13.10.2019

akıl hastanesi

andre breton

öteki üniformalardan ne fazla ne az iğrenç olan hasta gömleğinin iğrençliğinden; hatta böylesi bir ortama uyum sağlamak için gerekli gayretten gelen bir fark; öyle ya burası da bir ortam alt tarafı, bir ölçüde sizi uyum sağlamaya iten bir ortam.

hapishaneler nasıl suçlu üretiyorsa akıl hastanelerinin de deli ürettiğini herkes bilir, bunun için ille de akıl hastanesinde yatmaya gerek yoktur. en hafif bir suç yüzünden, genel anlayışa ya da hoşgörüye karşı en ufak bir ihmal yüzünden, kim olursa olsun herhangi bir kişiyi kendisi gibi başkalarının yanına tıkan, toplumsal değerleri koruma aygıtları denilen şeylerden daha iğrenç bir şey var mıdır dünyada? bu kişilerin kendi benzerleriyle yan yana tutulması zarardan başka bir şey getirmez ona; üstelik kendisininkinden daha oturmuş bir ahlaksal ve pratik anlayışta olanlarla ilişki kurmaktan da mahrum eder onu.

gazetelerin yazdığına göre son uluslararası psikiyatri kongresinde, daha ilk oturumda, tüm delegeler, eskiden manastıra girildi mi nasıl bir daha hiç çıkılmaz idiyse bugün de akıl hastanesine bir girildi mi bir daha çıkılmayacağına dair yaygın kanının ısrarla süregelmekte olduğu görüşünü çürütmek için fikir birliğine varmışlardı. halk arasındaki bir yaygın kanı da akıl hastanesiyle hiçbir alışverişi olmayan ya da orada yapacak hiçbir şeyleri olmayan kişilerin yaşam boyu akıl hastanesinde tutuldukları, inandırılmak istendiğimiz gibi toplum güvenliğinin hiç de öyle tehlikede olmadığıdır.

ruh hekimleri bağırıp çağırdılar, iyileştirip taburcu ettikleri iki vakanın üzerinde önemseyerek durdular; ancak bunun yanında da büyük gürültü patırtıyla özellikle bazı ağır hastaların, hasta olmadığı sanılıp ya da erken taburcu edilmesiyle topluma geri dönüşlerinin doğurduğu felaket örnekleri vermekten de geri kalmadılar. böylesi maceralarda kendi sorumlulukları da az ya da çok devreye girdiğinden, en ufak bir kuşku duyduklarında çekimser kalmayı yeğ tuttuklarını anlatmaya çalışmaktaydılar.

akıl hastanelerinin öyle bir havası var ki, içinde barındırdığı kişiler üzerinde en delirtici, en zararlı etkiyi yapmaktan geri kalmaz; hatta bu, hastayı akıl hastanesine götüren başlangıçtaki hastalığının daha da ilerlemesi şeklinde olur. her türlü itiraz, her protesto, yapılan muameleyi kaldıramama, ortama uyumsuzluk damgasıyla damgalanmanızla sonuçlanmaktan başka bir işe yaramaz.

ne denli çelişkili görünürse görünsün, hastane ortamında bile sizden uyumlu bir sosyal varlık olmanız istenir. üstelik bu, işleri daha da sarpa sardırır; size karşı yeni bir semptomun, tepkinin oluşmasından başka bir yararı yoktur. bu tepki öyle bir tepkidir ki, günün birinde iyileşme olasılığınız bulunsa bile, buna engel olmak bir yana, hiç değilse hastalığınızın, ilerlemeden, aynı durumda kalmasına, hızla ağırlaşmamasına bile olanak tanımaz.

buradan, akıl hastanelerinde, hastaların rahatsızlıklarının trajik bir biçimde hızla ve ani şekilde ilerlemesinin nereden kaynaklandığı daha iyi anlaşılır; bu hızlı ilerleme tek bir rahatsızlığın ilerlemesi de değildir üstelik. akıl hastalıkları konusunda, neredeyse kaçınılmaz olan işte bu had safhadan akuta doğru gidiş sürecini açığa vurmakta yarar vardır.

psikiyatrinin olağandışı ve gecikmeli bir çocukluk dönemi geçirdiği ortadayken, bu koşullarda, hiçbir düzeyde, tedaviden söz etmenin en ufak bir anlamı yoktur. o bir yana, bunun en kılı kırk yaran ruh hekimlerinin bile hiç umrunda olmadığını düşünüyorum. yaygın kanıya göre, artık keyfi akıl hastanesine tıkma uygulaması ortadan kalkmıştır, bir itirazım yok buna; çünkü nesnel bir saptamaya ihtiyaç gösteren ve toplum içinde görüldüğü, ortaya çıktığı anla birlikte, bir delilik niteliği kazanan anormal bir davranış, öteki tutuklamalara, içeri atılmalara göre bin kez daha korkunç olan içeri tıkılmaların temeli, kökenidir. ancak bana göre tüm içeri atılmalar keyfidir. bir insanoğlunun özgürlüğünden mahrum edilebilmesine hiçbir neden bulamıyorum.

sade'ı içeri tıktılar; nietzsche'yi tıktılar; baudelaire'i tıktılar. bir gece vakti gelip sizi gafil avlayarak, üzerinize deli gömleğini geçirmek ya da herhangi başka bir biçimde sizi zaptetmek gibi bir yöntemin, usulca cebinize bir tabanca sokuşturmaya dayanan polis yöntemlerinden hiçbir farkı yoktur.

bildiğim bir şey varsa o da eğer deli olsam, bir süredir içeri atılmış olsam, hastalığımın bir gerileme döneminden yararlanarak, karşıma çıkacak ilk kişiyi, tercihen bir hekimi, kılım bile kıpırdamadan öldüreceğimdir. hiç değilse böylelikle, ajite hastalar örneği, yalnız başıma bir hücreye konulmak gibi bir kazancım olurdu. belki rahat da bırakırlardı böylece beni.

gölgede yürümek

doris lessing

insanı en çok küçük şeyler rahatsız eder.

insanın hiçbir şekilde kontrol edemediği bu süreçten daha acımasız hiçbir şey yok.

mevcudiyetlerini aşırı yoksulluktan çekip çıkartmış insanların, kendilerini ayrıcalıklı hissetmeleri için epey zaman geçmesi gerekir.

arthur c. clarke: tarihin çok özel bir anında yaşıyoruz, bunlar tek gezegen halkı olarak insanlığın son günleri.

zaman bir insanın hayatının farklı dönemlerinde farklıdır. otuzlarınızdaki bir yıl, bir çocuğunkine kıyasla (ki onunkisi sonsuz gibidir) çok kısadır, ama kırklarınızdakine kıyasla uzundur; yetmişlerdeki bir yıl ise göz açıp kapamak gibidir.

konstantin tsiolkovsky: dünya insanlığın beşiğidir; ama sonsuza dek beşikte yaşayamazsın.

