8.10.2008

dinler tarihi

felicien challaye

bilge insan, bildiğinden daha azını biliyormuş gibi görünür.

auguste comte'a göre insanlık birbiri ardınca üç halden geçmiştir: teolojk hal: bunda insan olayların açıklamasını kendisininkine benzeyen ama daha güçlü iradelerle yapar; metafizik hal: bunda insan olayları soyutlamalar ve doğa gücüyle açıklar; pozitif hal: bunda insan olayları, başka olaylarla açıklar.

"yaşadığın sürece gönlüne uy, ölçüsüzce eğlen, gönlünün üzüntüye kapılmasına fırsat verme, arzularını doyuma ulaştır, dünyada olduğun sürece mutluluğu araştır. çünkü hiç kimse malını mülkünü yanında götürmez. buraya gelen hiç kimse de geri dönmez." (harp çalıcının türküsü)

schopenhauer: upanişadları okumak, dünyanın en kazançlı, en öğretici işini yapmak demektir. yaşamımım avuntu kaynağını onları okuyarak buldum ve öleceğim ana kadar bana destek olacak olan, onlardır.

buddha: her iki aşırı uçtan, yani iğrenç ve boş olan bir zevk ve sefa yaşamından da, iç karartıcı ve boş olan bir perhiz ve oruç yaşamından da sakınmak gerekir. bilgiye, gönül rahatlığına, mutluluk dolu bir hiçliğe erişmek için ikisinin ortasından geçen yoldan gitmek gerekir.

yaşam acılarla doludur. evrensel acı varlıkların, nesnelerin, duyguların devamlı olmayışından ileri gelmektedir. her şey geçer, insanın bağlanabileceği hiçbir şey yoktur.

konfüçyüs'ün öğretisi insandaki akla hitap eder. bu öğretide hiçbir gizemcilik, doğaüstü kudretlere hiçbir çağrı yoktur. ölümünden az önce müritlerinden biri dua etme önerisinde bulunur. üstat, şu yanıtı verir: benim duam, yaşamımdır.

yaşamak için para kazanmak gerekir ama, para kazanmak için yaşamamak gerekir.

lévy-bruhl: erkeklerin de kadınların da süs olsun diye taktıkları ne kadar eşya varsa ilkin muska gibi kullanılmışlar, sonra süs haline gelmişlerdir.

kendine yapılmasını istemediğin şeyi başkasına yapma.

başkalarını yargılamaktan kaçınmalıdır. zamanın töresi, zina yapan kadının taşlanmasına izin veriyordu. isa, kadını suçlayanlara şöyle der: "içinizde hanginiz günahsızsa ilk taşı o atsın ona!"

tanrının çevresini saran melekler gibi, şeytanın yanında bulunan iblisler de ilkel animizmin kalıntılarıdır. meleklere tapınış, ilkel animizmin uzantısıdır.

bütün öteki kutsal kitaplar gibi, hristiyanlığın kutsal kitabı da insan elinden çıkmadır.

hristiyan tanrısına karşı birçok güçlü itirazların yapılmakta olduğu da kuşkusuzdur. bir tek insanın -yani adem'in- işlediği günahı bütün insanlara yükleyen; sonra bu zavallı insanlığı bağışlamak için onun hatalarını yüklenecek çilekeş bir kurbana gereksinimi olan; bu özverinin yaratacağı hoşnutluğu elde etmek için bir bakirenin -meryem'in- karnına kendi oğlu -isa- olacak olan tohumu yerleştiren bu yaratan da acayip bir tanrıdır doğrusu!

göksel bir baba'ya olan inanç, bütün gerçekleri tanrısallaştırmak gibi bir zorunluluk doğurmaktadır. insanlığa acı çektiren tüm kötülüklerin, onu küçük düşüren tüm adaletsizliklerin ardında iyi bir niyet bulmak gerekir; bu ise olacak iş değildir.

korunma içgüdüsü insanı yalnız bütün yaşamı boyunca gözetmekle kalmaz; aynı zamanda insanın ölümle yok oluş düşüncesi yüzünden acı çekmesine, bu düşünceye karşı başkaldırmasına da yol açar. insan bu yok oluş düşüncesini nahoş ve aşağılatıcı bularak reddeder. dinlerin çoğunluğu varlığın tümünün ya da bir parçasının ölümden sonra da yaşayacağını ileri sürerek bu kaygıyı yatıştırır.

din, şu üç ilkel eğilimin tinselleşmesi ve sosyalleşmesi ile açıklanır: korunma içgüdüsü, merak, sempati.

her ulusal dinin yarattığı "sürü gururu"nu, kolektif biçimde kendine hayranlığı kabul etmek olanaksızdır.

middle class blues

hans magnus enzensberger


şikayetimiz yok hayattan
işimiz var
karnımız tok
yiyoruz

uzar çimenler
artar ulusal gelir
uzar tırnaklar
büyür geçmiş

sokaklarda işsiz yok
sonuçlar başarılı
sirenler susuyor
geçer bu da

ölüler vasiyetlerini yazmış
yağmur azaldı
henüz savaş ilan edilmedi
acelesi yok

otları yiyoruz
artan ulusal geliri yiyoruz
tırnakları yiyoruz
geçmişimizi yiyoruz

gizlimiz yok
saklımız yok
söyleyeceğimiz yok
var

saatler kuruldu
durumumuz düzeldi
bulaşıklar yıkandı
son otobüs geçiyor

boştur
şikayetimiz yok
daha ne isteriz?

taşra

doris lessing

taşrada, içinde biraz hayat belirtisi olan kızlar, seks delisidir.

taşrada insanlara sizi nasıl tanıdıklarını sormayın bile. can sıkıntısı, dedikoduya en güçlü kanatları takar.

taşrada, çenenizi kapalı tutmayı öğreniyorsunuz.

taşrada eğer genç bir kadın, bir örgüte giriyorsa, erkek arıyordur. taşrada bir kadın, sadece başka bir erkek bulduğu için kocasını terk eder.

taşrada hiçbir şeyi gizli tutabileceğinizi sanmayın.

