8.09.2016

ölüm bir varmış bir yokmuş

jose saramago

insan olmanın ne demek olduğunu her geçen gün daha az bileceğiz.

ejderhayı öldürmenin yolu, kafasını kesmekten geçer; tırnaklarını törpüleyerek bir yere varamayız.

sözcüklere ne kadar dikkat edilse azdır; onlar da insanlar gibi bir fikirden diğerine geçiverirler.

ölüm anı tüm anların en kısasıdır.

sözcükler nesne değildirler; nesnelerin gerçekte nasıl olduklarını, hatta gerçekte nasıl adlandırıldıklarını bile hiçbir zaman öğrenemeyeceğiz; çünkü onlara verdiğimiz isimler, adı üstünde onlara verdiğimiz isimlerdir yalnızca.

montaigne: felsefe yapmak, ölmeyi öğrenmektir.

insanların hastalıklara bakışı bambaşkadır, hep onlardan kurtulacaklarını düşünürler; ancak son anları geldiğinde ölümün geldiğinin farkına varırlar.

hiçbir şey yoktan var olmaz, hiçbir şey yok olmaz.

eller açık kitaplardır.

sözcükler çok hareketli varlıklardır, bir günleri bir diğerine uymaz, gölgeler gibi istikrarsızdırlar; bir bakarsınız vardırlar, bir bakarsınız yok olurlar; sabun köpüğü gibidirler, hatta salyangozların nefes alışı gibidirler, hemen hemen hiç duyulmazlar, kesilip toprağa düşmüş kütüklere benzerler.

ilk yenilgi en çok acı verendir.

sözcüklerin arasında da bir hiyerarşi, bir protokol ve hatta asalet unvanları vardır; bazı sözcükler ayaktakımına mensup olduklarını gösteren izler taşırlar.

en nihayetinde, ölüm konusunda da, tanrı hakkında da anlatılanlar hikayelerden ibarettir.

7.09.2016

karmaşa

inci aral

tersliklerle, insanlar arası iletişimin türlü çarpıklıklarla dolu olduğu bir dünyada yaşıyorduk. birbiri için yaratılmış birçok insan karşılaşma fırsatı bile bulamadan ölüp gidiveriyor ya da onlara bağışlanmış fırsatları değerlendiremiyordu. bir süpermarkette çarpışıyorlar, bir tren yolculuğunda aynı vagonda yol alıyorlar ya da aynı mahalle; hatta aynı apartmanda oturacak kadar birbirlerine yaklaşıyorlardı da bundan haberleri olmuyordu. kimi zaman da çok geç kalınmış, araya birçok insan, birçok yıl, birçok olay ve en önemlisi kurulu düzenler girmiş oluyordu. birdenbire gerçeği görseler bile geri dönmek, yeniden başlamak, takınaklardan kurtulmak çok zor, hemen hemen olanaksız oluyordu. bu konu üzerine ciltler dolusu romanlar yazılıyor, filmler çevriliyor, şarkılar yapılıyor ama insanlar aymazlıklarını sürdürerek rastgele evlilikler, rastgele çocuklar yapmaktan, rastgele düzenler kurmaktan kurtaramıyorlardı kendilerini. önlerine çıkan ilk kadın ya da erkeği kendileri için yaratılmış sanma aptallığından vazgeçemiyorlar, sabırsızca düzen sanılan düzensizliklere atılıyorlardı. ne olursa olsun dönüş yoluna girme yürekliliğini gösterenlerin başına ise korkunç olaylar geliyordu. polis baskınları, zina davaları, cinayetler ve daha birçok acı.