çoklukla acıklı şeyler insanı güldürür.

bir noktada aşk yüzünden acı çekmemiş hiç kimse yoktur.

duygusallıkla zalimlik kardeştir. zalimlik çoğu zaman yapmacık bir gülümseme taşır.

güven içinde söyleyebilirim ki insanın başına bir politik sürgün grubuna girmekten daha kötü bir şey gelemez.

geçici bir duygu gölgesi, küçücük bir bulut, on yıl sonra, kendinizle ilgili, başkalarıyla ilgili, bir dönemle ilgili bir aydınlanma fırtınasına dönüşebilir.

duygusallık genellikle aşırı zalimliklerle beraberdir veya buna yol açar.

sürgündeki grupların birbirlerinden kuşkulanarak kendilerine zarar vermeleri için içlerinde ajan hatta geçici bir ajan bile bulunmasına gerek yoktur.

gençliğin çok zevkli melankolileri derinleşerek tehlikeli, zehirli bir şeye dönüşebilir.

tiranlığa karşı korunmak için yapılması gereken, her zaman olduğu gibi, bireyselliği artırmak, bireysel sorumluluğu güçlendirmek ve birini yetkilendirmemektir.

darbe değil de yara olan, yavaşça yayılan, gözden ıraklaşan, aslında hiç solmayan ölümler vardır.

caza veya blues'a kapılıp duyarlılık değişimi yaşamayan hiç kimse yoktur.

kötülükten daha kolay bir şey yoktur ve birisi hakkında kötüleyecek bir şey bulmak için ona iyice bakmak yeterlidir.

insanoğlunun aklı felaketi unutmak üzere ayarlanmıştır.

ayrıca yaşayan herkesin çamurda kökleri vardır: bu bir insanlık koşuludur. dostlarımızı eleştirme konusunda çok başarılıyız, ahlaki zayıflıkları ortaya çıkarmakta üstümüze yoktur.

metropollerin en büyük zevki, birbirlerini tanımak istemeyebilecek insanlarla tanışmaktır.

gerçek katıdır, acıdır, kanlıdır ve gerçeklik acı ve sıkıntıdır. en iyi insanlar bu gerçeği bilir. en kötüleri, gerçeği kabul etmeyi reddeden kayıtsız budalalardır.

ahlaki öfkenin arkasında her zaman kıskançlık gizlidir.

bazen, muhtemelen abartılacağı için bir şeyden hiç bahsetmemekle, gerçek adına anlatmak arasında seçim yapmak gerekir.

kimi insanların ölümleri katiyen doldurulamaz boşluklar bırakır.

gün ışığındaki yaşamdan dışlanmış garip ve mantıksız dünyalar cennet ve cehennemin aleviyle vahşice aydınlanır. bu dışlanmadan biz zararlı çıkarız.

her kitlesel politik hareket insan davranışlarındaki en kötü yanları ortaya salar ve hayranlıkla seyreder. en azından bir süre.

yaratıcı insanların genç yaşta sevgiden yoksun kalmalarından daha kötü bir şey yoktur. tekrar tekrar ve şiddetli bir şekilde, ulaşılamayacak kişilere âşık olurlar. bazıları hayatlarını erişilemeyen aşklarla romantik hayaller kurarak geçirirler. yine de, sonunda birilerini buldukları zaman, çok iyi, çok akıllı ve -en önemlisi- çok komik sevgili olurlar.

bazı insanlar felaket adını taşıyan yürüyen merdivene biner ve bir daha inemezler.

12.10.2019

tenimin altında

doris lessing

hatırladığın şeylerin, hatırlamadıklarından daha önemli olduğunu nereden biliyorsun?

lütfen unutmayın, kralın çıplak olduğunu görebilme yeteneği, diğer niteliklerinin fark edilmediği anlamına gelebilir.

yoğun fiziksellik, çocukluğun gerçeği budur.

dünyadaki hiçbir nefret, küçük bir çocuğun çaresiz öfkesi kadar şiddetli değildir.

tabiat insana çocukluğunun ilk yıllarını unutturmakla ne yaptığını biliyor.

becerikli insanlar beceriksizliği anlamazlar, akıllı insanlar aptallığı anlamazlar.

lakaplar insanlara hadlerini bildirmenin etkili bir yoludur.

gururlu anne babalar genellikle ilk bebeklerinde teorilerle dolu olurlar.

gazeteciler veya tarihçiler geçmişle ilgili bir şey sormaya geldikleri zaman en zor an, onların yüzünde, "buna nasıl inanabildiniz?" ya da bunu nasıl yapabildiniz?" anlamına gelen ifadeyi gördüğüm an oluyor. gerçekler kolaydır. anlaşılması zor olan, bu gerçekleri mümkün kılan atmosferdir. "bakın, biz buna inanmıştık." (o zaman epeyce şapşalmışsınız!) "hayır, anlamıyorsunuz, çok ateşli bir dönemdi." (demek ateşli diyorsunuz!) "o dönemin zehirli havasını solumadan bunu anlamanın zor olduğunu biliyorum."

hayat, birinin, "sen yukarı çıkmıyor musun tayler?" diye sorması kadar şanslı bir olaya bağlı.

popüler olmayan görüşleri çok uzun süre savunan insanlar rahatsız edici, fanatik, paranoyak hale gelirler.

bugünlerde seksten bahsetmeden bir evliliğin bitişini anlatamazsınız.

balzac: eğer bir erkek ardışık akşamlarda karısını iki farklı şekilde tatmin edemiyorsa, çok erken evlenmiş demektir.

"tenimin altındasın
yüreğimin ta içinde
öylesine içinde ki benim bir parçam oldun
tenimin altındasın
denedim teslim olmamayı" (cole porter)

"yumurta kırmadan omlet yapamazsınız."

insanın hiçbir şekilde kontrol edemediği bir süreçten daha acımasız hiçbir şey yok.

en güçlü fikirler, kesin gözüyle bakılanlardır.

utangaçlık kabuklarını kırıp dışarı çıkmakta zorlanan erkekler, yatakta yatan hasta kızlara iyi davranmaktan keyif alırlar.

önce sessiz kalarak, sonra da birkaç belirleyici sözle araya girerek insanları etkilemekten daha kolay bir şey yoktur.

her yerde, dünyanın her tarafında sessiz bir acı, mutsuzluk çölleri..

alay etme maksatlı vurgulu ritimle okunmaya çok az şiir katlanabilir.

hafıza büyük bir komedi ustasıdır.

acı veren, hatta korkunç bir olay yıllar sonra gayet saçma görünebilir.

her grup, hangi konuyla ilgilenirse ilgilensin, nasıl başlarsa başlasın, dini veya mistik bir gruba dönüşür.

"hiçbir zaman yeterince altın takmış olamazsınız."

yirmilerindeki insanlar, arkadaşlarının (düşüp kalktıkları maceraperestlerin, bu çoğunlukla yönsüz, hünersiz veya devrimci dostların veya oyun arkadaşlarının) gün gelip de şehrin ileri gelenleri olarak dünyayı yöneteceklerine zorlukla inanırlar.

çocuklar

behçet necatigil


çarşılarda bir şey
biz pek aramazdık çocuklar olmasaydı

kasaplarda manavlarda bazı yorgun kadınlar
hep de tenha saatleri seçerler
sonra yavaş bir sesle
çocuk için hasta kaç gündür yemiyor
biraz et biraz meyve isterler

sevdiği bir reçeli günaşırı yalnız ona
kaşıklarla beraber büyür bir üzüntü
yağların şekerlerin çayların
uykularda bile bitiyorsa
annelere düşündürdüğü

insanlara tezgahlara kağıtlara kolaydı
biz bu kadar eğilmezdik çocuklar olmasaydı

don kişot

cervantes

herkes kendi evinde kraldır.

fazilet, nerede olursa olsun, yüksek derecede bulunduğu zaman ezilmeye çalışılır.

zamanın silmediği anı, ölümün dindirmediği acı yoktur.

gerçek incelse de kopmaz ve zeytinyağının suyun üstüne çıktığı gibi, daima yalanın üstüne çıkar.

"talihin iyiyse arkadaşın çok olur."

şiir kitapları ne kadar büyük dikkat ve beceriyle çevrilseler de, doğdukları dilde taşıdıkları değere erişemezler.

aşk her şeyi eşit kılar.

onun saçları altın, alnı cennet bahçesi, kaşları gökkuşağı, gözleri birer güneş, yanakları gül, dudakları mercan, dişleri inci, boynu kaymaktaşından, göğsü mermerden, elleri fildişinden, teni kar kadar beyazdır.

şeref ve meziyetler ruhun süsüdürler.

umutlarımı ispanya'nın en yüksek mevkisiyle değişmem.

kendini alçaltanı tanrı yüceltir.

dünyada bir savaşı kazanmak, düşmanını yenmek kadar büyük bir mutluluk yoktur.

bir kapının kapandığı yerde, bir başkası açılır.

şehvetin tatmin olmasıyla birlikte, en büyük haz, tatminin bulunduğu yerden ayrılmaktır.

yeryüzünde insanın kaybettiği hürriyetine kavuşması kadar büyük bir mutluluk yoktur.

çalışkanlık iyi talih doğurur.

