17.03.2013

zihnin yüksek ülkesinde

robert maynard pirsig

eğer insan bilgisinin, bilinen her şeyin koskoca bir hiyerarşik yapı olduğuna inanılıyorsa o zaman zihnin yüksek ülkesi genel, en soyut anlamda, bu yapının en üst erimlerinde bulunur.

oraya çok az insan yolculuk yapar. maddi dünyanın bu içinde bulunduğumuz yüksek ülkesi gibi, burada gezmenin hiçbir gerçek kazancı yoktur; bazı kişiler için ise bu yolculuğun, cefasını çekmeye değer kılan, kendine özgü sert bir güzelliği vardır.

zihnin yüksek ülkesinde belirsizliğin yeğin havasına, soruların ve bu sorulara önerilen yanıtların korkunç büyüklüğüne alışmak gerekir. alan, aklın alabildiğinin de ötesine öylesine gider, gider, gider ki orada kaybolmak ve asla çıkış yolunu bulamamak korkusu yüzünden insan oraya yaklaşmaktan çekinir.

hakikat nedir ve ona sahip olduğunuzu nasıl bilirsiniz? gerçekten biz bir şeyi nasıl biliriz? bilen bir "ben" ya da bir "ruh" var mıdır; yoksa bu ruh yalnızca, duyguları düzenleyen hücreler midir? gerçeklik aslında değişen bir şey midir; yoksa değişmez ve sürekli midir? bir şeyin anlamı şudur dendiğinde bununla ne demek istenir?

bu yüksek sıradağlarda zamanın başlangıcından bu yana pek çok iz bırakıldı ve silindi; bu izlerin anıştırdığı yanıtlar kendilerinin kalıcı ve evrensel olduklarını savunmuşlarsa da uygarlıklar farklı izleri seçmişlerdir ve aynı sorunun, her birinin kendi koşullarında doğru olduğu düşünülebilecek birçok farklı yanıtları vardır. tek bir uygarlık sürecinde bile eski izler sürekli kapanıp yenileri açılmıştır.

zaman zaman, gerçekte ilerleme olmadığı savunulur; kitle savaşlarıyla çok sayıda insanı öldüren, karaları ve okyanusları daha çok atıkla kirleten, zorlama mekanik bir varoluşa tabi kılarak insanların değerini yok eden bir uygarlığın, yalnızca avcılık, toplayıcılık ve tarımın var olduğu tarih öncesi çağlara göre ilerleme sayılabilmesi çok zordur denir. ama bu düşünce, romantik bir çekiciliği olmasına karşın yararsızdır. ilkel kabileler bugünün modern toplumuna göre insana çok daha az bireysel özgürlük tanımıştır. antik dönemlerdeki savaşların, modernlerine göre çok daha az ahlaki gerekçesi vardı. atık üreten bir teknoloji bunları doğaya zarar vermeden atmanın yollarını da bulabilir ve buluyor. ve okul kitaplarında ilkel insanı gösteren resimler bazen onun ilkel yaşamının kötü yanlarını göstermez -acı, hastalık, kıtlık, yalnızca sağ kalabilmek için harcanması gereken ağır emek. salt hayatta kalabilmek için uğraşma tasasından bugünkü modern yaşama geliş, ilerlemeden başka bir şeyle tanımlanamaz ve bu ilerlemenin tek nedeni de çok açıkça aklın kendisidir.

hipotezleri, deneyleri, sonuçlarıyla hep yeni materyallerle yinelenmiş gerek formel gerekse enformel işlemlerin, ilkel insanın düşmanlarının çoğunu saf dışı bırakan düşünce hiyerarşisini yüzyıllar boyunca nasıl oluşturduğu görülebilir. akılcılığın romantiklerce kınanmasının kaynağı biraz da akılcılığın, insanı ilkel koşullardan kurtarmada çok etkili olmasından kaynaklanmaktadır. akılcılık, uygar insana özgü öyle güçlü, her şeye öylesine baskın çıkan bir etkendir ki öteki tüm şeyleri gölgede bırakmış ve sonunda insanın kendisine de egemen olmuştur. sorunların kaynağı da budur.