7.10.2008

"he shot you down bang bang"

lale müldür


seni bir gün en yakının ele verirse eğer
öğren susmasını ve ağlamamasını
bir kavanozun içinde mavi bir gül
yetiştir her gün daha çok yaşayan

bir masalın ağzını kapat ve yat
geniş odalarda
bir oksijen çadırında

ona kötü bir şey olsun istedim
bana âşık olsun istedim

6.10.2008

şarkısı beyaz

yılmaz odabaşı

gerçeğinizden hoşnut değilseniz, yeni bir gerçek olmaya gidersiniz.

bir insan bir işyerine yalnız işgücüyle gelmez; komplekslerini, zaaflarını, kısaca kişiliğini de getirir ve asıl bedeniyle değil, kişiliğiyle çalışır.

jose ortega y gasset: yaşamak, bir ortamın çaresiz tutsağı olmaktır.

sevgiye inanmak değil, sevgiyi yaşamak gerekir. sevgi bir teori değil, pratiktir; inanmamız yetmez, onu ancak hayata, insanlara ve ilişkilerimize taşırsak inandığımızı doğrulamış oluruz.

kendi olduğunda ne çok hayatı yaşar insan, kendi olmadığında ise ne çok ruhsal ölümü ölür!

geçmiş, insanın gölgesidir ve izler, anılar bizi asla terk etmezler.

yapmak istemediği işi yapanlar, konuşmak istemediklerini konuşanlar ve gitmek istemedikleri yerlere gidenler mağdurdur asıl.

mesele yalnız özgürlük değil, asıl o özgürlükle ne yapılacağı, nasıl yaşanacağıdır.

batsam, hapislerde yatsam, düşsem, dağılsam ve her parçamla bir başka yere savrulsam da, kendimden hem bu sistemin işine yaramayacak hem de asla imha olmayacak bir adam yapabilir miyim? ya sistemin işine yaramak ya da imha olmak yerine, hem sistemin işine yaramamak hem de imha olmamak. bu nasıl mümkün olur, bunu düşün, bu derse çalış, diyorum kendi kendime.

"köhne bir odaydık solmuş güllerle dolu." (charles baudelaire)

"ben olanca kuvvetimle
halatlara asılıyorum nafile
ben ayrı düşmüşüm bir kere
ayrı düşmüşüm insanlardan
bu yıldız tutmaz mavilikte
ne deniz ne köpük kar eder bana" (cemal süreya)

albert camus: yaşama umutsuzluğu yoksa yaşama umudu da yoktur.

herkesin hayatında çarmıhta yaşadığı ve kederlerin derin, sarsıcı izler bırakarak geçtiği yıllar ya da dönemler vardır. o dönemlerde hayatımıza ait acıları bütün dünyaya ait sanırız; oysa dünya bizim kederlerimizle değil, hep kendi halinde, kendi seyrindedir.

şarkın beyaz ve kanayan bir gül gibi iner
savrulan sokaklarına ömrümün

kalbinde hiçbir aşkın ateşi olmayana insan mı denir?!

kimse üstlenmediği için acının kıblesi unutulmaktır; çünkü toplumlar belleksiz, acı ise zamanın vicdanında hep öksüzdür.

"korktukça tutsak, ümit ettikçe özgürsünüz." (esaretin bedeli)

umuda tutunmak isteyen, onu kendi içinde bulmalıdır. insanın bilinci neyse umut ettiği de odur; insanın düşleri ne kadarsa umudu da o kadardır çünkü.

milli emlak müdürü

cevdet kudret

süleyman ilk iki denemede işe yarar bir sonuç alamayınca, içinden şöyle bir sendeledi. bu iş için görebileceği iki kişi kalmıştı; bu hesapça, davayı daha şimdiden yüzde elli kaybetmiş sayılırdı; geri kalan yüzde elliyi de kazanacağı şüpheliydi. genç adam, okul müdürünün dediklerini hatırladı; bununla birlikte, "ne olursa olsun, sonuna kadar uğraşacağım, yani hiçbir ümit kalmayıncaya kadar" diye düşündü ve yine dersi olmadığı bir gün, öğleden sonra, milli emlak müdürü'ne gitti.

müdürün kapısı önündeki aralık, bir bekleme salonu haline sokulmuş; ama, gülünç bir bekleme salonu; sağdaki duvarın yanına küçük bir masa konmuş, önünde bir odacı oturuyor; masanın üstünde birkaç kağıt, ucundaki uzunca bir iple masanın köşesindeki çiviye bağlanmış bir kurşun kalem. adam, süleyman'ı görünce önüne bir kağıt çekti, kalemin ucunu tükürükledi, sordu:

"adın?"

"süleyman."

kağıdın üstüne, suyolu oynuyormuş gibi, eğri büğrü, acayip birtakım çizgiler çekti. delikanlı, adının bu hale sokulabileceğini hiç düşünmemişti.

"işin?"

"edebiyat öğretmeni."

bunu yazmak zordu, beş dakika beklemek gerekti.

"niçin görmek istiyorsun?"

"kendisine söyleyeceğim."

"içerde ne kadar kalacaksın?"

"konuşma ne kadar sürerse."

"olmaz."

"niçin?"

"yarım saatten fazla kalınmaz."

"ya konuşma bitmezse?"

"gerisini başka gün gelip konuşursun."

süleyman gülümsemekten kendini alamadı; bu sözümona özel kalem müdürüne kalacağı zamanı söyledi:

"yirmi dakika kalacağım."

adam mırıldanarak yazdı:

"yir..mi..da..ki..ka." sonra, soldaki duvarın önünde yan yana konmuş iki tahta iskemleyi gösterdi:

"otur da haber vereyim." gitti, az sonra haber getirdi: "buyur!"

süleyman girdi. ta dipte, üstü yeşil çuhalı harap bir masanın gerisinde, ufak tefek, karakuru bir adam. kollarını açmış, oturduğu koltuğun iki yanına koymuş; fakat koltuk büyük olduğu için kolları iki yana fazla ayrılmış. o ne poz, o ne kuruluş. koltuğu doldurmaya çalışıyor. yüzü ciddi mi ciddi. ağır ağır konuşuyor:

"buyurun, oturun. görüşmek istediğiniz konuyu bildirmemişsiniz."

"doğrudan doğruya zatıalinize anlatmak istiyorum."

"eğer özel bir iş içinse hiç söylemeyin. özel işleri dışarda konuşuyorum. dairede yalnız resmi işlere bakıyorum."

"liseye ait bir iş için gelmiştim."

"öyleyse dinleyebilirim. buyurun."

süleyman anlatmaya başladı. o konuşurken adam, bitişik odaya açılan sol yanındaki geniş ara penceresinden öbür tarafı seyrediyordu. kulağı süleyman'da, gözü öbür odadaki memurlarda. süleyman anlatıyor:

".. civardaki kasaba ve şehirlerden lisede okumak için gelen bu çocuklar.."

bu sırada odacı kapıyı vurup girdi:

"memur hakkı bey. bir şey sormak istiyormuş. 5 dakika."

hakkı bey girdi:

"efendim" dedi, "belediye adam göndermiş, yarın hesapları kapatıyorlarmış, istimlak işleminin bugün akşama kadar ilzadan çıkmasını rica ediyorlar. şirketin işini yarına bırakıp bugün onu tamamlayayım mı?"