çok doğrudur, adaletlidir
pahalıya satması aşkın şöhretini
çünkü daha değerlisi yoktur
onun paha biçtiği mücevherden
herkesin bildiği açık bir şey bu
ucuz şey nasibini alamaz değerden

iyi hiçbir tarafı olmayacak kadar kötü kitap yoktur.

iki tür güzellik vardır: ruh güzelliği ve vücut güzelliği. ruh güzelliği akılla, namusla, dürüstlükle, cömertlik ve terbiyeyle kendini gösterir.

"hiçbir altın özgürlüğün bedelini ödeyemez."

bir meleği sevdiğini zannediyor
bir maymunu sevdiğinde

bu dünyada en güzel katık açlıktır; yoksullarda açlık hiçbir zaman eksik olmadığı için de, her yedikleri lezzetli olur.

ekmek her acıyı dindirir.

erdemli ve seçkin bir insanı en çok mutlu etmesi gereken şeylerden biri, hayattayken, kendini kitap halinde basılmış ve iyi şöhretli insanların dilinde gezer görmektir.

11.10.2019

tanrının krallığı

john fowles

tanrının krallığı bir gereklilik değildir. eğer bir şeyin olması gerekiyorsa, isa'nın orada yeri yoktur. bir fahişenin her zaman bir fahişe olarak kalması gerekir: isa'nın burada yeri yoktur. erkeğin kadını her zaman idare etmesi gerekir: isa'nın burada yeri yoktur. çocukların açlıktan ölmeleri gerekir: isa'nın burada yeri yoktur. bütün insanların doğuştan itibaren ıstırap çekmeleri gerekir: isa'nın burada yeri yoktur. bu dünyanın ışıkları altında görülen hiçbir gereklilikte, isa'nın yeri yoktur. bu dünyanın günahlarından ötürü kapatıldığı mezardır bu, karanlıktır.

10.10.2019

çatışma

karl marx / friedrich engels

insanlığın günümüze kadar olan tarihi, sınıfların çatışmasının tarihidir. efendi ile köle, patriçi ile pleb, derebeyi ile serf, lonca ustası ile kalfa, kısacası ezenle ezilen sürekli bir çatışma içinde bulunurlar. bu, bütün toplumun değişmesi ya da çarpışanların silinmesiyle sonuçlanan, bazen açık bazen kapalı olarak yürütülen ve ardı arkası kesilmeyen bir çatışmadır. derebeylik toplumunun yıkıntıları üstünde yükselen modern burjuva toplumu da bu çatışmayı ortadan kaldırmadı. eskilerin yerine yeni sınıflar, yeni baskı ve zulüm koşulları, yeni savaş biçimleri koymakla kaldı. bununla birlikte, çağımız yani burjuvazinin çağı, şu ayırıcı özelliği taşıyor: bütün toplum gitgide birbirine karşıt iki geniş kampa, doğrudan doğruya birbirine düşman iki büyük sınıfa ayrılıyor: burjuvazi ve proletarya.

9.10.2019

burukluk

murathan mungan

neden hep bir hüzün, hep bir burukluk anımsanır; yollarından, yanlarından geçerken kentlerin, küçük kasabaların? havada bir top asılı kalır sanki. ip atlayan bir kız havada, koşuşan çocuklar, bisikletli delikanlılar, seyyar satıcılar, balkondaki çiçekleri sulayanlar, çamaşır asanlar, her şey, her şey havada.. ve sanki her defasında geri dönsek, dönebilsek kaldıkları yerden sürdüreceklerdir hayatı. bütün hayatı tutmak isteriz, hepsi kaçar avucumuzdan. yalnızca başkalarınınki değil, en başta kendi hayatımızdır kaçan. bütün kentlerde, bütün ülkelerde, bütün hayatlarda olma isteği neden? hayata en yakın, ölüme en uzak olmak mıdır tüm bu çırpınmalar? ama gerçekte ölüm gelir bunların ortasında bulur bizi.

8.10.2019

sevgi adına

ludwig wittgenstein

dilimizin sınırları dünyamızın da sınırlarıdır.

ingiliz imparatorluğundan nefret ediyorsunuz, gelgelelim ondan bin kat daha fazla kan gölüne batmış bir kuruma -kiliseye- yapışıyorsunuz. liderlerinin ölümünden nasıl kıyım yapılacağından başka şey öğrenmemiş bir teröristler ve kasaplar çetesi. tarihe yaptıkları biricik özgün katkı, bunu sevgi adına yapıyor olmaları.

eğer tanrı varsa konuştuğumuz dilin ötesindedir. politikanın da ötesinde.

insanoğlu dünyaya geldiği ilk günden itibaren doymak bilmez bir iştahla birbirinin derisini yüzmüştür. birbirlerinin gözlerini oyarak, anüsünden ve vajinasından içeri acı biber dalları sokarak, beşikten mezara kadar birbirlerinin yollarına kızgın korlar dökmüşler, bok döşemişlerdir. bu sonu gelmez tekme tokat yağmurunu sona erdirmek için ne kadar çok erdem gerekeceğini hayal edebiliyor musun? cengiz han ölçüsünde bir iyilik herhalde.

insan

baltasar gracian

bir insanı görmezden gelerek alınandan daha büyük bir intikam yoktur.

pek az insan fiziksel veya ahlaki bir lekesi olmadan yaşar.

akıllı insanlardan korkulur, kötü niyetlilerden tiksinilir, kibirliler hafife alınır, soytarılar küçük görülür, garip tavırlılara ise aldırış edilmez.

bir insana onun da diğer insanlar gibi olduğunu görmekten daha çok acı veren hiçbir şey yoktur.

bir ofisin insanın hayatını sabit saatlerle ve yerleşik bir düzenle işgal etmesi kabul edilemez bir durumdur. insanı kendi yöntemleri konusunda rahat bırakan yerler daha iyidir; çünkü değişiklikler zihni yeniler. en saygın kişiler, diğerlerine en az ya da en uzak bağımlılığı olan, en kötüleri ise bizi hem şimdi, hem de daha sonrası için endişelendiren kişilerdir.

her insanın putları, ilahları vardır; bazılarınınki ün, bazılarınınki kişisel menfaat, çoğunluğunki de zevk ve sefadır.

insanın hayattaki büyük derslerinden biri kendini frenlemeyi bilmesi, daha da önemlisi ise kendini bazı işlerden ve insanlardan yoksun bırakmayı öğrenmesidir.

hiç kimse ara sıra başkalarının öğütlerine ihtiyaç duymayacak kadar mükemmel değildir.

varlığında bütünlüğü yakalamış, konuşması bilgece ve eylemleri sağduyulu olan kişi, ölçülü insanların yakın çevresinde kabul görür; hatta özellikle aranır.

aptal tamamen ikna edilmiştir ve tamamen ikna edilmiş insanlar aptaldır.

insan yirmi yaşındayken tavus kuşu, otuz yaşındayken bir aslan, kırkında bir deve, ellisinde iri bir yılan, altmışında köpek, yetmiş yaşında bir maymun, sekseninde ise hiçbir şeydir.

bayağı ruhlar karşısında cömert davranmak anlamsız ve boştur.

gözlem ve muhakeme. bu özellikleri taşıyan insan her şeyi yönetir, onu ise hiçbir şey yönetemez. en gizli derinlikleri anında ortaya koyar. insanların dış görünüşlerinden karakter tahlili yapabilir. bir insanı görür görmez onu anlayıp en gizli özellikleri hakkında yargıda bulunabilir. birkaç gözlem yardımıyla insan doğasının en mahrem yönlerini çözümleyebilir. o her şeyi yoğun gözlem, derin içgörü ve mantıklı bir çıkarımla keşfeder, fark eder, kavrar ve anlar.