yaşadığımız dünyada her şey kesin çizgilerle belirlenmiş sanki. var olan roller, kalıplar, yargılar, düzenler ve düzensizlikler içinde, kendi çizgimizde dümdüz yaşayıp gitmeye çalışıyoruz. yanlışlıklar yapmaktan korkarak alışılmış oyunları oynuyoruz. aynı saatlerde aynı yollardan işe gidip geliyoruz. hiç düşündün mü her şey ne kadar aynı. çevremizde aynı insanlar, aynı kaygılar, aynı sıkıntılar ve sevinçler. durmadan konuşuyoruz ama ne konuşuyoruz? evlerde, lokanta ve barlarda, sokaklarda, parklarda; hatta düşlerimizde bile, konuşarak bu aynılıktan kurtulmayı umuyoruz. ben, diyoruz, ben böyleyim, böyle severim, şöyle isterim, bunu yaparım. dondurulmuş düşünceler, belletilmiş öğretiler ve sınırlı seçeneklerle oluşturulmuş bir dünyada dibe batmamak için çırpınıp duruyoruz böylece. ne kadar sıkıcı bütün bunlar.. sıkılıyoruz elbette ve sıkıldığımızda biri çıkıp bizi tutkuyla sevsin ve sevilmeye değer olmak düşüncesi yüzünden ayrıcalık kazanalım istiyoruz. açıklamak zor bu karmaşayı işte, görüyorsun.

mutlu değiliz, hiç mutlu değiliz artık. her birimiz kendi kuşkularımızın, güvensizliklerimizin, yalnızlığımızın ve yalanlarımızın içinde soluğumuz daralarak oturuyoruz işte ve hep birlikte batıyoruz.

6.09.2016

yöntem üzerine konuşma

rene descartes

bütün iyi kitapları okumak, onları yazmış olan geçmiş yüzyılların en kültürlü insanlarıyla bir konuşma gibidir; hatta, onların bize, fikirlerinin sadece en iyilerini gösterdikleri, üzerinde inceden inceye düşünülmüş bir konuşmadır bu.

çoğu zaman, ayrı ayrı ustaların elinden çıkmış, birçok parçadan kurulu eserlerde, bir ustanın tek başına meydana getirdiği eserlerdeki kadar mükemmellik yoktur.

sayelerinde hiç tedirgin olmaksızın boş vakitlerimden yararlanabildiğim kimselere, bana dünyanın en şerefli mevkilerini verecek kimselerden daha çok şükran borcu duyacağım.

derin düşüncelere filozofların yazılarından çok şairlerde rastlanması hayret uyandırabilir. bunun nedeni, şairlerin yazarken heyecanın ve hayal gücünün araçlarından yararlanmalarıdır. bizde bilimin tohumları vardır; tıpkı çakıl taşı içinde durur gibi dururlar; bu tohumları filozoflar aklın araçlarını kullanarak çıkarırlar; şairler ise onları hayal gücünün araçlarıyla fışkırtır; hatta kıvılcımlandırırlar.

sağlam zihinli olmak yetmez; asıl olan onu iyi kullanmaktır.

bildiğim az buçuk şeyi yazmaktansa bilgimi artırmaya çalışmaktan çok daha fazla zevk alıyorum. öğrenmiş olduğum az buçuk şeyi yazarak eğlenmektense, hayatımı yönetmek için bana gerekli olan şeyleri öğrenmeye daha çok özen gösteriyor ve bunun daha önemli olduğuna inanıyorum.

insanların beni düşündükleri zaman, zihinlerinde iyi bir fikir uyanmasından hoşlanmayacak kadar vahşi yaratılışlı bir insan değilim; ama beni hiç düşünmemelerini çok daha tercih ederdim. şöhretten korkum, ona olan arzumdan fazladır; çünkü onun, kendisine sahip olanların özgürlüğünü ve vaktini daima şu ya da bu şekilde azalttığı kanısındayım. oysa, bu iki şey benim en iyi sahip olduğum şeylerdir ve onlara öylesine değer veririm ki, yeryüzünde onları benden satın alabilecek kadar zengin bir hükümdar asla bulunamaz.

