarını kamu okuluna göndermeye boyun eğdiler; ama bu okul hiç değilse iyi bir yerde bulunsun, her şeyden önce de oturdukları yerden uzak olsun istediler, uzaklık temel ölçüt, çocuğun okula araçla gitmesi onur sorunu oldu. böylece, erenköy'deki ilköğretim okuluna bunca öğrenci taşıma aracının girip çıkmasının, taşıma görevlilerine okul içinde özel bir dinlenme odası ayrılmasının da sezdirdiği gibi, levent'te oturanlar çocuklarını şişli ya da yeşilköy'deki, şişli'de oturanlar levent ya da bakırköy'deki okula göndermeye başladılar. bunun sonucu olarak, hem çocuklar daha az uyuyup daha çok yoruldu, hem kentte ulaşım ağırlaştı, hem okul yöneticileri temel görevlerinden çok, öğrenci taşıtlarıyla uğraşır oldular, hem de genel getirisinin yalnızca istanbul sınırları içinde 150 trilyon olduğu söylenen bir iş alanı açıldı. yaşamımızı zorlaştırmaktan başka işlevi bulunmayan nice iş alanı gibi. yani, neresinden bakılırsa bakılsın, pas demiri yedi.

arada bir, çekingen bir biçimde bile olsa, varlıkları ve işlevleri tartışılan; ama sayıları her yıl biraz daha artan ünlü "dersaneler" de aynı tutumun bir başka örneği. orta öğretimde birlik parçalandı, düzey düşürüldükçe düşürüldü; üniversitelere giriş sınavlarının düzenleyicileri artık ilk uygulayıcılarının bile kuşkuyla baktığı bir seçme yönteminde dayattı; özel girişim de iç çağrısına uygun bir biçimde araya "dersaneler"ini sokarak dizgeyi bütünleyiverdi. şimdi, üç kurumdan herhangi birinin ötekiyle uzlaşmazlığa düşmesi şöyle dursun, örnek bir işbirlikçilik anlayışıyla sürdürüyorlar etkinliklerini. yüksek öğretim sınavlarının düzenleyicileri özel dersanelerin vazgeçilmezliğini her yıl yeni baştan kanıtlıyor, özel dersaneler kendilerini ona göre ayarlamayı biliyor, orta öğretim kurumları dersane düzenini örnek alarak düzeyini her yıl biraz daha düşürüyor. böylece, üniversitelerimiz, ülkeyi aydınlık yarınlara taşımak üzere, iki sözcüğü bir araya getirmekte güçlük çeken insanlar yetiştirip duruyor. bir kez daha, pas demiri yiyor.

hiç kuşkusuz, bu sonucu yalnızca sınav düzenine bağlamak haksızlık olur. üniversitelerimiz özellikle 1983'ten beri çöküş içinde. 12 eylül yönetimi en büyük, en gelişmiş üniversitelerimizi biel tek kişi yönetimine bağlayarak özgür ve yaratıcı öğretimi engeleldi. bununla da yetinmedi, özel kuruluşlara özel üniversiteler kurma olanağı getirdi, kurmaları için de onlara hem kasalarını açtı, hem diledikleri ormanı, diledikleri tarihsel yapıyı kullanımlarına sundu. onlar da, öncelikle kendi işlerinde kullanabilecekleri adamlar yetiştirmelerini sağlayacak bölümler açıp öğrencilerini tarzan ingilizcesiyle ders dinlemek zorunda bırakarak hem üniversite kavramını saptırdılar, hem düzeyi düşürdüler, hem de geçim sıkıntısından bunalan öğretim üyelerini yüksek ücretlerle kurumlarına çekerek kamu üniversitelerini büsbütün zayıflatmaya giriştiler. buna karşın, öyle etkili oldular ki, ülkenin en eski ve en büyük üniversitesinde bile, birtakım yöneticiler, "filoloji de ne işe yarar ki?" diye söylenmeye başlıyorlar. yani pas demiri yiyor. daha da yiyecek kuşkusuz.

böylece, çok yakın bir tarihte, ilköğretim okullarına öğretmen olmak isteyenlerden yüksek lisans diploması isteneceğini muştulayan milli eğitim bakanı, bunca parlak diplomaya karşın, eğitmenler döneminin ilkokullarının düzeyini tutturamadığını görecek.

tanrı

virginia woolf: bir hayaleti öldürmek, gerçek bir şeyi öldürmekten daha zordur.

pierre laplace: tanrı gereksiz bir varsayımdır.

thomas jefferson: anlaşılmaz teoriler karşısında kullanılabilecek tek silah dalga geçmektir.

jack kevorkian: benim tanrım bach. en azından ben kendiminkini uydurmadım.

mihail bakunin: tanrı fikri insanın mantığını ve muhakeme yetisini yok eder. insanın özgürlüğünü yadsımanın en etkili yöntemidir.

stanley kubrick: tanrı fikri bütünüyle mantıksızdır.

gene roddenberry: kusurlu insanlar yaratıp onları kendi hataları yüzünden suçlayan, her şeyi bilen ve her şeye gücü yeten bir tanrı'nın hikayesinin ne kadar mantıklı olduğunu sorgulamamız gerekir.

charles chaplin: aklım başımda olduğu için tanrı'ya inanmıyorum.

vladimir nabokov: özgür insanın tanrı'ya ihtiyacı yoktur.

nietzsche: sonsuz bir hiçlikteymiş gibi yolumuzu kaybetmedik mi? boş uzayın esintisini hissetmiyor muyuz? etraf soğumadı mı? tanrı öldü. tanrı ölü kalacak. ve biz onu öldürdük.