sessizliğin övüncü

jorge luis borges


ağmaları bastıran ışıktan yazılar saldırıyor karanlığa
kırı ele geçiriyor bilinemez yüksek kent
hayatımdan ve ölümümden emin, hırslıları gözlemliyor
ve onları anlamak istiyorum

havada bir kement gibi açgözlüdür onların gündüzleri
geceleri, hızla hücuma hazır
çeliğe bürülü öfkeden uzaklaşıp dinlenmektir

insanlıktan söz ederler
benim insanlığım aynı yoksulluğun ortak sesi
olduğumuzu hissetmektir

anavatandan söz ederler
benim anavatanım bir gitarın nağmesi, birkaç portre, eski bir kılıç
akşam çökerken söğüt koruluğunun görünür duasıdır

zaman beni yaşıyor
gölgemden de sessiz, gözü azametle doymak bilmeyen
kalabalığın arasından geçiyorum

vazgeçilmezler, benzersizler, yarınlara layıklar
benim ismim falanca ve filanca
ağır ağır yürüyorum, ulaşmayı beklemeyecek kadar
uzaktan gelen biri gibi

7.10.2019

muhammed'in eşleri

sevan nişanyan

peygamberin toplam 11 kadınla evlendiği, bunlardan ise en çok dokuzu ile aynı anda evli bulunduğu, hadis ve siyer kaynaklarından anlaşılmaktadır. nikâhlı eşleri dışında muhammed'in en az dört cariyesi ile cinsel yakınlık içinde olduğu ve bunların birinden çocuk sahibi olduğu, sünni gelenekte muteber sayılan kaynaklarda kaydedilmiştir. cariyelerin ikisi olan mariye ve reyhane ile muhammed'in nikâhlandığı (dolayısıyla toplam eş sayısının 13 olduğu) bazı islami kaynaklarda savunulmuş ise de, bu rivayetler inandırıcılıktan yoksundur. 

1. hadice muhammed: varlıklı bir tüccar olan ilk eşi hadice ile kendisi 25 ve hadice 40 yaşında iken evlendi. 25 yıl onunla evli kaldı. bu süre zarfında tek eşli idi. eşine sevgi ve sadakatle bağlı olduğu anlatılır. mekke'de güçlü bir konuma ve kişisel servete sahip olan hadice örneği, islam-öncesi arap toplumunda kadının rolü ile ilgili olarak islami gelenekte kabul gören bazı genellemeleri sorgulamak gerektiğini düşündürür. 

2. sevde: sevde peygamberin ilk eşinin ölümünden kısa bir süre sonra (belki aişe ile nikâh kıyıldıktan sonra, fakat aişe ile evliliğin fiiliyata geçmesinden önce) muhammed ile evlendi. evlendiğinde dul idi. m 674'te (muaviye'nin halifeliği devrinde) vefatı kaydedildiğine göre, muhammed ile evlendiği m 620/ 621 tarihinde oldukça genç olması gerekir. buhari 268'e göre rasulallah on bir eşinin her birini sırayla gündüz ve gece (tam gün) ziyaret etme itiyadındaydı. ancak buhari 5267'ye göre sevde (bilemediğimiz bir nedenle) ziyaret hakkından vazgeçmiş ve sırasını aişe'ye devretmiş idi. bu nedenle rasulallah, diğer eşlerini birer kez ziyaret ederken, aişe'yi iki kez ziyaret etmekteydi. bazı islami kaynaklarda sevde'nin yaşlı bir dul olması nedeniyle böyle davrandığı anlatılır. ancak birincil kaynaklarda bu yönde bir ibare mevcut değildir. peygamber'in ölümünde sevde'ye (miktarı belirtilmemiş) bir para bıraktığını ve sevde'nin medine'deki evini halife muaviye'nin (h 661-680) 100.000 dirhem bedelle satın aldığını taberi'den öğreniyoruz. peygamber eşlerinin peygamberin ölümünden sonra yeniden evlenmesi kuran tarafından yasaklandığına göre, eğer sevde daha sonra başka bir gelir kaynağına kavuşmadı ise, bundan, peygamberin vefat ettiği tarihte bazı eşlerine kayda değer bir servet bırakacak durumda olduğu sonucu çıkarılabilir. 

3. aişe: sahih-i buhari 3944'e göre: "rasulallah aişe ile (aişe) altı yaşındayken nikâh kıydı. (aişe) dokuz yaşındayken gerdeğe girdi ve aişe (onun ölümüne dek) dokuz yıl onunla beraber kaldı." buhari 3942 ve 5213'te aynı bilgi, başka aktarıcılara istinaden tekrarlanmıştır. bundan aişe'nin dokuz yıl evlilikten sonra 18 yaşında dul kaldığını öğreniyoruz. buhari 3864-3866, 3869 ve 6435'ten, aişe'nin muhammed'in ölmüş olan ilk eşi hadice'yi kıskandığını, ondan "dişleri dökülmüş ihtiyar karı" diye söz ettiğini, ve "allah sana onun yerine daha iyisini verdi" diyerek muhammed'i tahrik ettiğini öğreniyoruz. sahih-i muslim 5891'e göre, yaşı küçük olan aişe kukla bebeklerle oynamayı sevmekteydi, ancak kendisiyle oynamaya gelen yaşıtları, rasulullah'tan utandıkları için evden kaçarlardı. muslim 2127'ye göre aişe muhammed'e nasıl vahiy geldiğini merak ettiği için bir seferinde onu gece vakti gizlice takip etmiş, sonra eve dönüp yatağa girmiş idi. muhammed bunu öğrenince çok öfkelenerek onu göğsünden yumrukladı. bundan, peygamberin, kendisinden 44 yaş küçük olan eşini en az bir kez dövdüğünü öğreniyoruz. bazı islam savunucularının benimsediği bir görüşe göre muhammed'in aişe ile evlenmesinin sebebi, babası ebubekir'i islamiyete kazanmak idi. ancak ebubekir daha aişe doğmadan önce (m 610 ile 613 arasında) islam'ı kabul ettiği için, bu görüş doğru olamaz. nitekim buhari 5137'ye göre ebubekir "ben senin kardeşinim" diyerek kızıyla evlenmesine itiraz etmiş ise de muhammed "sen benim dinde ve kitapta kardeşimsin, ama kızınla evlenmeme yasal engel yoktur." diyerek onu ikna etmişti. bir olasılıkla, aişe'nin evliliği muhammed'in altsoyunu ana tarafından ebubekir soyu ile birleştirmek amacıyla yapılmış bir diplomatik akit olabilir. ancak aişe muhammed'den çocuk sahibi olamadığı için, bu tasarı, eğer yapılmışsa, akim kalmıştır. 

4. hafsa: ömer kızı hafsa 18 yaşında iken dul kaldıktan iki yıl sonra muhammed ile evlendi. bu tarihte rasulallah 56 yaşında idi. buhari 5273'e göre aişe ile hafsa arasında kıskançlıktan doğan gerginlikler mevcuttu. buhari 7389'a göre aişe ile hafsa arasındaki rekabet muhammed'in sabrını taşırmıştı. muvatta 43.19.14'te aktarılan hadise göre hafsa, kendisine büyü yaptığı gerekçesiyle kölesi olan bir kızı öldürtmüştü. bundan muhammed'den ayrı olarak, eşlerinin de köle ve cariye sahibi olduğunu öğreniyoruz. 

5. zeyneb bint huzeyme: kocasının bedr savaşında ölümü üzerine muhammed ile evlendi. evlendiğinde 29 veya 30 yaşlında idi. evlendikten sekiz ay sonra vefat etti. cenaze namazını muhammed kıldı. 

6. hind (ümmü seleme): hind, rasulallah'ın en yakın takipçilerinden birinin eşi iken uhud savaşında dul kaldı. bu olaydan yaklaşık dört ay sonra muhammed ile evlendi. m 680'de öldüğünde 84 yaşında olduğu kaydedilmiş olduğuna göre, muhammed ile evliliğinde takriben 29 yaşında idi. muslim 2456'da ümm seleme'ye istinaden aktarılan hadise göre rasulallah ramazan ayında sabahleyin cünub halinde olsa dahi oruç tutardı. hadiste cünub halinin gece rüyadan ileri gelmediği açıkça belirtilmiştir. buhari 5157, 5162, 5163 ve 5178 ile muslim 3659'da beş ayrı versiyonu aktarılan hadise göre muhammed ümmü seleme'nin yanı sıra, onun kızı dürre ile de evlenmeyi istemişti. ancak dürre hukuken rasulallah'ın üvey kızı olduğu ve ilaveten dürre'nin babası muhammed'in süt kardeşi olduğu için bu evlilik gerçekleşmedi. 