"olmaz!"

hakkı bey çıkarken odacı girdi:

"tosun ağa. emlak sahibi. kağıt imzalatmak istiyor. 3 dakika."

müdür, masanın başında yeniden poz aldı, kollarını koltuğun iki yanına koydu, söylendi:

"gelsin."

tosun ağa kağıdı uzattı.

"bu ne?"

"işlem görmesi için havale edilecek."

"olmaz! yarın gel!"

tosun ağa çıkarken müdür yandaki camı vurup seslendi:

"kemal bey! niçin boş duruyorsunuz? nedir o önünüzdeki kitap? roman mı okuyorsunuz?"

"talimatname okuyorum efendim."

"ha, peki, oku."

kapıdaki odacı yine göründü:

"katip halit bey. 2 dakika."

katip halit bey sarı benizli, perişan kılıklı bir adam. ellerini önünde kavuşturup korka korka rica ediyor:

"çok başım ağrıyor. dayanamayacağım. izin verirseniz gitmek istiyorum."

müdür, adamın kafasını delip içindekini gözden geçiriyormuş gibi yüzüne dikkatli dikkatli baktı, sonra bir tek sözcük söyledi:

"olmaz!"

katip halit bey süklüm püklüm çıktı. milli emlak müdürü, süleyman'a döndü:

"beyim" dedi, "bilmezsiniz burada neler çekerim. her gün türlü insanla karşılaşırım. hepsi önceden bir plan hazırlamıştır, gelir yutturmaya çalışır. bakarım yüzüne, 'bana nasıl bir oyun oynayacak acaba?' diye düşünürüm. ben onlar gibi hazırlıklı olmadığım için her zaman aldanabilirim. iyisi mi, aklımın kesmediği şeye 'olmaz!' der çıkarım işin içinden. çok dikkat etmem gerek. hiç kimseye güvenmeye gelmez. eskiden böyle değildim, insanlara güvenirdim. fakat 7 yıl önce bir veznedar kasayı soyup kaçtı, az kalsın benim başımı da belaya sokuyordu; ondan sonra gözümü açtım. (pencereden öbür tarafı gösterdi) bakın, kasa tam karşımda. veznedar ne alıp ne koysa hemen görürüm."

içerden veznedarın sesi geldi:

"müdür bey, rıfat bey'in yatırdığı teminatı geri verelim mi?"

"ne kadar?"

"2.700 lira."

(biraz düşündükten sonra) "olmaz! yarın ver." (yine süleyman'a dönerek):

"siz öğretmenler ne rahatsınız. eliniz hiç yabancı paraya değmez. ne verirlerse onu yersiniz. sadece derse girer, dersten çıkarsınız. günah işlemenize olanak yoktur. oysa bir veznedar öyle midir? eline bir kasa dolusu para teslim edilmiştir. bu para kendisinin değildir; değildir ama, biraz ihtiyacı oldu mu onu dürtmeye başlar. zavallı adam elini uzatmamak için kendi kendisiyle ne savaşlar yapar. namuslu olmak çok zor şey. öbür memurlar da öyle. bir işi bir gün ileriye almakla iş sahibine kimbilir neler kazandırırlar. işi erken çıkarmak isteyen memurun rüşvet almadığını nerden bileceğim? iyisi mi her işi birkaç gün geri bıraktırırım."

konuşurken ikide bir başını çevirip yandaki odaya bakmaktan geri kalmıyordu. bu sırada ara penceresindeki küçük kanadı açıp birdenbire bağırdı:

"hilmi bey! ne yapıyorsunuz?"

veznedar sükunetle cevap verdi:

"kasayı açıyorum."

"neden?"

"pul paralarını koyacağım."

"haa. peki! koymak olur, almak olmaz. ne kadar?"

"96 lira 20 kuruş."

"peki."

önündeki bir deftere bunu yazdı, daha üstteki rakamlarla topladı, kasadaki son durumu saptadı. sonra başını kaldırdı. süleyman'a:

"gelelim sizin işinize" dedi. "civar kasaba ve şehirlerden liseye okumak için gelen çocukları anlatıyordunuz."

süleyman bunların acıklı durumunu tasvir etti, sonra, milli emlak arasında öğrenci yurdu olmaya elverişli bir yapı varsa onun liseye verilmesini rica etti. milli emlak müdürü, gözleri delikanlının yüzünde, uzun uzun düşündü, sonra cevap verdi:

"olmaz!"

5.10.2008

the godfather

douglas kellner / michael ryan

the godfather filmleri, radikal bir yoruma olanak vermelerinin yanı sıra, kültürel modernleşmeye karşı gelişen muhafazakar tepkiye ve amerikan ekonomik yaşamını günden güne etkisi altına alan korporatif tahakküme dair içgörüler de sunar. ekonomik tema ile antifeminist tema arasında sıkı bir koşutluk vardır. ilk filmdeki ekonomik uyum, kadınların, asli ekonomik vekiller olan erkeklerin bakımını üstlendikleri ikincil konumlara mevzilendirilmeleri ile ayrılmaz biçimde ilişkilidir. gerçekten de bu iki dünya birbirinden itinayla ayrılmıştır. işler, kadınların giremediği karanlık iç odalarda halledilir. bu sahnelerde kamera işleyişi organiktir, birlik ve uyumu telkin eder, ışık genellikle loş ama sıcaktır. bu karanlık odalar ana rahmine benzer. ikinci filmde köklerini terk edip giderek daha gayrı şahsi ve şirketleşmiş bir hal alması onu çöküşe götürecektir.

the godfather, genç bir kadına şiddet uygulanışını göstererek başlar ve bir kadının erkeklere ait imtiyazlı alandan sürülüp atılarak kendisine uygun bir rolde -erkeklere ilgi ve hizmet sunmak- konumlanmasıyla sonlanır. bu iki uğrak derinden ilişkilidir; çünkü kadınları ev içi dünyasına teslim olmak zorunda bırakan şey, erkek şiddetinin kamusal dünyada oluşturduğu tehdittir. himaye elde etmenin bedeli ise ikincil konumlara itilmektir. kadının erkeğe hizmet sunma rolünün kabulü cinsiyet rollerindeki ayrışmayı meşrulaştırarak ve yeniden üretimine katkıda bulunarak, erkeğin, kamusal dünyada hem diğer erkeklere hem de kadınlara karşı şiddet uygulama hakkını verili görmesine neden olur. filmin başıyla sonunun birbirine bağlanmasıyla bir kültürel yeniden üretim döngüsü oluşur.