çaş tarihi

uğur mumcu

kürtler, kendilerine ihanet edenlere çaş derler. çaş, kürtler tarafından hain ve işbirlikçi anlamlarında kullanılır.

her ulusun tarihinde ihanetler yaşanır. kürt ayaklanmaları tarihinde de çok sayıda çaş adı bilinir. kürt ayaklanmaları aynı zamanda ihanetler, cinayetler ve çaş tarihidir.

koçgiri ayaklanması'nda ginyan aşireti reisi murat paşa ve kangal ağası kürt hacı ağa, hükümet kuvvetleri ile işbirliği yaparak ayaklanmacıları ele vermişlerdir. aynı ayaklanmada kureşan aşireti hükümet kuvvetlerinin yanında ayaklanmacılara karşı savaşmıştı. abbasan aşireti, ferdalan aşireti ve karabal aşireti ayaklanma sırasında mustafa kemal'i ve ankara hükümetini desteklediler.

şeyh sait ayaklanması, şeyh sait'in bacanağı binbaşı kasım (ataç) tarafından mustafa kemal'e ayaklanmadan bir yıl önce ihbar edildi. ayaklanmayı dersim aşiretleri desteklemedi. hükümet, şeyh sait ayaklanmasını hormek ve lolan aşiretlerinin yardımlarıyla bastırdı.

ağrı bölgesinin ünlü hayderan aşireti ayaklanmaya katılmadığı gibi hükümet kuvvetlerine yardım etti. bugünkü tunceli yöresindeki dersim aşiretleri de şeyh sait ayaklanması'na karışmadılar. doğu dersim aşiretleri, doğandedeoğlu hüseyin tarafından örgütlenerek hükümet kuvvetleri yanında yer aldılar. 

kürt ayaklanmalarını özgün kürt kaynaklarından inceleyenler, dersim ayaklanması lideri şeyh rıza'nın yeğeni rehber'in bu ayaklanmanın askeri liderlerinden alişen ve karısı zerife'yi öldürdüğünü, bahtiyar aşireti reisi şahin ağa'nın aynı aşiretten hıdır tarafından öldürülüp kesik başlarını hükümet kuvvetlerine teslim ettiklerini bilirler.

koçgiri ve dersim ayaklanması liderlerinden alişan bey, dersim ayaklanması liderleri şeyh rıza'nın yeğeni rehber ibrahim ağa tarafından öldürüldü.

şeyh sait ayaklanması'nda hükümet kuvvetlerinin yanında yer alan heyderan aşireti reisi kör hüseyin paşa, ağrı ayaklanması'na ayaklanmacıların safında katılmak üzere suriye'den türkiye'ye geçerken kürt liderlerinden nuh bey'in yeğeni medeni tarafından öldürüldü.

nuh bey de molla mustafa barzani'nin ağabeyi ahmet barzani tarafından kurşuna dizilerek idam edildi.

avukat faik bucak'ın 1966 yılında öldürülmesinden sonra tkdp (türkiye kürdistan demokrat parti) liderliğine getirilen sait elçi, şivan adıyla tanınan dr. sait kızıltoprak tarafından 1972 yılında kuzey ırak'ta kurşuna dizildi. dr. kızıltoprak ve kulplu çeko diye bilinen bir arkadaşı da molla mustafa barzani tarafından idam edildi. molla mustafa barzani ırak rejimine karşı ayaklandığında kuzey ırak'ta birçok kürt aşireti, hükümet kuvvetlerinin yanında yer aldı: herki aşireti, berwan aşireti, bradost aşireti, sındi aşireti, şexan aşireti, zibari aşireti.

zıbari aşireti reisi mahmut zibari, molla mustafa barzani'nin kayınpederiydi. barzani'nin oğullarından ubeydullah barzani de babasına karşı dedesinin yanında yer almıştı. barzani'ye karşı bağdat rejimi yanında yer alanların başında celal talabani gelmekteydi. şeyh celalettin brifkani, şeyh mahmut şemiran, şeyh mesut bawarni gibi büyük toprak ağaları da barzani'ye karşı bağdat rejiminden yana tavır almışlardı.

kuzey ırak'ta bugün talabani ve mesut barzani'nin peşmergeleri ile pkk gerillaları savaşıyor. kürt kürt'ü öldürüyor. barzani ve talabani, abd ve batı desteği ile kurdukları kürt federe devletinde iktidarı pkk ile paylaşmak istemiyorlar. oysa, 1982 yılında barzani ve pkk arasında anlaşma yapılmış, ırak kürdistan demokrat partisi o tarihten 1989 yılına kadar bu ayrımcı terör örgütünü desteklemişti.

kürdistan yurtseverler birliği genel sekreteri celal talabani ve pkk genel sekreteri abdullah öcalan 1 mayıs 1988 günü bir araya gelerek türkiye cumhuriyeti'ne karşı devrimci silahlı mücadeleyi ve kitlesel direnişleri geliştirmeyi ve cephe oluşturmayı kararlaştırmışlardı. 1988 yılında kürt cephesi kuranlar bugün birbirlerine kan kusturuyorlar. bunların hangisi çaştır, hangisi değil? peşmergeler mi çaştır, yoksa pkk mı?

10.12.2011

360 derece

özdemir asaf


dünyanın nüfusu ikiye bölünüyor
yarısı sen oluyorsun, yarısı ben
sonra ikimiz bir bütün oluyoruz
kimseye sezdirmeden

lolita

vladimir nabokov

lolita, hayatımın ışığı, kasıklarımın ateşi. günahım, ruhum; lo-li-ta; dilin ucu damaktan dişlere doğru üç basamaklık bir yol alır, üçüncüsünde gelir dişlere dayanır. lo-li-ta.

annabel ya da dolores haze ya da lolita, o altın ve kumral renkleri içinde, o külüstür verandada, derme çatma, yalancı ama bana yetip de artacak bir çeşit deniz kıyısı dekorunda (çevrede ikinci sınıf bir gölden başka bir şey yoktu) diz çöküp, gözlerini kaldırıp bana baktığında, işte tam o anda özgürlüğüme kavuşmuştum ben.

insanoğlu kusursuz cinayet işleyemez; ama kader işleyebilir.

yakın akrabalarda en hafif karın guruldamasının sesi bile aynıdır.

toz pudra yoğunluğunda bir ışıkta tel üzerinde klasik bir zarafetle adım sektirmeksizin yürüyen cambaza imreniriz hepimiz; ne var ki korkuluk kılığıyla, gülünç bir sarhoşun taklidini yaparak gevşek bir ipin üzerinde yürümek çok daha az rastlanan bir beceridir! bana sorun.

güzelliğin ölümlü bilincine ödenecek vergi
biz ölümlülerin ahlak bilincidir

hiçbir şey bağnazlığın bayağılığı kadar eğlendirici olamaz.

ardındaki yaşantı olmadan sözcükler anlamsızdır.