7. zeyneb bint cahş: zeyneb muhammed'in evlatlığı olan zeyd'in eşi idi. taberi tarihine göre, "bir gün rasulallah zeyd'i aramaya gitti. zeyd'in kapısında (kapı görevi gören) yün bir kilim asılıydı. ancak kilim rüzgârdan aralandı. rasulallah odasında örtüsüz (çıplak?) olan zeyneb'i gördü ve kalbi ona karşı arzu ile doldu." bu olay üzerine zeyd, babalığı olan muhammed lehine eşinden boşanmayı teklif etti. ancak o dönemde cari olan arap hukukuna göre, hukuken evlat statüsünde olan evlatlığın eşiyle evlenmek yasaktı. bunun üzerine, sonradan ahzab suresi 50 no. olarak kuran'a dahil edilen ayet vahyedildi: "ücretini ödediğin (nikâhlı) eşlerini ve allah'ın sana ganimet olarak verdiği cariyeleri, amca kızlarını, hala kızlarını, dayı kızlarını, seninle hicret eden teyze kızlarını ve peygamber dilediği takdirde kendini peygambere hibe eden o mümineyi almanı (diğer müminlerden ayrı, sırf sana mahsus olmak üzere) helal kılmışızdır. biz (müminlere) zevceleri ve cariyeleri konusunda neyi farz kıldığımızı biliyoruz. bu, sana zorluk olmasın diyedir. allah bağışlayandır, esirgeyendir." dikkat edilirse zeyneb, bu aşamada, muhammed'in eş zamanlı olarak nikâhladığı beşinci eşidir. dolayısıyla daha önceden va'zedilmiş olan dört eş limiti aşılmıştır. ayetin son kısmının anlamı muğlak olmakla birlikte, "dört eş kuralını biliyoruz ancak senin için istisna yaptık" şeklinde yorumlanmaya müsaittir. "kendini peygamber'e hibe eden" ifadesi, "mihr talep etmeksizin nikâhı kabul eden" anlamında olup, zeyneb'i ifade eder. muslim 3453'e göre aişe, "kendini peygamber'e hibe eden kadın" konusunda da kıskançlık göstermiş idi. allah'tan ilgili vahiy gelince "rabbin senin arzularını tatmin etmekte vakit kaybetmiyor." diyerek muhammed'e sitem etti. 

8. cüveyriye: buhari 2541 ve muslim 4292'da ibn awn'a istinaden aktarılan hadise göre beni müstalik aşireti her şeyden habersiz bir su kenarında davarlarını sularken rasulallah onlara sürpriz bir saldırı düzenlemiş, muharip olan erkekleri öldürüp kadınları ve çocukları esir almıştı. esir alınanlar arasında olan cüveyriye'yi, aynı gün kendine eş olarak aldı. her iki kaynak da bu hadisi, "kâfirlerle savaşmadan önce onları islama davet etmek şart mıdır?" sorusu bağlamında aktarır. hadise göre, islamın ilk yıllarında bu şart gözetilmiş ise de, örnekten anlaşıldığı üzere rasulullah daha sonraları bu şarta riayet etmemişti. diğer kaynaklara göre beni müstalik baskını hicretin 6'cı yılında, muhammed 58 yaşında iken gerçekleşmiş idi. baskında babası ve ilk kocası öldürülen cüveyriye bu esnada 15 yaşında idi. (h 56 yılında 65 yaşında iken vefat etti.) sabit bin kays tarafından esir alınmıştı. ancak muhammed, sabit'in belirlediği fiyatı ödeyerek kendisini satın aldı ve azat ederek onunla evlendi. 

9. ümmü habibe: ümmü habibe muhammed'in baş düşmanı olan ebu sufyan'ın kızı idi. ilk eşiyle birlikte habeşistan'a hicret etti. eşinin ölümünden sonra muhammed habeşistan kralına haber göndererek, 400 dirhem mihr karşılığında kendisine talip oldu. evlenme tarihinde ümmü habibe'ye bazı kaynaklara göre 30, diğer kaynaklara göre ise yaklaşık 40 yaşında idi. ancak muslim 334'ten anlaşıldığı üzere ümm habibe muhammed ile evliiken halen adet görmekte ve kanama ile ilgili sorunlarını kocasıyla paylaşmaktaydı. ebu sufyan bu evlilikle aynı tarihlerde veya ondan kısa bir süre sonra müslümanlığı kabul etmiştir. bu nedenle bu evliliğin diplomatik gerekçelere dayanıyor olması mümkündür. ümmü habibe peygamberin, kendi yanı sıra, ebu sufyan'ın diğer kızı olan kız kardeşi ile de evlenmesini teklif etmiş ancak muhammed bu teklife yanaşmamıştır. 

10. safiyye: safiye, yahudi olan beni nadir aşiretinden ve harun peygamber soyundan idi, yani levi idi. babası, erkek kardeşi ve eşi hayber kuşatmasında müslümanlarca öldürülürken kendisi de esir alındı. ilk eşi olan kinane er-rabi'nin ölümü taberi tarih'inde şu şekilde anlatılır: "beni nadir'in hazinesini korumakla görevli olan kinane rasulallah'ın huzuruna getirildi. rasulallah ona hazinenin yerini sordu, ancak o bilmediğini söyledi. huzura getirilen bir başka yahudi, kinane'yi sabah erken saatte belli bir harabe civarında gördüğünü söyledi. rasulallah kinane'ye "hazineyi orada bulursak seni öldüreceğimi biliyor musun?" diye sordu. kinane "evet" dedi. söz konusu harabenin etrafı kazıldığında belli bir miktar altın bulundu. bunun üzerine rasulallah kinane'ye hazinenin geri kalan kısmını sordu. kinane yine bilmediğini söyleyince, rasulallah onu zübeyr bin avvam'a teslim ederek "sakladığını ortaya çıkarana kadar eziyet et" dedi. zübeyr, onun göğsünde çakmak taşı ile ateş yakarak, ölmesine ramak kalıncaya dek (ateşin yanmasını sağladı). sonra rasulallah kinane'yi muhammed bin mesleme'ye teslim etti. bu da, kardeşi mahmud'un intikamı için kinane'nin kafasını kesti." bundan görüldüğü üzere peygamber, hazinenin yerini söyletmek amacıyla savaş esirine işkence ettirmiş ve onu öldürtmüştür. kinane'nin eşi olan safiyye bu savaşta başka biri tarafından esir alınmıştı. muhammed yedi kölesini bedel ödeyerek safiyye'yi ondan satın aldı ve mihri mukabilinde onu azat ederek kendisiyle evlendi. safiyye bu tarihte bazı kaynaklara göre 17 ve diğer kaynaklara göre ise 20 yaşında, muhammed ise 59 yaşında idi. 

11. meymune: hicretin 7. yılında rasulallah ile evlendiğinde meymune 27 yaşında idi. buhari 259, 260, 266, 274 ve 281 numaralı hadislere göre meymune, peygamberin cünub abdestini ne şekilde aldığına dair ayrıntılı bilgi verir. buhari 303, 379 ve muslim 294, yine meymune'ye istinaden, peygamberin adet dönemindeki eşini okşarken onun bir tür bel sargısı kullanmasını talep ettiğini bildirir. muslim 322'de meymune, rasulallah ile aynı kapta (birlikte?) yıkandıklarını anlatır. buhari 2592'ye göre meymune muhammed'e danışmadan kendi köle kızlarından birini azat etmişti. muhammed bundan hoşnut olmayarak, "azat edeceğine onu teyzene verseydin daha hayırlı olurdu," dedi. 