the godfather'da erkeklerin metaforik olarak yüceltilmelerinin gerçek nedeni kadınlara ve kadın yerine konulmaya (pasif, şiddet dışı, bağımlı vb.) duyulan korkudur. bu korku aynı zamanda, metaforik erkek idealinin, güç sahibi bir kadınla gerçek maddesel bağlantılara ve bağımlılıklara dayanarak kurulduğunu ifşa edebilecek metonimik temsil biçimine duyulan korkuyu da içerir. kadın, her erkeğin ilk özdeşleşmesini yaşadığı ve çocukluk boyunca bağımlı kaldığı kişi -anne- olarak, gerçekte korkunun ürettiği eril patolojinin bir sonucu olarak yansıtılır. kadının dışlanması, eril güçlenme ve bağımsızlığın bir dışavurumu gibi gösterilir. ama kadın erkeğin dünyasından dışlansa bile, erkek üzerinde temelde güç sahibidir. kadının onaylayıcı bakışı olmaksızın, erkeğin kadını dışlayan ve kadının pohpohlayıcı hayranlığını üzerine çeken bu kimliğe, yani eril kimlik denen şeye kavuşması mümkün olmayacaktır. kadının bakışı sadece pohpohlayıcı değildir, anaçtır da. çünkü metaforik kahramanın çerçeve kompozisyonu içindeki gerçek anlamı, küçük bir çocuk-erkektir. kadının varlığı gerçek bir kişi olarak reddedildiğinde bile yüceltilmiş ideal anne olarak ona gereksinme duyulur.

4.10.2008

typee

herman melville

bilinç cennette var olamaz ve bilincin olduğu yer de cennet olarak kalamaz; bilinç ya cennetten kovulmak ya da kaçmak zorundadır.

okyanusun ortasında henüz keşfedilmemiş bir adada yaşayıp beyaz adamla hiç ilişkiye girmemiş olanlara ne mutlu!

eğer medeniyet, sonuçlarından bir kısmına bakılarak değerlendirilecek olsaydı, dünyanın barbar diye nitelenen kısmının olduğu gibi kalması belki daha hayırlı olurdu.

zorluklarla karşılaştığında bir insanın tam yol geri çekilmek, çoktan kat edilmiş yolu düzenli bir şekilde gerisin geriye çevirmek kadar hor göreceği başka bir şey yoktur; hele de macerayı seven biriyse, denenmemiş zorluklardan elde edilecek bir umut kırıntısı bulunduğu sürece, geri çekilmek tarifi imkansız derecede iğrenç görünür.

ateş yakma işi, vahşinin bulunduğu uç nokta ile medeni hayat arasındaki uçurumun ne kadar çarpıcı bir örneğidir! typeeli bir beyefendi, basit bir ateş yakma işine harcadığından çok daha az çaba ve sıkıntı ile bir sürü çocuk yetiştirip hepsine çok saygın bir yamyam eğitimi sağlayabilirken, kibrit sayesinde aynı işi saniyede halleden yoksul bir avrupalı zanaatkar, polinezyalı çocukların babalarına zahmet vermeden etraftaki her ağacın dallarından kopardıkları yiyeceği, açlıktan kıvranan çocuklarına sağlayabilmek için akla karayı seçer.

kulağa garip gelecek olsa da, genç ve güzel bir kadını sigara içmek kadar çekici kılan bir şey daha yoktur.

ilkel bir toplum düzeninde, sayısı az ve basit olmasına rağmen hayatın zevkleri her an'a, her şeye yayılmıştır ve bozulmamış, saf bir haldedir. fakat medeniyet, sağladığı her avantaja karşılık olarak yüzlerce kötülüğü ilerisi için elinin altında bulundurur. insanlığın sefaletinin kabaran faturasının kalemlerini oluşturan düşmanlık, kıskançlık, çekemezlik, aile içi çekişmeler, kibar ve kültürlü hayatın kendi başına sardığı binlerce huzursuzluk, bu sade insanlar tarafından bilinmez.

açlık en iyi sostur.

her tür ölüm saçan aletin icadında gösterdiğimiz şeytani beceri, savaşırken gösterdiğimiz kin duygusu ve bunların peşinden gelen sefalet ve yıkım bile, kendi başlarına medeni beyaz adamı yeryüzündeki en yırtıcı hayvan yapmaya yeter.

biz, din adamlarının yanlış davranışlarını teşhir eden her şeyi, kötü niyetin ya da dine karşı duyguların bir ürünü olarak kabul etmeye yatkınız.

kibar ve entelektüel ölümlülerden oluşan hangi toplum, mantar tabancası patlatmaktan azıcık olsun zevk alır? böyle bir şeyin mümkün olacağını varsaymak bile o insanları öfkelendirmeye yetecekken, typee'nin tüm nüfusu 10 gün boyunca, hem de keyiften çığlıklar atarak, bu çocukça eğlenceyle kendilerini oyalamaktan başka bir şey yapmamışlardı.

bu insanların, herhangi bir şeyle meşgulken, yaptıkları işi müthiş abartmak gibi bir özellikleri vardır. bir iş yaptıkları o kadar nadirdir ki, çalıştıkları zaman bu kadar övgüye değer bir çabanın, etraftakilerin gözünden kaçmadığından emin olmak ister gibidirler. örneğin, iki sağlam adamın kaldırabileceği bir kayayı az öteye taşımaları gerekse, bir sürü kişi kayanın çevresinde toplanır ve epeyce bir boş laftan sonra, her biri bir tarafından tutmaya çalışarak kayayı kaldırırlar ve sanki büyük bir iş yapıyorlarmış gibi oflaya puflaya, bağıra çağıra taşırlar. onları böyle durumlarda gören birinin aklına, etrafına toplandıkları ölü bir sineğin bacağını bir deliğe sürükleyen, bir sürü siyah karınca gelir.

aşırı tembelliklerinden midir, yoksa fazla akıllı olduklarından mıdır, dinsel inancın soyut yönlerini kendilerine pek dert etmezler. ben aralarındayken, inançlarının ilkelerini kurcalayarak açıklığa kavuşturmak için meclisler ya da kurullar topladıkları hiç olmadı. görüldüğü kadarıyla sınırsız bir vicdan hürriyeti hakimdi. isteyenlerin, kocaman burunlu, şişko kollarını göğsünün üzerinde birleştirmiş çirkin bir tanrıya, sarsılmaz inançlarını istedikleri gibi göstermelerine izin verilirken, bazıları da benzerini ne yerde ne de gökte görebileceğiniz, put bile denilemeyecek bir surete tapıyorlardı.