1650 yılı ocak ayında isveç kraliçesi christine, descartes'ı düzenli olarak her sabah saat beşte, kendisine felsefe dersi vermek üzere saraya getirtir. geç kalkmaya alışmış bir insan olarak descartes, isveç kışının ortasında böyle bir zahmete dayanamaz. pnömoniye (zatürree) yakalanır, 2 şubat'ta yatağa düşer ve 11 şubat'ta ölür.

karşı anılar

andre malraux

büyük adam diye bir şey yoktur.

gandhi: özgürlüğün çoğunlukla cezaevlerinin duvarları arasında, bazen de idam sehpasında aranması gerekir; asla meclislerde, mahkemelerde ya da okullarda değil.

şeytan, meclislerden çok, cemaatlerden hoşlanır.

insan dediğin nedir? küçük, acınacak bir gizler yığını.

sıradan bir insanda ilgimi çeken, insanlık durumudur; büyük bir adamda, büyüklüğünün doğası ve araçları, bir azizde ise, kutsallığının niteliğidir. ve dünyayla özel bir ilişkiden çok şahsi bir karakteri ifade eden birkaç çizgi.

lenin: sonunda devlet gücünü artırmamış bir devrim örneği yoktur.

en büyük giz, maddenin ve yıldızların ummanına rastlantıyla fırlatılmış olmamız değil; bu hapishanede, bizatihi kendimizden hiçliğimizi yadsımamıza yetecek kadar güçlü imgeler çıkarıyor olmamızdır.

insan gizlediği şeydir.

"aradığım ne zafer, ne hükümdarlık ne de yeryüzü hazları
ve neye yarar ki iktidar, neye yarar ki haz, neye yarar ki yaşam?" (bhagavad gita)

kitaplık, yaşamdan daha soylu ve daha az gevezedir.

"dünyanın yeniden fethinin üç büyük romanından birinin bir köle -cervantes-, öbürünün eski bir kürek mahkumu -dostoyevski-, üçüncüsünün de direğe bağlanıp teşhir edilmek cezasına çarptırılmış eski bir hükümlü -daniel defoe- olduğuna dikkatlerinizi çekerim."

5.09.2016

ziya osman saba

istanbul'da bir yalıda doğdu. kalabalık bir ailede geçen mutlu çocukluk günleri, sekiz yaşındayken annesinin ispanyol gribi nedeniyle hayatını kaybetmesi ve ardından eve iç güvey olarak girmiş olan babasının evden ayrılmasıyla son buldu.

galatasaray lisesi'ne yatılı olarak verildi. burada iyi bir edebiyat eğitimi aldı. fransız şairlerini, özellikle sembolistleri okudu. ilk şiirleri servetifünun'da yayımlandı.

okulda tanıştığı yaşar nabi aracılığıyla lise birinci sınıftayken yedi meşaleciler topluluğuna katıldı. topluluğun en genç üyesiydi. 1928'de ortak çıkardıkları yedi meşale adlı kitapta beş şiirine yer verildi.

kitabın elde ettiği başarı sayesinde meşale, içtihat, varlık, ağaç, yücel gibi dergilerde şiirleri yayımlandı.

bir sene sınıfta kalınca alt sınıftan gelen cahit sıtkı tarancı ile hem sınıf arkadaşı hem de yakın arkadaş oldu.

hukuk fakültesi'nde okurken âşık olduğu amca kızı nermin'le ailesinin itirazlarına rağmen evlendi. eşinin psikolojik sorunları ve maddi sorunlar nedeniyle karamsar bir ruh haline büründü. on yıllık evlilikten sonra eşinden ayrıldı.

birkaç yıl emlak bankası'nda çalıştı. iş arkadaşlarından rezzan hanım'la ikinci evliliğini yaptı ve yeniden iyimser bir ruh haline büründü.

istanbul'da beş yıl milli eğitim basımevi tashih bürosu şefi olarak çalıştıktan sonra ankara'ya döndü.

babası gibi kalbinden rahatsız olan şair, 1953'te ilk, 1954'te ikinci kalp krizini geçirdi. işinden ayrılmak zorunda kaldı. yaşar nabi tarafından kendisine varlık dergisinin sanat sayfalarını hazırlama görevi verildi. bu dönem şiirlerinde ölüm temasına ağırlık verdi.