12. mariya el-kıbtî: hristiyan olan mariya ve kız kardeşi şirin veya sîrin hudeybiye barışından sonra mısır valisi tarafından muhammed'e hediye olarak gönderilmişti. taberi muhammed'in maryam ile nikâh kıymadığını, ancak "kendi malı (cariyesi) olduğu için onunla cinsel münasebette bulunduğunu" bildirir. rasulallah'ın, ilk eşi hadice haricinde, sadece bu kadından çocuğu olmuş, ancak ibrahim adı verilen çocuk 16 aylıkken vefat etmiştir. ibn saad'ın siyerine göre mariya hristiyan iken daha sonra müslümanlığı kabul etmiş ve hicretin 16. yılında vefat ettiğinde cenaze namazı halife ömer tarafından kılınmıştı. ancak güvenilir kaynakların tümü, muhammed'in mariya'ya nikâhsız cariye olarak sahip olduğunda birleşir. bu durum, mariya'nın ihtida etmeyip hristiyan kalmış olabileceğini düşündürür. esir olarak elde ettiği bazı kadınları müslüman olmaları mukabilinde azat edip nikâhına alan muhammed'in, tek oğlunun annesi olan mariya'ya bu imkânı tanımamasını başka türlü açıklamak güçtür. 

13. reyhane: reyhane, tıpkı safiyye gibi beni nadir aşiretinden bir yahudi idi. beni kureyza katliamında esir alındı ve muhammed'in cariyesi oldu. ibn sa'ad'in tabakat'ına göre muhammed daha sonra kendisini azad ederek nikâhına aldı. ancak bazı kaynaklara göre, mariya ve adı verilmeyen diğer iki kadınla birlikte reyhane, muhammed'in cinsel ilgi gösterdiği ve medine dışında birer ev verdiği dört cariyesinden biri idi. 

14. esma bint nu'man: buhari 5309'a göre el-cawn'ın kızı muhammed ile evlendikten sonra muhammed onun yanına gittiğinde "senden allah'a sığınırım" (euzu billahi minke) diyerek ona direnmiş, bunun üzerine muhammed kendisini boşayarak ailesinin yanına göndermişti. burada bahis konusu olan kızın, başka kaynaklarda adı geçen esma bint numan olduğu kabul edilir. 

15. gaziyye (ümmü şerik): taberi'ye göre ümm şerîk muhammed ile nikâhlanmış, ancak cinsel ilişki gerçekleşmeden boşanmış idi. ancak bu kadına dair toplam beş hadis aktaran buhari ve muslim, muhammed ile evliliğinden söz etmezler. taberi'nin aktardığı olayın, bir önceki maddede anılan esma vakası ile karıştırılmış olması muhtemeldir. 

16. leyla bint el-huteym: leyla kendini (eş olarak) muhammed'e hibe etmiş idi. ancak ailesinin (aşiretinin) talebi üzerine muhammed kendisini geri gönderdi.

how i met your mother

insanlar lobiye girmek için değil en yukarı çıkmak için bilet alırlar.

eğer bütün hayatını bir şey düşünerek geçirdiysen bunun doğru olmadığını öğrenmek bayağı yıkıcı olur.

evlendiğinizde zor bir ders öğreniyorsunuz: planladığınız düğünün, gerçekleşen düğünle neredeyse hiç ilgisi olmuyor.

yattığım en seksi kızdan milyon kat daha seksi olan kimdir biliyor musun? henüz çıplak halini görmediğim vasat tipli arkadaşı. çünkü yeni her zaman daha iyidir.

ne kadar itici olursa olsun her kadının bir deniz kızı olma zamanı vardır. zamanla ona çakmak istediğinin farkına varırsın.

"hayat, sen başka planlar yaparken başına gelenlerdir." (john lennon)

bir kere deniz kızı oldular mı, tekrar itici olmalarının tek yolu var: hamilelik. bebek yolda olduğu zaman deniz ayısı kentine geri dönerler. orada ne çimler yeşildir ne de kızlar güzel.

bütün kadınlar sevgililer günü'nde sevgilisi olsun ister. bu ihtiyacın doruk noktasına ulaştığı gün de 13 şubat'tır. 10 puanlık bir hatunun 4 puanlık bir hatundaki özgüvene ve 2 puanlık bir hatundaki ahlaksız şehvete sahip olduğu büyülü bir gecedir bu.

boşanmak berbat bir şey; ama bazen daha iyi bir şeylere yol açmak için bir şeylerin dağılması gerekir.

yemeğe çıkmak çok özel bir eylemdir. bir şekilde iletişime ve göz temasına geçmen gerekir; ama seks bunları gerektirmez. bana geri kafalı diyebilirsiniz; ama en az 3 kez yatmadan bir kızla yemeğe çıkmayı düşünemem bile.

6.10.2019

litografi

peter wicke

müziğin popülerleşmesinin böylesine hızla ticari amaca yönelmesine neden olan koşulların oluşması, esasında tiyatro aktörü veya yazar olarak ölümsüzlüğü yakalamak için çaba harcarken, bambaşka bir alanda tarihe adını yazdıran münihli genç bir işadamı sayesinde oldu.

1771 yılında prag'da doğan ve 1790 yılında dünyayı fethetmek üzere bavyera eyaletinin başkentine göç eden alois senefelder, çok gecikmeden, tanrıların şöhretin önüne çalışkanlığı koyduğunu görüp bunu anlamak zorunda kaldı. tiyatroculuk yeteneklerinin çağdaşlarını hiç de hayran bırakmadığını sezen genç adam, bunun suçunu tiyatro yazarlarına yüklemiş ve bu yazarların kendi yeteneklerini ortaya çıkaracak eser yazamadıklarına karar vermişti. bu yüzden de senefelder kendisine ün getireceğini umduğu kahraman rollerini içeren sahne yapıtlarını kendi yazmaya başladı. ne yazık ki, bu sefer de başka tatsız durumlar yolunu engelledi. çünkü senefelder'in kaleminden çıkan eserleri, basımevleri karşılıksız, para ödemeseler bile; hatta kendilerine hediye verilse de, basmak istemediler. genç adam kıskanıldığını, entrikayla karşı karşıya olduğunu düşündü ve yazdığı oyunların basımını kendi yapmaya karar verdi. böylelikle 25 yaşındaki senefelder'in yaşamı, önceden hiç aklına getirmediği bir şekilde yeni bir biçim aldı. fakat bu sefer de şairane eserlerini yayımlayabilmek için gerekli parasının olmadığı gerçeği ile karşılaştı.

yoksulluğun ve çaresizliğin insanı keşfe yönelttiği bilinir. senefelder de o zamanlar uygulanmakta olan basım tekniğine göre daha ucuza mal olacak bir yöntem aramaya koyuldu ve bu arayışın sonunda kireç yazı levhalarının asitle yakılması tekniğini buldu. münih'te saray müzikçisi olan franz gleisner adlı bir arkadaşı, alois senefelder'e, tarihe "litografi" adıyla geçen taş baskı yöntemini nota basımının hizmetine sunmasını önerince, dünya genç bir şairini yitirdi; fakat aynı genç adam gene bu dünyada müziğin yayılmasını sağlayacak yeni bir çağı başlattı.