mehevi, reislerin reisi, kabilesinin başı, vadinin hükümdarıydı. vadiye gelişimin üstünden birkaç hafta geçmiş olmasına ve mehevi ile neredeyse her gün görüşmeme rağmen, festival gününe kadar onun hükümdarlığından habersiz olmam, bu insanların toplumsal geleneklerinin sadeliğinin en mükemmel kanıtıydı.

evlilikte, her iki tarafta da, sadakatsizlik çok nadirdir. hiçbir adamın birden fazla karısı, hiçbir olgun kadının ikiden az kocası yoktur. evlilik bağı, artık her ne ise, çözülmez gibi görünmemektedir; zira, zaman zaman ayrılıklar görülür. ama ayrılık mutsuzluğa neden olmaz; ayrılıklardan önce didişme olmamasının tek nedeni de, kötü muamele gören kadın ya da kılıbık kocanın, boşanmak için mahkemeye başvurmak zorunda kalmamasıdır. ayrılmayı engelleyecek bir şey olmadığından, evlilik boyunduruğu rahat ve hafiftir ve typeeli bir kadın kocalarıyla gayet iyi ve dostane ilişkiler sürdürür.

cennet bahçesindeki ilk günahın cezası, typee vadisi'ni pek hafif vurur; zira, bir tek ateş yakma istisna olmak üzere, vadide insanın alnını terleten bir iş yapıldığını görmedim diyebilirim. hele de geçim derdine kendini paralamak diye bir şey bilinmez. tabiat ekmek ağacı meyvesini ve muzu yeşertmiştir ve kendince uygun gördüğü vakit bunları olgunlaştırdığında, aylak vahşi elini uzatıp karnını doyurur.

aç biçareler doğal kaynaklarından bir şekilde koparıldıktan sonra, velinimetleri tarafından kendilerine, çalışıp yiyeceklerini alınlarının teriyle kazanmaları söylenir. ama babadan kalma zenginliğe konan soylu bir beye bile çalışmak, cennetin nimetlerinden bu şekilde mahrum edildiğinde, rahata alışkın yerliye geldiği kadar zor gelmez. tembel bir hayata alışmış olduğundan, istese bile çalışamaz ve yokluk, hastalık, kötü alışkanlıklar, yabancı kökenli her türlü kötülük çok geçmeden sefil hayatına son verir.

typeelerin arasında yaşadığım süre içinde, hiç kimse kamuya karşı bir suçla yargılanmamıştı. gördüğüm kadarıyla, mahkeme ya da yargı yoktu. serserileri ve derbederleri toplamak için zabıta bulunmuyordu. sözün kısası, medeni kanunların aydınlık gayesi olan toplumun saadeti ve güvenliğini sağlamayı amaçlayan kanuni önlem türünden hiçbir şey bilinmiyordu. ama yine de vadide her şey, hristiyan dünyasının en seçme, kibar ve dindar fanilerinin yaşadığı toplumlarda benzeri bulunmayan bir uyum ve sükunet içinde yürümektedir.

bu insanlar en karanlık gecelerde, tüm dünyevi servetleri ortalıkta, kapıları hiçbir zaman kapanmayan evlerinde emniyet içinde uyurlardı. hırsızlık ya da cinayet gibi tedirgin edici düşünceler akıllarının köşesinden bile geçemezdi. her adalı kendi palmiyeden damının altında dinlenir ya da kendi ekmek ağacının altında oturur, kimse onu tedirgin ya da rahatsız etmezdi. vadide bir tek kilit ya da o işi görecek bir şey olmamasına rağmen, yine de mülkiyet ortak değildi. öylesine özenle işlenmiş ve güzelce cilalanmış şu uzun mızrak wormoonoo'nundur. ihtiyar marheyo'nun gözü gibi baktığı mızrağından çok daha güzeldir ve sahibinin en değerli eşyasıdır. buna rağmen, wormoonoo'nun mızrağını korulukta bir ağaca dayanmış olarak görmüşümdür ve arandığı zaman da orada bulunmuştur. işte, üzeri olduğu gibi ustaca yapılmış şekillerle bezenmiş şu balina dişi karluna'nın malıdır ve küçükhanımın süsleri içinde en kıymetlisidir. onun gözünde dişin değeri yakutunkinden fazladır. fakat ağaç kabuğundan örülmüş ipinin ucunda dişten süs, kızın vadinin öbür tarafındaki evinde asılı durur; kapı ardına kadar açıktır ve ev sakinlerinin hepsi dereye yıkanmaya gitmiştir.

insanlığın bütün erdemleri medeniyetin tekelinde değildir; hatta bu erdemlerden medeniyetin payına çokça düşmemiştir bile. bu erdemler, birçok barbar millet arasında daha bol bulunup daha güçlü şekilde gelişirler.

typee vadisi'nde ara sıra görülen ve sokmasa da bezdiren küçük bir sinek türü, ne yazık ki sivrisinekleri aratmaz. kuşların ve kertenkelelerin uysallığı, bu sineğin gözükara cüreti yanında hiç kalır. kirpiklerinizden birine konar ve eğer rahatsız etmezseniz oraya tüner ya da saçınızın içinde veya burun deliğinizin içinde o kadar yol alır ki, beyninizi keşfetmeyi aklına koyduğunu düşünürsünüz neredeyse. bir keresinde, bunlardan bir kısmı tepemde dolaşırken esnemek gafletinde bulunmuştum. ikinci kez esnemedim. beş altı tanesi açık odaya daldılar ve tavanda gezinmeye başladılar; korkunç bir histi. ister istemez ağzımı kapattım; zavallı yaratıklar karanlığa gömülünce şaşkınlıkla damağımda tökezleyerek, aşağıdaki uçuruma yuvarlanmış olmalıydılar. her ne olduysa, bunun ardından bu yolunu kaybetmişlere çıkış yolu sağlamak için şefkatli bir şekilde ağzımı en az beş dakika açık tuttuysam da, hiçbiri bu fırsattan yararlanmadı.

yabancılaşma

ingeborg bachmann


ağaçlarda göremiyorum artık ağaçları
rüzgara yelken açmıyor dalların yaprakları
tat var yemişlerde; ama tükenmiş sevgileri
doyurmuyorlar bile
ne olacak şimdi
orman kaçmakta gözlerimin önünde
ağzı mühürlenmiş yakınımdaki kuşların
döşeğim olabilecek çayır da kalmamış
doymuşum artık zamana
ve içimde zamana susamışlık
ne olacak şimdi

dağlarda ateşler yanacak gece bastığında
yine davranıp yaklaşmalı mı her şeye
yollarda göremiyorum artık yolları

nasruddin

paulo coelho

nasruddin’i, sufi geleneğinin en büyük üstadını davet ettiler. nasruddin, öğleden sonra saat ikide konferansına başlayacağını duyurmuştu. pek başarılı bir gösteri olacağa benziyordu: 1000 kişilik salonda tüm yerler satılmış, dışarıda kalan yedi yüzü aşkın kişi konuşmayı kapalı devre televizyonda izlemeyi göze almıştı.