çevre değişikliği, hesabı görülmüş ciğerlerle yüreklerin bel bağladığı geleneksel bir yanılgıdır.

bir şeyi iyi bilmekten, ancak her şeyi bilmememden alçak gönüllülük duymaya yetecek kadar gurur duyarım.

okur tarafından sevilen kahraman, kitap kapakları arasında nasıl bir evrim geçirmiş olursa olsun, kader çizgisi zihnimizde belirlenmiştir; aynı biçimde dostlarımızın da kendileri için çizdiğimiz şu ya da bu mantık içinde ya da alışılmış biçimde davranmalarını bekleriz. belli bir kişiyi ne kadar seyrek aralıklarla görürsek onun hakkında oluşturduğumuz kalıba uysallıkla girdiğini görmenin verdiği zevk de o kadar doyurucu olur. öngördüğümüz kader çizgisinden herhangi bir sapma, bize sadece haddini bilmezlik değil, ahlaki düşkünlük olarak da gözükür. yüzyılın görüp göreceği en önemli şiir kitabını kapı komşumuz gezgin sosisçinin yazdığını öğrensek, onu hiç tanımamış olmayı yeğleriz.

kurmaca bir metni, toplumdaki bir sınıf, yazarı ya da ülkesi hakkında bilgi edinmek amacıyla incelemek çocukça bir şeydir.

9.12.2011

karga

haruki murakami


benim kim olduğumu siz de mutlaka anlamışsınızdır, diyorsun. ben sahilde kafka'yım. senin hem sevgilin hem de oğlunum. karga adlı delikanlıyım. dahası, ikimiz de özgür kalamayız. kocaman bir girdabın içine düşmüşüz. bazen de zamanın dışında kalıyoruz. bir yerlerde yıldırım düşmüş üzerimize. sessiz, görünmeyen bir yıldırım.

o gece, yine sevişiyorsunuz. onun içindeki boşluğun doluşunu duyuyorsun. sahildeki ince kumların ay ışığı altında akıp gitmesi gibi sakin bir ses. soluklarını hafifletip o sese kulak veriyorsun. varsayımın içindesin. varsayımın dışındasın. varsayımın içindesin. varsayımın dışındasın. nefes alıyor, içinde tutuyor, bırakıyorsun. nefes alıyor, içinde tutuyor, bırakıyorsun. prince yumuşakça hayvan gibi uzadıkça uzayan sesiyle şarkısını söylemeye devam ediyor kafanın içinde. ay yükseliyor, dalgalar kabarıyor. denizin suyu, ırmağa doluyor. pencerenin önündeki kızılcık ağacının dalları gecenin karanlığında isterik gölgeler bırakıyor. onu kollarının arasına alıyorsun. o da yüzünü göğsüne gömüyor. nefesini çıplak teninde hissediyorsun. kaslarını tek tek dolaşıyor. sonra, kızaran penisini soğutmaya çalışır gibi öpmeye başlıyor. ağzının içine boşalıyorsun bu kez. yitirmek istemediği çok önemli bir şeymiş gibi yutuyor. sonra sen, onun cinsel organını öpüyorsun. dilin vücudunun her yerinde dolaşıyor. sen artık başka biri oluyorsun, başka bir şeye dönüşüyorsun. başka bir yerdesin.

"senin mutlaka bilmen gereken hiçbir şey yok benim içimde." diyor. pazartesi sabahı olana kadar sevişmeye devam ediyor, zamanın akıp giderken ardında bıraktığı seslere kulak veriyorsunuz.

kadın

thomas bernhard

erkeklerin gittiği refah yolu, sıcaklığa ihtiyaç duymaları, süs düşkünlüğü, bunların hepsi kadınlığın temel nitelikleridir; erkek düşmanıdırlar. kadın ve genel olarak kadınsılık, erkeği erkek karşıtı duygularına dek alçaltır. karıları tarafından mahvedilmiş bir dizi seçkin erkek sayabilirim size. olağanüstü yeteneklere sahip, en seçkin kişilikler.

kadınsı yön doğası gereği haindir. altını oyar ve dinamitler. erkek tini için, genel olarak tin için, erkeksi olan için bir zehirdir. bir erkeği bileşenlerine ayırma ve bir daha da bir araya getirmeme söz konusu olduğunda.

bilimsel açıdan bakıldığında kadın erkeğin komik duruma düşürülüşüdür. düşüncenin can düşmanı. kocalarına gazete okumayı bile yasaklarlar. bakıcılarının düşünmemesi bile yetmez. kadın bozuşmayla uğraşır ve dostluk kurma yeteneği yoktur.

evlilik ve çocuk yapan kadınlar yalnızca doğurma anında yalancı değildirler. kadınlar yalnızca yatak içindir. kadın oyundan anlamaz. şeytanın bir aletidir ve insan soyunun trajedisinden suçludur.

kadınlar akarsulardır, kıyılarına erişilemez, gece boğulanların çığlıklarıyla çöker çoğu kez.