1796 yılında münih'teki makarius falter adlı basımevi tarafından ilk defa franz gleisner'in bir yapıtı bu yeni yöntem nota basımıyla yayımlandı. bavyera prensi, senefelder'e özel bir hak tanıdı ve bu buluşundan dolayı kendisine 15 yıl süreli basım izni verdi. bunun üzerine senefelder arkadaşı gleisner ile birlikte "senefelder and gleisner co."yu kurarak bu buluşunu büyük bir servete dönüştürdü. 1834 yılında münih kentinde ölen senefelder'in buluşu dünyadaki tüm nota basımevlerinde çoktan beri uygulanmaktaydı.

bu yeni tekniğin özelliği, iğne ile delme metodu uygulanarak yapılan eski yöntem nota basımına göre çok daha fazla sayıda baskının yapılabilmesine olanak sağlamasıydı. senefelder'in buluşundan önceki zamanlarda t cetveli, çelik pergel, oymacı kalemi ve çelik direk kullanılarak bakır ve teneke levhaların delinmesi yöntemiyle yapılan nota basımı, çok az sayıda baskıya olanak veriyordu. 1850 yılında kullanılmaya başlanan ve hayli dayanıklı olan teneke levha bile yüz baskıdan sonra netliğini kaybetmekteydi. oysa litografi yoluyla yeni bir sistem bulunarak delme işlemi özel bir kopya kağıdı aracılığıyla taşın üzerinde uygulanmaya başlandı ve baskı için bu taş kullanılarak esas yazı levhasının korunması sağlandı. ayrıca senefelder'in buluşu, çok emek isteyen oyma levha kullanılmadan da notaların özel bir kağıda yazılarak taş levhalar üzerine geçirilmesine olanak sağlıyordu. hatta etkiden basılmış notalar bile bu yöntem sayesinde kullanılabiliyor ve yeni basım için taş levhaya geçirilebiliyordu.

kimyasal basım adıyla tarihe geçen bu yöntem çok sayıda baskıya olanak sağlamasına rağmen, gene de müziğin yayılması, şematik görünümüyle müziğin yerini tutan nota kağıdıyla sınırlıydı. ancak buhar gücüyle işleyen hızlı baskı presinin bulunması, sınırsız sayıda nota baskısı yapabilmeye olanak sağladı. ucuza mal edilen çok büyük sayıda nota baskısı sayesinde müzik yapmanın yer ve zaman sınırları önemli ölçüde aşıldı. böylelikle müzikçiler eskiden nota baskılarını bulamadıkları müzik parçalarının da notalarını satın alabilme olanağına kavuştular. daha önceki dönemlerde sadece gelecek dünyalara kalmasının bir anlamı olduğuna inanılan eserlerin baskısının yapılmasına önem verilir ve sadece bu eserlerin notalarını basmak için, o zamanki basım tekniğinin hem çok pahalı hem de çok emek isteyen koşullarına katlanılırdı.

5.10.2019

din ve çocuk

jean meslier

bütün çocuklar tanrıtanımazdır, tanrı hakkında hiçbir fikirleri yoktur.

tanrı düşüncesi ve din ilkeleri kesinlikle doğuştan kazanılmaz, insan bunları düşünce halinde taşıyarak ve sahip olarak doğmaz. sonradan, aile, toplum ve genel çevre bunları kendisine aşılar.

insanlar, kendilerinden daha çok fikre sahip olmayan kimselerin sözleri üzerine, tanrı'ya inanırlar.

aile mülkü, vergileriyle birlikte babalardan evlatlara intikal ettiği gibi, din de babalardan evlatlara geçer. eğer kendilerine bir tanrı verilmiş olmasaydı, dünyada pek az kimsenin bir tanrı'yı olurdu. herkes anne ve babasından, öğretmeninden; bunların da kendi anne, baba ve öğretmenlerinden almış oldukları tanrı'yı alır. ancak herkes bu tanrı'yı kendi yaratılışına göre düzenler, değiştirir ve kendine göre renklendirir.

insan dimağı, özellikle çocuklukta yumuşak bir balmumu gibidir, üzerinde yapılmak istenen bütün değişiklikleri kabul etmeye hazırdır. kendisinin akıl yürütme gücü olmadığı bir zamanda, eğitim, insana hemen hemen bütün görüşlerini, bütün fikirlerini verir. pek genç yaşımızda iken kafamıza sokulmuş doğru ya da yanlış fikirleri doğadan almış ya da doğarken bunlarla birlikte doğmuş olduğumuz inancında bulunuruz. işte bu kanı, sapkınlıklarımızın en büyük kaynaklarından biridir.

batıl inançlar, eğitim ve öğretim görevlilerinin görüşlerini bizde çimentolamaya yarar ve onların bizden çok usta, çok uyanık oldukları inancında bulunuruz; bize öğrettikleri şeyler hakkında çok güçlü bir vicdani kanaatleri olduğunu sanırız. kendi kendimize yardım edemediğimiz bir zaman ve yaşta, hakkımızdaki özen ve dikkatlerine bakarak, bizi aldatmak isteyebileceklerine ihtimal vermeyiz. bizleri büyütmüş, yetiştirmiş olanların tehlikeler taşıyan sözünden başka hiçbir esas olmaksızın, bunların bize binbir türlü sapkınlığı kabul ettirmelerinin nedeni işte budur. bize söylediklerini muhakeme etmenin yasaklanması bile güvenimizi asla azaltmaz ve çoğu kez onların görüşlerine saygıyı artırmaya da yardım eder.

henüz muhakemede bulunmaya güçsüz oldukları bir yaşta eğitilmeselerdi, zamanımız ilahiyatının ilkelerine insanlar asla inanmazdı.

insanoğlunun dincileri, din ilkelerini, insanlara, bunlar henüz batılı gerçekten ya da sağ eli sol elden ayırt edecek bir yaşa gelmeden önce öğretmekle çok tedbirli olarak hareket ederler. küçük yaşından beri bu düşüncelerle doldurulmuş kırk yaşındaki bir adamın kafasından bu düşünceleri çıkarmak ne kadar zor olursa, tanrılar hakkında verilen köksüz fikirlere kırk yaşındaki bir adamın ruhunu alıştırmak da o kadar zordur.

batıl fikirlerden arınmış bir fizikçi, doğa olaylarını doğanın gücünden, sürekli ve çeşitli yasalardan, karmaşık birleşmelerin zorunlu sonucundan başka bir şey olarak görmez.

zübeyde

ahmet altan

her sabah bir başkası gibi, pişmanlıklarla ve sıkıntıyla uyanırım.

hayat sanki benden kaçıyor; nereye gitsem orada her şeyin öldüğünü, kime dokunsam cansızlaştığını hissediyorum; hayatı ve canlılığı bulacağım bir başka yere koşuyorum, benim ayrıldığım yerde sanki hayat yeniden başlıyor ve benim yeni gittiğim yerde her şey ölüyor, hayatın hep benim olmadığım yerlerde yaşandığını düşündüğümden bütün zamanım bir yerden bir yere koşturarak hayatı aramakla geçiyor; ama onu yakalayamıyorum; başkalarının yaşadığını ben yaşayamıyorum; bu yüzden birlikte olduğum herkesten ve her şeyden sıkılıp hep uzaklardakini özlüyorum, uzaktakiler hep uzak, yakındakiler hep ölü, benim olmadığım yerlerde insanların neler yaşadığı ise benim için bitmeyen bir merak.

aşk çaresizdir; çaresini bulduğunda artık aşk olmaz.

deneyimlerimle, içine aşk karışmamış her ilişkinin iyi gittiğini, aşkın ise bütün ilişkiyi karmaşık hale getirdiğini anlamıştım; buna rağmen kendimi tutamayıp gene aşkın o çetrefil, hırpalayıcı, karışık, acılarla dolu, vahşi, bencil ve düşmanca yollarında gezinmeye dalıyordum; iyinin ve kötünün bu kadar açık biçimde önümde durduğu bir seçimde neden kötü olanı, yani aşkı seçtiğimi kavrayamıyorum. tek bildiğim, aşk, bütün bu tehlikeleri göze aldıracak kadar çekiciydi ve o çekiciliğin kenarında dolaşarak biraz eğlenip sonra yoluma devam ederim dersen, farkına bile varmadan sınırı aşıp aşkın ormanlarına dalıveriyordun.

yanımda kimse olmadığından değil yalnızlığım; yalnız olduğumu söyleyebileceğim kimse olmadığı için yalnızım ben.

hiçbir zaman, çok sevdiğim, çılgınca aşklar yaşadığım zamanlar da dahil, sevginin, bütün içimi doldurduğunu hissedemedim; parçalardan oluşan bilmeceler gibi hep bir parça eksik kaldı; aslında benim bütün aşk maceralarım o kayıp parçanın aranışıyla geçti ve hiçbir zaman da o parçayı bulamadım; bütün erkekler benim için o kayıp parça olabilir diye baktım; ama artık o kayıp parçayı erkeklerde bulamayacağımı kabul ediyorum; o parça yok ve bu bilmece ben ölene dek eksik kalacak, aşklarımı hep eksik yaşayacağım.