saat tam ikide, nasruddin’in müritlerinden biri sahneye çıkarak, üstadın elinde olmayan nedenlerle gecikeceğini bildirdi. topluluktan bazıları öfkeyle kalkıp, paralarını geri isteyerek salonu terk ettiler. gene de, konferans salonunun içinde ve dışında bekleyen pek çok kişi kaldı.

saat dördü bulduğunda sufi üstat hala görünürde yoktu. insanlar yavaş yavaş salonu terk etmeye, çıkarken gişeden paralarını geri alarak evlerinin yolunu tutmaya koyuldular. saat altıyı gösterdiğinde, başlangıçtaki bin yedi yüz küsur seyirciden geriye kala kala 100 kişi kadar kalmıştı.

derken nasruddin geldi. zilzurna sarhoş görünüyordu. en ön sırada oturan çok güzel bir genç kadınla flörte koyuldu.

salonda bulunanlar son derece şaşırmış ve öfkelenmişlerdi. kendilerini tam dört saat beklettikten sonra, bir de böyle davranmaya nasıl cüret ediyordu bu adam? homurtular yükseldi; ama sufi üstat, onlara aldırmadı bile. genç kadına yüksek sesle ne kadar seksi olduğunu açıkladıktan sonra birlikte fransa’ya gitmeyi önerdi.

nasruddin, protesto eden seyircilere ağzına geleni söyledikten sonra ayağa kalkmaya çalıştı; ama paldır küldür yere yuvarlandı. seyirciler tiksinti içinde salonu terk etmeye koyuldular. bunun şarlatanlıktan başka bir şey olmadığını, bu aşağılık gösteriyi basına yansıtacaklarını dile getirdiler.

geriye kala kala 9 kişi kalmıştı. öfkeli grupların sonuncusu da salondan ayrılınca nasruddin yerden kalktı. tamamen ayıktı, gözleri parlıyordu. son derece onurlu ve bilgece bir görüntüsü vardı. "beni dinleyecek olanlar sizlersiniz." dedi. "tinsel yolculuğun en zor iki sınavını başarıyla geçtiniz: gereken anı bekleyecek sabra ve karşılaştıklarınızdan hayal kırıklığına uğramayacak cesarete sahipsiniz. sizleri öğrenci olarak kabul edebilirim."

ve nasruddin, kimi sufi yöntemlerini onlarla paylaştı.

3.10.2008

bitiş türküsü

nietzsche


ey yaşamın öğlesi! şenlikli zaman!
ey yaz bahçesi!
huzursuz mutluluk, kararlı, meraklı beklenti
gündüz gece, hazır dostlarımı bekliyorum ben:
nerde kaldınız, dostlar? zamanıdır, zamanıdır, gelin!

sizler için değil miydi, buzullar griliklerini
bugün güllerle bezediler?
dere arar sizi, özlemle bastırır, iter
rüzgar ve bulut, maviliklerle daha yukarı
daha uzak bir noktadan gözlemek için yolunuzu.

en yükseklere kurdum sizler için masamı
kim derinliklerine yıldızların uçurumların
benim gibi böylesine olabilir yakın?
ülkem benim -hani kiminki daha ileri?
kim tattı şimdiye dek balımı?..

işte siz dostlar! -vay bana, yoksa ben değil miyim,
sizin istediğiniz?
-yo, olmaz, hınçlanın biraz -duraksadınız, apışıp kaldınız!
artık, ben değil miyim? değişti mi elim, adımım, yüzüm?
ve sizler için neyim ben dostlar -ne değilim?

bir başkası mıyım? kendime yabancılaşmış?
kendinden çıkıp kaçan?
bir güreşçi sık sık kendi sırtını yere çalan?
sık sık kendi gücünü kendine karşı çevirmiş
kendi zaferiyle yaralanmış ve durdurulmuş?

aradım rüzgarın en şiddetli estiği yeri
öğrendim yerleşmeyi de
kimsenin yaşamadığı, ıssızlıkta, kutup ayısı yöresinde
unutup insanı, tanrı'yı, duayı, bedduayı?
buzullar arasında dolaşan bir hayalci olmayı?

-siz eski dostlar! solgunsunuz! sarsıntıda
aşk ve korku dolu bakın!
işte, yapamıyorsunuz burada, yok, gidin, kızmayın!
-burada uzak buzullarla kayalar arasında-
avcılı olmalı insan, dağ keçisi gibi sırasında.

vahim bir avcıyım ben! bakın nasıl da keskin
eğilmiş yayım benim!
yalnızca en güçlüler eğebilir yayını böyle
tehlikelidir ha, okum, şimdi çekilin
hiç oka benzemez, kaçın, kurtarın canınızı!..

dönüyorsunuz ha? -ey yürek, iyi dayandın
güçlü kaldı umutlarım
yeni dostlar gelebilir, kapıları kapamayın!
girsin eskiler! hatıralar uyansın!
gençtin bir zamanlar sen de, şimdi daha genç insansın!

umut bağı, bizi birbirimize bağlayan
işaretleri okuyan
aşk yazıldı üstüne bir kez solgun
parşömene benzetiyorum, elin
tutmaya çekindiği -yanık kiriyle, uçmuş renginin.

yetti artık dostlar -ne diyeyim ben buna?
yalnızca dostların hayaletleri!
yüreğimden ve penceremden vuruyorlar kapımı geceleri
bakıp söyleniyorlar: "dost değil miydik sana?-
ey porsumuş söz, bir zamanlar gül gibi tazeydin ama!

ey gençlik özlemi, yanlış anlaşılan!
yanıp tutuştuğum
değiştirmek için düşlediğim yakınlarım
eskiyip de çaptan düşen
yalnızca o değişmeli, kalmak için bana yakın.

ey yaşamın öğlesi ikinci gençlikteki zaman!
ey yaz bahçesi!
huzursuz mutluluk, kararlı, meraklı beklenti!
gündüz gece dostlarım hazır, bekliyorum ben
zamanıdır, zamanıdır, nerde kaldınız dostlar? gelin.

bitti türkü -tatlı çığlığı özlemin
öldü dudağımda
bir büyücü yaptı bunu: bir dost tam zamanında
öğle dostu -hayır, sorma bana kim, sakın
orada ikiye bölünen o, öğleyin..