8.12.2011

bu yalnızlık benim

metin eloğlu



saadet insanın ziynetidir

ayırsalar öldürseler gene benimsin
nice ayıbımı örten o eşsiz yama
etim değil kemiğim değil kanım değilsin ama
gençliğimsin sağlığımsın hürriyetimsin

insan yaşarken varır bir ölmezliğe

şişede durduğu gibi durmaz ki kafir
tutar insana yaşamayı sevdirir

beni ne yap biliyor musun
beni yont beni arıt beni ayıkla

şaraptı rakıydı şuydu buydu
kişi esrimeyi bir aşkta tatmalı ilkten
dedim ya ondan gayrı korkuluğa güvenmem
içtiğim hep aşktı benim gerisi tortu

ama bir gün gelecek
yüreciğin dizlerini dövecek

anamdan şair doğdum, sonradan oldum sanma
ey gafil okuyucu, genç şairlere kanma
ıstırabın meyvesi mısralarım acıdır
kafiyelerdeki ilham aşkımın kırbacıdır

ben bir şeytantırnağıyım
halk uzağı ellerde

ben -andiçmiş gibi- seni seviyorum yine de
anılarımda kalan, o bitkimsi yüreciğindir
sanki yok denizlerden kopuk bir çılgın ada

yaz, abartılmış karadutlar, ebegümecilerdir belki de
ya da zina konmaz bir kuytu selam devedikenlerinde

uzak sesin değiverse
en ileze çiçek bile ışıldar

sen giderken biz geliyorduk çavuşum

yola koyulurken böyle her mayıs
çalgılar bürümcekler alıyorum yanıma
dinmiş yağmurlar güneş yongaları
bolca papatya ısısı ceplerimde
torbadaki andaç azık tadılası şey
etlere ekmeklere bakmıyorum bile
dereden kırlangıç gölgeleri alıyorum

küçücük kızıyla ötelerden bir kadın

mademki ölümlü bir dünyadayız
sazla sözle kandıralım güzelleri

gerçekten seviyor musun güllerin soluğunu

hoş görelim sarhoşların içmesini
sabırsızlıkla geceyi beklediler
ilk kadehte bunca dertten vazgeçtiler
yoksa herkes bilir dert tazelemesini

insanı mesut eden, şimdilik uykulardır

yıldız

oktay rifat


ekmek dizimde
yıldızlar ta uzakta
ekmek yiyorum yıldızlara bakarak
öyle dalmışım ki sormayın
bazen şaşırıp ekmek yerine
yıldız yiyorum

7.12.2011

şen bilim

ahmet inam

gerçeklik, hep bir tavır içinde yaşanır. "şen bilim" tavrı, hem "şen" oluşu, hem de bilimselliği içerir. bir yaşam bilgeliğidir. yoksunluğun ve güçsüzlüğün deneyiminden gelir. yaşanan dünya karşısındaki yetersizliğin, güçsüzlüğün, uyumsuzluğun ardından gelir. derdi, sıkıntısı olanların, egemen görüşten "rahatsız" olduğu, onun yaşamı engelleyici boyutuna başkaldıranların tavrıdır. bilim şendir; çünkü yaşamdan yanadır; yaşamdan yana olmak sağlıklı olmak demektir. beden ve ruhça hastalıkların yol açtığı zorluklardan gelen sağlık: hastalıklardan geçmiş olanları değerlendirebilen bir sağlık.

şen bilim, "düz" bilime saygı duyar. onunla eğlenmez. eğlenemez. hakikat üzerine gerçekleştirdiğimiz her araştırmanın, her kuramın, hakikatin bir kötü taklidi, karikatürü, parodisi olduğunu bilir. hakikati bulanlara, bulmuş olduğunu savunanlara eleştiri oklarını yöneltir. mizah yoluyla, hakikat yolculuğu yapanların gözlerini açar. bir şenliktir hakikat yolculuğu ona; sıkıntılar, hastalıklar, yoksunluklar, uyumsuzluklar yaşamış şen bilimciye hakikat yolculuğu bir şölendir. bir "hezliyat"tır şen bilim, bir şakadır, latifedir. hicivdir, taşlamadır.

şen bilim bir "sağlık" arayışıdır. bu arayış sürekli bir yenilenmeyi, doğuruşu, yaratışı öngörür. acılardan, sıkıntılardan, doğurarak kurtulmak. acılardan düşünceler doğurarak. şen bilim, iyileşenlerin bilimidir; iyileşenlerin sanatı.

şen bilim, bilginin sağlık içinde, yaşamla bütünleşerek yaşanmasıdır. bilginin, dar bir çevrede, belli insanların çıkarlarına hizmet eden, insanları uyutan, onların sırtına ağır bir yük olan, onları belli bir düşünme, yaşama alışkanlıkları içine sokan, bu alışkanlıkların gözlerine ördüğü perde yüzünden, onları kör eden, bu gezegendeki yaşamın gelişip serpilmesine ket vuran bir anlayışla yaşanmasına başkaldıran bir anlayıştır. şendir; çünkü ciddidir; şendir; çünkü içtendir, sorumludur. her türlü tembelliğe, kolaycılığa, sığlığa, dargörüşlülüğe karşı çıktığı için şendir. hayattan, sağlıktan yana olduğu için, iyileşmekten yana olduğu için.

6.12.2011

imkansızın şarkısı

haruki murakami

ölüm yaşamın karşıtı olarak değil, parçası olarak vardır.

uzun boylu olan broşürleri dağıtırken yuvarlak suratlı öğrenci de kürsünün üzerine çıkıp söylevini verdi. broşürlerde, bu gibi durumlarda hep olduğu gibi son derece basite indirgenmiş türden cümleler vardı: "hileli rektör seçimlerini tanımıyoruz", "tüm öğrenciler boykota" veya "öğrenciler ve işçiler, japon emperyalizmine karşı birleşiniz" gibi. kavramlar saygıdeğerdi, bunlara özellikle diyecek sözüm yoktu ama cümleler inandırıcılıktan yoksundu. güven vermiyor, hiçbir coşku uyandırmıyordu. ablak suratlının söylevi de farklı değildi. hep aynı nakarattı. müzik aynıydı, yalnız güfte değişiyordu. bu insanların gerçek düşmanının siyasal güç değil, hayalgücü eksikliği olduğu geldi aklıma.

kimileri için aşk, anlam taşımayan ya da önemsiz şeylerle başlar. eğer böyle olmazsa zahmetine değmez.