4.10.2019

politika

hakan günday

üniversitede okurken politikayla ilgilenmiştim. aslında çok önceleri başlamıştım konuyu düşünmeye. on üç, on dört yaşlarında komünist eğilimlerim vardı. onların muhalif tarafları hoşuma gidiyordu.

"marx ve engels! god and angels!" dönemimdi bu.

sonra bakunin'e geldi araştırma sırası. anarşizmi ezberledim. bütün düşünürleriyle sıra faşizmdeydi. hitler, mussolini, machiavelli.. hepsini okudum. sonra kafamda konuyla ilgili bazı düşünceler oluştu. ne bodin, ne tocqueville, ne de montesquieu! hepsinin de aptal olduğunu düşünüyordum. hele platon ismindeki dünyanın okuma yazma bilen ilk faşisti! hepsi de üzerinde fikir bile yürütemeyecekleri bir konuda, insan yönetmek, halk yönetmek hakkında yazmışlardı. unuttukları o kadar çok şey vardı ki.. insanın içinde patlayan volkanları es geçmişlerdi. dünyada ideal bir düzen kurulamayacağını anlamamışlardı. more en azından çocuk kitaplarına benzer boktan hikayeleriyle, ideal dünya konusunda kendini tatmin etmişti. ama diğer büyük düşünürler insanları kavrayamayacaklarını kavrayamadıkları için yetersiz teorileriyle komik duruma düşmüşlerdi. onlardan ve bütün politik metinlerden nefret etmem fazla uzun sürmedi. anarşistler biraz daha sempatik gelebilirlerdi bana, eğer daha gerçekçi olsalar ve kendilerini barışçılarla aynı görmeselerdi. ve zamanla en büyük korkum belli bir gruba dahil hale gelmek oldu. benim birkaç müzik grubum vardı. ben onlara dahildim. gitar çalıp şarkı söylerdim. ancak sayıca kalabalık bir teşkilatın üyesi olmak utanç verici geliyordu bana.

on sekizime girdiğimde artık hiç düşünmüyordum politikayı ve çeşitli felsefelerini. insanların icadı, kolay ve acısız bir sömürü yoluydu politika. tıpkı bütün diğer insani kurumlar gibi. para gibi. hepsi bu. fazla heyecanlanmamak gerekiyordu. gerektiğinde lehte kullanılmalı, oyunun içinde ayrı bir oyun kurulmalıydı. ben de öyle yaptım. faşist, demokrat, fundamentalist, anarşist, komünist, saltanat taraftarı. hepsi oldum. ve hepsinin karşılığını aldım. huzur. biraz huzur ve rahat bırakılmak için black panther'lerle bile aynı fikirde olabilirdim. ilkesizlik bana sihirli geldi. prensipsiz yaşamak. rahatını bozmamak için açlıktan ölmeyi tercih etmek. dilsiz taklidi yapmak.

3.10.2019

kontrol

~mr. robot

sahip olduğunu düşündüğün kontrol bir yanılsamadan ibaret. karım o gün arabasını sürüyordu. her şeyi doğru yaptı. her zaman emniyet kemerini takardı. elleri 10 ve 2 konumundaydı. tanıdığım en mükemmel şoförlerden biriydi. bu, sinirlerimi bozardı. hiç şerit değiştirmezdi. hız sınırının altına inip üstüne çıkmazdı. trafik lambalarında dururdu. tüm kurallara uyardı. ama bir gün, bunların hiçbir önemi kalmadı.

kontrol tek bacaklı, tek boynuzlu bir atın çifte gök kuşağının bitiminde işemesi kadar gerçektir. insanların söylediği şu saçmalığı bilir misin: "düştüğün zaman kalkmasını bilmelisin." o saçmalığı kabul etmiyorum dostum. neden biliyor musun? çünkü her şey düşmekten ibaret. başka türlüsü olamaz. karanlıkta tutunmaya çalıştığın ebedi bir vaziyet. kalkmakla ilgili değil. sendelemekle ilgili. doğru yöne doğru sendelemek. ilerlemenin tek yolu bu.

belki de asıl mesele çöküşten kaçınmak değildir. koddaki kusuru bulmak için bir kesim noktası oluşturmaktır. sonraki kusura denk gelene kadar düzeltip devam etmek. yola devam etme arayışı. dayanak bulmak için yapılan savaş. belki hepimiz doğru sorulardan yanlış cevaplara doğru tökezliyoruzdur. ya da doğru cevaplardan yanlış sorulara. nereye gittiğin ya da nereden geldiğin önemli değil, sendelediğin sürece. belki bu kadarı yeterlidir. belki en fazla bu kadar iyi olabiliyordur.

hayat bir dengeleme eylemi gibidir. hepimiz elimizden geleni yapıyoruz. acı çukurunun üzerinde gerilmiş bir ip üzerinde yürüyoruz. bu, hata yapmamız için bize cesaret veriyor.

2.10.2019

doğa ve insan

marquis de sade

cehaletin ve aptallığın tüm engellerini parçalama şerefi yalnızca dehalara aittir.

eğer doğa vücutlarımızın herhangi bir bölümünü saklamamızı istemiş olsaydı bu önlemi kendisi alırdı; ama o bizi çıplak yarattı; dolayısıyla çıplak olmamızı istiyor, çıplaklığa karşı her davranış doğanın yasalarını kesin olarak ihlal eder.

doğa insanın edepli olmasını amaçlasaydı eğer, kesinlikle onu çıplak doğurmazdı; uygarlık bakımından bizden daha az yozlaşmış olan sayısız halk çıplak dolaşmakta ve hiçbir utanç hissetmemekte; giyinme alışkanlığının biricik temelinin hem havanın sertliği hem de kadınların süs merakı olduğundan kuşkunuz olmasın; kadınlar arzuların doğmasına yol açacak yerde bu etkileri önceden gözler önüne sererlerse bir süre sonra bu etkilerin tümünü yitireceklerini hissederler; doğa onları kusursuz yaratmamış olduğundan, bu kusurları süslerle gizlediklerinde hoşa gitmenin tüm yollarına sahip olacaklarını düşünürler; demek ki utanç, bir erdem olmanın ötesinde, ahlak bozukluğunun ilk etkilerinden başka bir şey değildi, kadınların süs merakının ilk araçlarından biriydi. hayasızlığın sonuçlarının, yurttaşı cumhuriyetçi yönetimin yasaları için temel önemdeki ahlaksızlık halinde tuttuğuna inanan lycurgue ve solon, genç kızların tiyatroya çıplak çıkmasını zorunlu kılar. hatta bazı halklarda çıplaklık erdem olarak kabul görüyordu.

tanrıya inanan salaklar, varlığımızı yalnızca ona borçlu olduğumuza inanmış olanlar, bir embriyo olgunlaşmakta olduğunda, tanrıdan gelen küçük bir can görerek onu hemen canlandıranlar; bu sersemler, bu küçük yaratığın yok edilmesini temel bir suç olarak kabul ederler kesinlikle; çünkü, onlara göre, o artık insanlara ait değildir. tanrının ürünüdür o; tanrıya aittir.

insan nedir? onunla diğer bitkiler arasındaki fark nedir? onunla doğadaki tüm diğer hayvanlar arasındaki fark nedir? kesinlikle hiç fark yoktur. insan da onlar gibi bu yerkürenin üzerine rastlantı sonucu yerleştirilmiştir, onlar gibi doğmuştur; onlar gibi ürer, çoğalır ve azalır; onlar gibi yaşlanır ve onlar gibi doğanın her hayvan türüne biçtiği sürenin sonunda, organlarının yapısı nedeniyle hiçliğin içine düşer.

bir hayvanı öldürmek de bir insanı öldürmek kadar kötüdür ya da her ikisi de pek az kötüdür ve farklılık yalnızca bizim ön yargılı kibrimizde mevcuttur; ama kibrin ön yargıları kadar saçma bir şey ne yazık ki yoktur. yine de soruyu hemen soralım. bir insanı ya da bir hayvanı yok etmenin eşit olmadığını inkar edemezsiniz.