şimdi birlikte zafer kesin
işte şenliğin şenliği:
dost zerdüşt gel, konukların konuğu!
gülsün dünya, yırtıldı perdesi dehşetin
erişti düğünü ışıkla zulmetin.

2.10.2008

ahlakın soykütüğü üstüne

friedrich nietzsche

nerde konuşma varsa, orda dünya bir bahçe gibidir bana.

güzel bir budalalıktır konuşmak. onunla dans ederek geçer insan her şeyin üzerinden.

ruhum bir sevenin türküsüdür.

her sağlıklı ahlak, yaşama içgüdüsünün egemenliğindedir.

mantıklı olmak, gerçeklikten kaçıştır. sokrates akılcılığının temelinde içgüdü gevşekliği ve anarşizm vardır. içgüdülerini denetleyemediği, güçlendiremediği için akla güvenmek zorundadır, yoksa yok olacaktır.

hayranlığımı uyandıran ne var orada? alaycı gülüşü mü? hangi görünüş bana keyif veriyor? hangisi zafer sevinci uyandırıyor bende?

başkalarının kötülüğünü isteme duygusu (sympathia malevolens) insanın normal bir özelliği gibi ileri sürülüyor. vicdanın yürekten evet dediği bir şey olarak! daha da derinlere bakabilen bir göz, belki şimdi bile, insanın bu en eski ve en temelli şenlik sevincini görebilir.

yalnızca soğuk, ölçülü, uzak, kayıtsız değil; adil olmak hep olumlu tavırdır.

adil insan kendisine zarar verenlere karşı bile gerçekten adil olabildiğinde, kişisel hırpalanma, alaya alınma, sanık durumunda kalma karşısında bile, adaletin, yargılayan gözlerin, yüksek, açık, derin olduğu kadar yumuşak bakan nesnelliği bulunmadığında, işte bu yeryüzündeki yetkinliğin ve en üstün efendiliğin bir parçasıdır.

misarşizm: yönetimden nefret, yönetim nefreti, egemen olandan nefret.

hayret, nasıl da tanrılardan yakınıyor bu faniler
yalnızca bizden gelir kötülük derler, oysa bilmezler
yaratırlar akılsızlıklarıyla kendi felaketlerini, yazgılarına karşı

kant: çıkarsız bir haz sunan, güzeldir.

stendhal: güzellik, bir mutluluk vaat eden şeydir.

şimdiye kadar hangi büyük filozof evlendi ki? herakleitos, platon, descartes, spinoza, leibniz, kant, schopenhauer; evlenmediler. üstelik evli olmaları düşünülemez bile! evli filozof komediye aittir. kuralı bozan bir sokrates var, sinsi sokrates, öyle görünüyor ki, acı mizahla yürüttü evliliğini.

felsefecilerin kendilerine özgü türlü dürtülerinin ve erdemlerinin dökümü çıkarılabilir. kuşkuculuk dürtüleri, inkar etme, yargılama, askıya alma dürtüleri, yargı vermekten kaçınan (ephektik) dürtüler, analitik dürtüleri, araştırma, arama, tehlikeye atılma dürtüleri, karşılaştırma, dengeleme dürtüleri, yansızlığı ve nesnelliği isteme dürtüleri, şu hep yasak olana doğru çabalama istemleri. tümünün de en uzun bir zaman boyunca ahlakın ve vicdanın temel taleplerine dönüşeceği anlaşılmıyor mu?

hybris: eski yunan trajedilerinde kahramanların sahip olduğu, haddini bilmez, sınır tanımaz gurur.

bütün iyi şeyler, önceleri kötü şeylerdi. her ilk günah, ilk erdeme dönüşüverdi. örneğin evlilik, uzun süre topluluk haklarına karşı bir günah işleme olarak görüldü. bir kadına sadip olma iddiasında bulunacak kadar haddini bilmez olmak için, erkek bunun kefaretini ödemek zorundaydı.

yeryüzündeki her en küçük adım, madi ve manevi işkenceyle kazanılmıştır.

hasta, sağlıklı için en büyük tehlikedir; güçlünün başına bela, en güçlüden değil de en zayıftan gelir.

incuria sui: kendine özen göstermeme.

bugün hangi akıllı insan kendisi hakkında tek dürüst bir söz yazabilir? kendi canını tehlikeye atanların kutsal düzenine ait olmaktır bu. richard wagner kendi yaşam öyküsünü yazmak için söz verdi. kuşku yok, kurnazca yazılmış bir yaşam öyküsü olacaktır bu.

kim akademisyenlerle bir arada bulunmuşsa, zararsız bir sözcüğün onları nasıl derinden yaraladığını bilir; tam da onu onurlandırmak istediğinizde bir akademisyen dostunuz çileden çıkabilir; sadece, gerçekten kimle ilişkide olduğunuz konusundaki dikkatsizliğiniz onu küplere bindirebilir, kim olduğunu kabule yanaşmayan, kendini uyuşturmuş, kendinin farkında olmayan acı çeken biridir o, tek bir şeyden korkar: yeniden bilincine kavuşmaktan..

bütün büyük şeyler kendi yıkımlarını, kendilerinin üzerine yükselme edimiyle sağlarlar.

herhangi bir anlam, anlam yokluğundan daha iyidir.

jfk

oliver stone

"bir vatansever, devletine karşı ülkesini savunmaya daima hazırlıklı olmalıdır."

vietnam savaşı sırasında, güneydoğu asya'da 2 milyon asyalı, 58.000 amerikalı öldü, 220 milyar harcandı, 10 milyon amerikalı ticari hava taşıtlarıyla savaşa gönderildi, 5.000'den fazla helikopter kayboldu, 6,5 milyon ton bomba atıldı.

halkına yalan söyleyen bir hükümet korunmaya değer mi? kimseye güvenemez hale gelmişseniz, gerçeği söyleyemiyorsanız burası tehlikeli bir ülke olmuş demektir. dünya yıkılsa da, adalet yerini bulmalı.

lee harvey oswald kendini kafka'nın dava'sındaki joseph k. gibi hissetmiştir. tutuklanma nedeni ona hiç söylenmedi. görünmeyen kuvvetlerin onu hedef aldığını bilmiyordu. polis karakolunda, polis memuru olan tippit'in cinayetiyle suçlandı. kendini savunma hakkı tanınmadı. sorgulama kayda geçirilmedi. ertesi sabah güneş doğduğunda başkanı öldürmekle suçlanıyordu. medyanın da pompalamasıyla, bütün ülke onu suçlu kabul ediyordu. bayan jackie kennedy'yi mahkemede ifade verme zahmetinden kurtarmaya gönüllü vatansever kulüp sahibi kisvesinde jack ruby polisin içindeki adamları tarafından bir garaja sokuldu. oswald kurbanlık koyun gibi dışarı çıkarıldı ve bir halk düşmanı olarak temiz bir biçimde bertaraf edildi. kimsesizler mezarlığına gömülmüş lee harvey oswald için kim üzülür ki? kimse. oswald hakkında yanlış beyanlar ve basına sızan bilgiler dünyaya yayılır. resmi efsane yaratılmıştır, basın da bunu devam ettirir. resmi yalanların yaldızı ve jfk'nin cenazesinin destansı ihtişamı hepimizin gözlerini bağlar ve akıllarımızı karıştırır.