sıradan kızların dürüstlükle bir alışverişleri yoktur. onlar güzellik veya mutlulukla çok daha yakından ilgilidirler.

duygularını dışavuramadığında gerçek tehlike başlar. o zaman duygular insanın içinde birikir, katılaşır. duygular bedende, donup kalır ve ölür. işte bu, dehşet vericidir.

insan bir konuda yalan söyleyince, inandırıcı olması için başka bir sürü konuda da yalan söyler.

böyle insanlar vardır. olağanüstü bir yeteneğe sahiptirler; ama onu değerlendirmeye yetecek enerjiden yoksundurlar ve sonunda hep yeteneklerini ziyan ederler. başlangıçta, göz kamaştırırlar. içlerinden sözgelimi, çok zor bir parçayı, notasına bakar bakmaz çalabilecek yetenekte olanlar vardır. hem de oldukça iyi. insan şaşar kalır. çok çok üstün birinin karşısında olduğunu sanır. ama hepsi bu kadar. asla daha ileri gitmezler. niçin? çünkü devam edecek yüreklilik yoktur onlarda. çünkü asla çalışmaya zorlanmamışlardır. şımartılmışlardır hep. yetenek sahibi olmak gibi bir bahtsızlığa uğradıklarından ve daha çok küçüklüklerinden beri, çalışmasalar bile, çok iyi çaldıkları için övgüler alageldiklerinden, çalışmak onlara ayrıntıymış gibi gelir. başkalarının üç haftada öğrendikleri bir parçayı onlar bunun yarısı kadar bir zamanda kaparlar, o zaman da öğretmen, başarabileceklerini sanarak bir başka parçaya geçirir onları. onu da başkalarının öğrendiğinin yarısı kadar bir zamanda bitirirler. böylece hiçbir zorlukla karşılaşmayınca, insan kişiliğinin biçimlenmesi için kaçınılmaz olan bir öge onlarda eksik kalır. bu gibi çocukları eğitmenin püf noktası, her şeyden önce, onlara aşırı övgü yağdırmamaktır. daha çok küçükten, pohpohlanmaya, kutlanmaya alıştırılmıştır onlar; bu yüzden, ne denli övülseler de onlarda hiçbir etki yaratmaz. bu yüzden, sadece, ara sıra ve yerinde, beğenilmeleri, övülmeleri doğru olur. sonra da, asla zorlanmamalıdırlar. daha ileri, daha ileri gitmeleri için itilmemeli ve düşünmek için soluklanmalarına izin verilmelidir. hepsi bu. böyle yapılırsa, oldukça iyi gelişirler.

başkalarının ne düşündüğünden kaygılanmaya başlamak, hastalığın habercisi belirtilerden biridir.

porno film oynatan sinemalarda, seks sahneleri olunca etraftaki herkesin gürültüyle yutkunduğu duyulur. bu yutkunma gürültüsünü çok seviyorum. pek hoş.

haksız bir toplum, aynı zamanda, tersinden bakıldığında, olanaklarının ta sonuna değin gidebileceğin bir toplumdur.

ara sıra, çevreme baktığımda, gerçekten umudum kırılıyor. kendi kendime her zaman sorarım, insanlar neden daha çok çabalamazlar diye. hiçbir şey yapmaz ve zamanlarını yaşamın haksızlığından yakınarak geçirirler.

ona karşı ne denli hoşgörülü davranılırsa davranılsın, onunla mutlu olunamaz. o, mutlu olmak için veya başkalarını mutlu etmek için yaratılmamış. onunla yaşarken insan aklını kaçırabilir. ben de elbette ki onu kendimce severim, onu eğlenceli bulurum ve çok iyi yönleri olduğuna da inanırım. sonra da, sahip olduğum yetenekler açısından, onun tırnağı bile olamam. ama düşünme ve yaşama biçimi hiç de normal değil. onunla konuşurken kimi zaman bana, hep olduğum yerde dönüp dolaşıyormuşum gibi gelir. o hep aynı süreç uyarınca ilerlemeyi sürdürür bense hep olduğum yerde döner dururum. tümüyle farklı olan, onun sistemi. bizim sandığımızdan daha fazla irade sahibi ve ayrıca da her gün iradesini güçlendirmek için kendini eğitiyor.

filmde birçok oral seks sahnesi vardı ve ne zaman bir arkadan yaklaşma, yalama ya da 69 sahnesi olsa, salon emme ya da iç çekme sesleriyle çalkalanıyordu. bu gürültüyü duyunca, başka bir gezegende yaşıyormuşum gibi değişik bir izlenime kapılıyordum.

kendine acımak, budalaların işidir.

esas olan, sabır göstermek. umudu yitirmeden, düğüm olmuş iplerin tek tek çözülmesi gerek. gerçi durum umutsuz gibi görünebilir; ama mutlaka ipin ucunun yakalanacağı bir an gelecektir. karanlıkta kalınca, sabırla, gözlerin karanlığa alışmasını beklemek yeter.

bizler kusurlu bir dünyada yaşayan kusurlu kişileriz. somut biçimde değerlendirilebilecek ya da ölçülebilecek nesneler gibi yaşamıyoruz ki.

insan kendini bırakınca işler olması gerektiği gibi gider.

mektuplar, kağıttan başka bir şey değil. yakılsalar bile, yürekte kalması gereken, kalır. ve yakılmayıp saklansalar bile, kalmayan kalmaz.