adolf hitler şöyle demişti: "yalan ne kadar büyük olursa insanlar da o kadar kolay inanır."

ilgi çekmek isteyen ve başkanı öldürerek muradına eren lee harvey oswald, bu deli ve yalnız adam, uzun bir kurbanlar zincirinin ilk halkasıydı. bunun ardından bobby kennedy, martin luther king gibi değişime ve barışa bağlılıkları yüzünden savaş tutkunlarının cephe aldığı insanlar da peş peşe yine böyle yalnız ve deli adamlar tarafından öldürülecekti. cinayeti, bir delinin anlamsız eylemi gibi göstererek her suçtan sıyrılan kişiler. hepimiz ülkemizin hamlet'leri olduk, katledilen önderimizin, babamızın çocuklarıyız. onun katilleri ise tahtı ele geçirmiş. john f. kennedy'nin hayaleti, bizi amerikan rüyasının ortasındaki gizli cinayetle yüzleşmeye davet ediyor. dehşet verici soruları bize dayatıyor: anayasamızın ilkeleri nedir? hayatlarımızın değeri nedir? adalet kılını bile kıpırdatmazken bir başkanın şüpheli bir şekilde bir cinayete kurban gidebildiği bir demokrasinin geleceği nedir? kalp krizi, intihar, kanser, uyuşturucu koması kisvesi altında daha kaç siyasi cinayet işlenecek? iç yüzleri ortaya çıkmadan daha kaç uçak ve araba kazası olacak? "ihanetten gelmez hayır" demiş bir ingiliz şairi. "nedeni var elbet. çünkü gelirse hayır, hiç adı olur mu ihanet?"

amerikan halkı daha zapruder filmini görmedi. neden? amerikan halkı daha hakiki röntgenleri ve otopsi fotoğraflarını görmedi. neden? yüzlerce belge bu komployu kanıtlamaya yardımcı olabilir. neden bunlar hükümet tarafından saklanıyor ya da yakılıyor? sıradan insanlar bu soruları sorup kanıt istediğinde yukarıdan gelen cevap hep aynı: ulusal güvenlik. önderlerimizden yoksun bırakılıyorsak bu nasıl bir ulusal güvenliktir? nasıl bir ulusal güvenlik halkın temel gücünü elinden alıp amerika'da bir devlet içinde devletin üstünlüğünü tanır? ulusal güvenlikten anlaşılan buysa gerçekte ne olduğu her haliyle ayan beyan ortada. adını koyabilirsiniz: faşizm!

22 kasım 1963'te olanlar bir hükümet darbesiydi. doğurduğu en dolaysız ve trajik sonuç da kennedy'nin vietnam'dan çekilme kararının tersine döndürülmesi olmuştur. savaş, amerika'daki en karlı iştir. yılda 80 milyar dolar getirir. başkan kennedy, devletimizin üst düzeyinde planlanan, pentagon ve cia'nın gizli operasyon merkezlerindeki fanatik ve disiplinli soğuk savaş uzmanlarınca uygulanan büyük bir komploya kurban gitmiştir.

bu ortalık yerde uygulanan bir infazdı ve dallas polisindeki, gizli servisteki, fbi'daki ve beyaz saray'daki benzer kafada insanlar tarafından örtbas edildi. bu iş, olaydan sonra suç ortağı haline gelen j. edgar hoover'ı ve lyndon johnson'ı da kapsıyor. suikast, başkan johnson'ı geçici bir memur düzeyine indirgedi. başkanın görevi mümkün olduğu kadar sık ulusun barış arzusundan söz etmekti; oysa kendisi askeriyenin ve anlaşmalı şirketlerinin kongre'deki ticari temsilcisi gibi davrandı.

eğer çocukluk günlerimize dönersek sanırım o zamanlar çoğumuz adaletin otomatik olarak geldiğini sanırdık. iyilik yaparsan iyilik bulacağını. iyinin kötüyü yeneceğini. ama yaşlandıkça anlıyoruz ki, bunlar doğru değil. tek tek bireyler adaleti uygulamak zorunda ve bu hiç de kolay değil çünkü gerçekler, iktidar için bir tehdit oluşturuyor ve insan kendi hayatı pahasına iktidarla savaşmak zorunda kalıyor.

gerçek, sahip olduğumuz en önemli değerdir; çünkü hayatımızdan çıkarsa, devlet gerçeği örtbas ederse, bu insanlara saygı duyamazsak, o zaman burası doğduğum ve ölmek istediğim ülke değil demektir.

alfred tennyson şöyle yazmış: "iktidar, ölen bir krala sırtını döner." kennedy için bundan daha doğru bir şey söylenemez. onun öldürülmesi muhtemelen bu ülkenin tarihindeki en korkunç anlardan biriydi.

yatırım

irvine welsh

önüne çıkan her fırsatta yatırım yapmalısın, amına koyayım. işin sırrı bu; kazananları kaybedenlerden, gerçek iş adamlarını, gazetelerde ve televizyonda nasıl işe sıfırdan başladıkları, tırnaklarıyla kazıyarak buralara geldikleri bokunu anlatarak kafanızı ütüleyen cinsten herifleri el arabası iten boşboğaz dangalaklardan ayıran şey bu işte.

çünkü elini çabuk tutup sermayeni yatırıma dönüştürmezsen -sermaye sahibi olacak kadar şanslıysan tabii- cesur olup risk almazsan bütün fırsatları kaçırırsın. sonra da bütün gün barda oturup sızlanarak yaşlanırsın ya da daha kötüsü taş piposuna veya mor folyoya takılıp kayarsın.

medya bizi devamlı başarı hikayesi denen o zırvalıklarla sıkboğaz eder; ama gerçek hayatta bunların yalnızca buzdağının görünen kısmı olduğunu biliyoruz, başaramayanları da görüyoruz işte. bir bara tıkılmış yanlarındaki götlere eğer o laleler, o pislikler, o götverenler olmasaydı köşeyi dönmüş olacakları martavalını anlatır durur, istediklerinde en tepeye çıkabilecekleri yalanına inandıkları için kendilerinden başka herkesi suçlarlar.