5.12.2011

berlin alexanderplatz

bugün bir ziyafet çekelim derim; çünkü dün geçmişte kaldı, yarın da henüz gelmedi.

bugünlerde sabahları kravat bağlamaya kim zaman bulabiliyor ki? kim bir dakika fazladan uyku çekmek istemez ki? hepimiz uykumuzu iyi almalıyız. çünkü ardından çok çalışıp az para kazanacağız.

hiçbir şey göründüğü kadar kötü değildir.

koldaki bant ister kırmızı ister sarı ister siyah olsun; içtiğin sigaranın tadını değiştirmez.

alt tabaka beyaz undan yapılmış ekmeğin katkı maddeleriyle zenginleştirilebileceğini düşünen, yalnızca kendisini ve müşteriyi kandırıyordur. doğanın kendi kanunları vardır ve doğa her suistimalin intikamını alır. bugün neredeyse tüm medeniyetlerde görülen bozulmuş sağlığın nedeni, değeri azaltılmış ya da yapay yollarla rafine edilmiş yiyecek tüketimidir.

dünyadaki en garip şey insanlardır.

düşünüp taşınmak için arada sırada herkesin yalnız kalmaya ihtiyacı vardır.

mevcut toplumsal düzenin proletaryanın, ekonomik, siyasi ve toplumsal zeminde köleleştirilmesine dayandığını öğrendim. bu husus mülkiyet hakları ve tekelciliği, devlet ve de iktidar tekeli yoluyla kendini belli etmektedir. çağımızda, üretim insanların  ihtiyaçlarını giderme amacıyla değil; kar elde etme beklentisiyle yapılmaktadır. bütün teknolojik gelişmeler, nüfusun büyük kesiminin içinde bulunduğu sefaletle arlanmaz bir zıtlık içinde, varlıklı sınıfların zenginliğini ölçüsüz biçimde artırmaktadır.

4.12.2011

iskender

elif şafak

doğada başka hiçbir tür, insan kadar kibirli, açgözlü ve bencil değildir. başka hiçbir cins birbirinin emeğinden kar edinmeye çalışmaz. kapitalist sistem yoksulların varsıllarca sömürülmesi üzerine kurulmuştur.

sisteme karşı koymayan, sistemin parçası olur.

hiç hazzetmem bakirelerden. talepkar, kaprisli ve şımarık olurlar. sana kıymetli bir armağan verdiklerini sanıp ömür boyu minnet duymanı beklerler.

varsıllar hak ettiklerinden daha fazlasını elde edebilsinler diye varlık sahibi olma hakları gasp edilenlere mülksüz denir.

bazen en kestirme yol bir dosta eşlik etmektir.

zamanında hayat dolu olan topraklar gün gelip terk edildiklerinde bir tür hüzün çöker coğrafyaya; havada dolanıp duran, bulduğu her çatlaktan içeri sızan bir keder bulutu asılı kalır. belki de bu yüzden metruk mahallerin sakinleri yaşadıkları yerlere benzer; ketum ve kapalı. ne var ki bu, yüzeyde görünen resimdir ve tıpkı yerküre gibi insanların da dışı nadiren içiyle aynı olur. o ihtiyatlı katmanın altında sıcak, sevecendir yöre insanı. güvendiğine açar içini.

bir oğlan çocuğundan erkek çıkaracak iki şey vardır bu dünyada. birincisi bir kadının aşkıdır. ikincisi de başka bir adamın nefreti.

dünyanın öbür ucuna kaçsan da kendi kıçından kurtulamazsın.

bir mesafe olmalı. düşmanınla senin aranda, yediğin darbeyle iç organlar arasında, bireyle toplum arasında, geçmişle bugün arasında, anılarla vicdan arasında. bu hayatta yaptığın ya da hissettiğin her şeyde bir mesafe olmalı. mesafe seni korur. sıkı bir yumruk yemenin püf noktası, mesafeyi nasıl yaratacağını bilmektir.

zenginler savaşınca olan fakirlere olur.

kalp ehli insana bakar, surete değil. özü görür, kabuğu değil. ayrım yapmaz, kem bakmaz, gıybet etmez. insan eşref-i mahlukat. farklılıklar sadece dışarıda; giysiler, pasaportlar. ama yürek hep aynı. her yerde.

insan doğası böyle işte: en çok nefret ettiklerimiz en fazla sevdiklerimiz oluyor hep.

kadın isimleri neden erkek isimlerinden bu kadar farklıydı ki? kadınlara neden sanki hayal ürünüymüşler gibi masalsı ve rüyamsı isimlerin verildiğini merak ederdi. erkek isimleri hep cesaret, iktidar ve yetki ihtiva ediyordu; mesela muzaffer, faruk ya da hüsamettin. oysa kadın isimlerinden yansıyan, kırılgan bir zarafetten ibaretti -porselen bir vazo gibi. nilüfer, gülseren ya da binnaz gibi isimlerle, kadınlar bu dünyanın süsleriydi adeta, alaca bulaca kenar oyaları.

hapishane, tımarhane fark etmez. ahenk varsa içinde en berbat yer bile sana vaha olur. ahenk yoksa, cennette bile rahat edemezsin.

kendini sokakta korumak değildi onu bu spora yönelten. ringde olmayı seviyordu; dövüşün kendisini, adrenalini. danışıklı ve sahte bulduğu birçok sporun aksine hakikiydi boks. hayatın birebir yansımasıydı. ringde yapayalnızdın. takım çalışması filan yoktu. ne de kenarda bekleyen yedekler. herkes kendi başının çaresine bakmak zorundaydı. iyi ve kötü, asil ve sefil. hepsi oradaydı. bir adamın gerçek karakterini görmek için onu boks yaparken izlemek yeterliydi.

gördüğün kötülüğü suya, iyiliği mermere yaz.

korkunç bir suç işledikten sonraki günün sabahı dipsiz bir karanlıktan uyanır insan. beyninin bir yerlerinde alarm çalar, kırmızı bir ışık yanıp söner. görmezden gelmeye çalışırsın. hani her şeyin bir rüya, bir kabus olma ihtimali vardır, ufacık da olsa. düşerken ilk gördüğü ipe tutunan bir adam gibi sarılırsın o ihtimale. bir dakika geçer. belki bir saat. zamanı ölçemez, gerçek dünyaya dönemezsin. ta ki hakikat bütün ağırlığıyla kendini gösterene kadar. ip tutamaz seni, düşüverirsin.

"senin gibi efendi bir adama yapılır mı bu?" derlerdi. teselli eder görünüp başkalarının mutsuzluğundan beslenirlerdi.

başkalarını sitemle, kinle düşündüğünde içindeki bütün enerji onlara gider. sana hiçbir şey kalmaz.

her zaman kendi içine bakmak en emin yol. başkalarıyla uğraşmayı bırak. her gazap, her kahır ağır bir çanta. niye taşıyasın? at onları. sıcak hava balonu gibi hayat. yukarı mı gitmek istersin, aşağı mı? hiddeti, intikamı, rekabeti bırak. torbalardan kurtul.

ne yazık ki sahip olduklarımızın kıymetini hep onları yitirdikten sonra anlıyoruz.

2.12.2011

yeşil peri gecesi

ayfer tunç

bazı zamanlar ertelenemez. bazı hesaplardan vazgeçilemez. bazı defterler kapatılmadan yola devam edilemez.

kevaşelerin gözden düşüşü daha ikinci gecede başlar.

"isa eğilmiş, parmağıyla toprağa yazı yazıyordu. durmadan aynı soruyu sormaları üzerine 'içinizde kim günahsızca, ilk taşı o atsın!' dedi." (yuhanna)

herakleitos: zaman bir çocuktur, sahilde çakıl taşlarıyla oynar.

yaşamak bir denge meselesidir. birine aşırı bağlanmak dengesizliktir.

vicdan sahiplerinin mağdur ettikleriyle imtihanı çok zorludur.

ruhla bedenin birbirinden ayrılması için ille ölmek gerekmez. insan yaşarken de ruhuyla bedeni birbirinden ayrılabilir. ama asıl sorulması gereken soru, ruhla bedenin ölmeden birbirinden ayrılmasının mümkün olup olmadığı değil, bu ikisinin nasıl olup da tekrar birleşebildiğidir.

kendimden biliyorum: hayat hiç beklemediğin anda öyle bir kafa atardı ki, ağzın burnun dağılırdı. o zaman anlardın işte büyümek neymiş. nasıl acı ve erken bir şeymiş.

umut nasıl ki bir andır, umudu yerle bir eden şey yine bir andır. darmadağın olur her şey, yıkılır dünya.

kalp kalbe karşı değildir; sadece bazı kalpler bazı kalplere karşıdır (o da her zaman değil).

gökyüzü gibi bir şey bu çocukluk
hiçbir yere gitmiyor (edip cansever)

şöhret olmak iyidir. herkes seni tanır. sokakta fotoğraf çektirmek isterler. taksiciler para almaz. bakkalda sıra beklemezsin. (bu mudur yani şöhretin nimeti? hiç değilse budur.) istediğine bağırırsın, istediğini kovdurursun (bu iyi işte), istediğini yaparsın; sen şöhretsin. sen şöhret olunca çevrendeki herkes oğul oğul sinek olur. canın sıkıldıkça sinekleri ezersin. ezdin diye için de sızlamaz. sinek olmanın doğası budur dersin. olmasaydın sinek!

ah bu sancı! çaresizliğin sancısı çok fena; nefretin bile belini kırar.

hayatımın baraj sorusu: kemik kırığı mı daha çok acı verir, onur kırığı mı? cevap: kaçıncı kez kırıldığına bağlı. kemik kırığı ile duyulan acı birbiriyle doğru orantılıdır. kırığın şiddeti arttıkça acının şiddeti de artar. onur kırığı ile duyulan acı ise ters orantılıdır. darbe sayısı arttıkça hissedilen acı azalır, hassasiyet tabakası kalınlaşır. onur dumur olur.

karanlıkta yaşayanlar birbirlerini tanır.

öyle ya, kim sevişirdi acıları olmasa
kim bakardı uzağa köpekleri saymazsan
kim ne derse desin ben bugünü yakıyorum
yeniden doğmak için çıkardığım yangından (edip cansever)

bizde itiraf yoktur. bizde itiraf eden huzur olamaz. bizde itiraf demek, suçumuzun her bir ayrıntısının hücrelerimize yapışması demektir. biz itiraf edersek unutamayız. biz oysa unutmak isteriz; olmamış gibi yapmak. biz mecbur kalırsak tövbe ederiz hemen ardından unutmak için, suçumuzu da öyle fazla sayıp dökmeden üstelik.

korku esir alır bizi. ölene kadar. ölünce biter. her şey. inançsızlığın iyi tarafı bu işte. bir tek ölüme inanıyorum ben. ölünce bittiğine göre, yaşanmış olanın da bir anlamı yok.

birinin ölümünü beklemek ölmesinden daha zor.

"aşk hayranlıkla başlar." (sait faik) ama kuru hayranlıkla da aşk gemisi yürümüyor. hayranlık çünkü kelebek ömürlüdür.

aşkın has olanı bir karşılığı olup olmadığıyla ilgilenmez. has aşk, tutulduğu varlıkta bir değeri var mı yok mu umursamaz. has aşk tanrı aşkına benzer. sen tanrıyı çok seversin; ama o herkesi sever; hatta belki seni sevmez.

"i need your lovin' like the sunshine
everybody's gotta learn sometime"

duygular andır, geçer. duyguları yaşarken sanıyoruz ki budur işte her şey. hayat, ölüm, varlık, anlam hepsi bu andır, bu anın içindedir. ama geçiyor. duygu dediğimiz şey, benliğimizin bir yerlerinde belirip kaybolan bir şeyler işte. geliyor, geçiyor; ama çok ağrı yapıyor.

insansak eğer, bir duygudan bir duyguya geçeriz. her birinde sonsuza kadar kalacağımızı sanırız. aşk mı? hiç bitmeyecek ki.. ölüm mü? hiç gelmeyecek ki.. ömür boyunca defalarca doğarız ve ölürüz.

yalnız aşkı vardır aşkı olanın
ve kaybetmek daha güç bulamamaktan (cemal süreya)

efendinin bokuyla bile gururlanmak sadakatin önemli bir göstergesidir.

iktidarlı ilişkilerde kadınca marifetlerin dışında, kadının erkekten daha iyi bildiği hiçbir şey olmamalıdır. olsa bile kadın asla belli etmemelidir. iktidar her yerdedir, her andadır. sözcüğün içinde, anlamın kenarında, doğasında, dilbilgisinin ayrıntısındadır.

uzaklarda aramaya gerek yok; cehennem yeryüzündedir.

emil cioran: nuh'ta geleceği okuma yeteneği olsaydı, kesinlikle gemisini yakardı.

kahramanlar bazen böyle yoksunluklardan doğar işte: yanıp kül oldukları yerden.

cesaret, ancak göstermemiz gerektiğinde imkansız olduğunu anladığımız bir erdemdir.

1.12.2011

ambulans şoförü

ali baydak

"bayan şoför" karalamasına karşıyım. ben bayan şoföre de onun anlayacağı gibi davranırım. mesela bayan şoföre yaklaştığımda hemen sireni kapatırım; çünkü onların refleksleri anidir, çabuk heyecanlanırlar. diğer yandan bayan şoförler her zaman ambulansa yardımcı olmak için daha fazla çabalarlar.

yol vermeseler de, soğukkanlılığı hiç kaybetmeyeceksin. bağlı olduğum medline'ın "hayat yolu" diye bir projesi var; diyoruz ki orta şeritten hayat kurtaralım. sol şeritte kaçacak yer yok, emniyet şeridi zaten ekstra şerit muamelesi görüyor. arkada hasta var, makas atarak da gidemezsiniz; hemen arkanızda damar açılıyor, elektroşok veriliyor.

hazır yol açıldı diye peşimize takılan arabalara dair kitap yazabilirim. bütün toplumun kimliğini görüyorsunuz aslında burada. ağzında sigara, yarış yapmaya kalkıyor adam. hem beni sıkı sıkı takip ettiğinde algımı dağıtıyor, bir de onu kollamam gerekiyor. 

ambulansları işadamları toplantılara gitmek için kullanıyormuş gibi bir fikir oluştu toplumda; dürüstçe söylüyorum; geçmişte böyle olaylar da yaşadım. ama şunu düşünmek lazım; içeride işadamı olabilir ya da ben boş arabayla dönüyor olabilirim; ama ya hasta varsa? yol vermeme riskine değer mi?

hayattaki en büyük zevklerimden biri sigara içmekti; unutmuyorum bir hastayı kaldırmak için eğildim, o an kendi acısını unutup sigara kokusundan yüzünü buruşturdu. üç yıl oldu, o gün bıraktım. heyecanlı bir vakadan sonra bir sigara tüttürmek en büyük zevkti halbuki.

ben hayatımda bir kez ambulansın arkasına geçtim, eşim iç kanama geçiriyordu. enteresandır, orada ben şoför çok mu sarsıyor, çukura mı girdik, nasıl kullanıyor, onu düşünüyordum. aksini söylesem yalan olur.

via pınar öğünç

schopenhauer terapisi

irvin yalom

üç büyük düşünce devriminin insanın merkeziyetçiliği fikrini tehdit ettiği sık sık belirtilmektedir. birincisi copernicus, dünyanın, bütün yıldızların etrafında döndüğü bir merkez olmadığını göstermiştir. sonra darwin, hayat zincirinde bizim merkez olmadığımızı, diğer bütün yaratıklar gibi başka yaşam biçimlerinden meydana geldiğimizi göstermiştir. üçüncü olarak da freud, bizim kendi evimizin efendisi olmadığımızı, davranışlarımızın büyük çoğunluğunun bilincimizin dışındaki güçler tarafından yönetildiğini göstermiştir.

freud'un bilinmeyen yardımcı devrimcisinin, onun doğumundan çok önce derin biyolojik güçler tarafından idare edildiğimizi ve sonra kendimizi hareketlerimizi bilinçli olarak seçtiğimiz şeklinde kandırdığımızı öne süren schopenhauer olduğuna kuşku yoktur.

schopenhauer talih çarkını sürekli olarak döndürmenin kaderimiz olduğunu gösterdi: bir şeyi isteriz, alırız, kısa bir süre tatmin yaşarız, bu tatmin hızla sıkıntıya dönüşür, ardından mutlaka bir sonraki 'istiyorum' gelir. arzuyu doyurarak kurtuluş yoktur; insanın çarktan hemen atlaması gerekir.

çarktan atlamak, istemekten tamamen kaçmak anlamına geliyor. en içteki doğamızın, bir şeyi elde etmek için yatıştırılamaz bir şekilde çabalamak olduğu, bu acının en başından bize programlandığı ve kendi doğamıza mahkum edildiğimiz anlamına geliyor. önce bu yanılsama dünyasının esas hiçliğini kavramamız, ardından istenci reddetmenin bir yolunu bulmamız gerektiği anlamına geliyor. bütün büyük sanatçılar gibi saf, platonik fikirler dünyasında yaşamayı amaçlamalıyız. kimileri bunu sanat yoluyla yapıyor, kimileri dinsel çilecilikle. schopenhauer arzu dünyasından kaçınarak, tarihin büyük zihinleriyle bir araya gelerek ve bedensel zevklerden el çekip düşünerek yapmıştır. bir insanın aktör olduğu kadar gözlemci de olması gerektiği anlamına geliyor bu. insan bütün doğada var olan, her insanın bireysel varoluşuyla kendini gösteren ve kişi artık fiziksel bir varlık olarak yaşamadığında bu gücü geri talep edecek olan yaşam gücünü kabul etmelidir.

göreli mutluluk üç kaynaktan gelir: kişinin olduğu şey, kişinin sahip olduğu şey ve kişinin diğerlerinin gözlerinde temsil ettiği şeyler. schopenhauer bizim ilkine odaklanmamızda ve ikincisiyle üçüncüsüne -sahip olunanlar ve şöhretimiz- güvenmememiz gerektiğinde ısrar eder; çünkü o ikisi üzerinde kontrolümüz yoktur; bizden alınabilirler ve alınacaklardır. aslında sahip olmanın tersine bir etmeni vardır, der; sahip olduğumuz şeyler çoğu kez bize sahip olmaya başlar.