1957'de geçirdiği üçüncü kalp krizi sonrası kadıköy'deki evinde öldüğünde 47 yaşındaydı. cenazesi eyüp'teki aile mezarlığına defnedildi. mezarı 1980'lerde yapılan yol çalışmaları nedeniyle kayboldu.


edebi kişiliği

edebiyata şiirle başlamış, öyküyle devam etmiştir.

fransız şairlerini, özellikle sembolistleri okumuştur.

dostu cahit sıtkı'dan hem etkilenmiş hem onu etkilemiştir.

yedi meşaleciler'in şiir anlayışına hayatının sonuna kadar bağlı kalan tek şairdir.

saf şiir anlayışının bir temsilcisidir.

ilk dönem şiirlerinde hece ölçüsüne bağlı kalmış ve daha çok sone nazım biçimini kullanmıştır. ikinci dönem şiirlerinde serbest ölçüye ağırlık vererek yalın ve yapmacıksız bir söyleyişi tercih etmiştir.

şiirlerinde çocukluk anıları ve özlemi, ev ve aile sevgisi, küçük mutluluklarla yetinme, allah’a kulluk, kadere boyun eğiş, şefkat, acıma, ölüm, öte dünya özlemi gibi konuları işlemiştir.

hikâyelerinde çocukluk anılarını ve geçmişe duyduğu özlemi dile getirmiştir.


şiir: sebil ve güvercinler, geçen zaman, nefes almak

hikâye: mesut insanlar fotoğrafhanesi, değişen istanbul

4.09.2016

cömertlik

halil cibran

cömertlik bana, senden daha çok gereksindiğimi değil, benden daha çok gereksindiğini vermendir.

sahip olduklarınızdan verdiğinizde çok az şey vermiş olursunuz; gerçek veriş, kendinizden vermektir. çünkü sahip olduklarınız, yarın ihtiyacınız olabilir diye saklayıp koruduğunuz şeylerden ibaret değil mi?

çok fazla şeye sahip olup çok az verenler, bunu gösteriş isteyen gizli arzuları için yaparlar; ki bu da armağanlarını yararsız kılar.

ve bazıları vardır ki, çok az şeye sahiptirler ve hepsini verirler. bunlar hayata ve hayatın definesine inananlardır ve kasaları hiç boş kalmaz. bazıları sevinçle verirler, bu sevinç onların ödülüdür. bazıları ise ıstırap içinde verirler ve bu acı onların vaftizidir.

ve bazıları vardır ki, ne vermenin acısını hissederler, ne sevinç ararlar ne de bir erdemlilik düşüncesi taşırlar; onlar, şu vadideki mersin ağacının kokusunu salışı gibi verirler. böyle kişilerin ellerinde tanrı dile gelir ve onların gözlerinden tanrı, dünyaya gülümser.

"hak edene vereceğim!" dersiniz; oysa bahçenizdeki meyve ağaçları ve otlağınızdaki sürü böyle demez. onlar yaşayabilmek için, yok olmamak için verirler. emin olun ki, gündüz ve geceleri yaşayacak kadar değeri olan insan, ona vereceğiniz her şeyi alacak değerdedir.

vermekten alıkoyacağınız herhangi bir şey olabilir mi? sahip olduğunuz her şey bir gün verilecektir.

3.09.2016

rüyanın öte yakası

ursula k. le guin

güç istencinin özü büyümedir. güç istenci varlığını sürdürebilmek için her başarıyla daha da artmalı, o başarıyı daha yüksekteki bir sonraki hedefe uzanan bir basamaktan ibaret kılmalıdır. elde edilen güç ne kadar büyük olursa daha fazla güce sahip olma iştahı da o denli artar.

lao tzu: büyük yol yitince iyilik ve hakkaniyet buluruz.

hastayla kurulan ilişkinin en değerli dönemi, hep ilk on saniyedir.

h.g. wells: hiçbir şey sağlam kalmaz, hiçbir şey -bir ukalanın zihniyeti hariç- tastamam ve kesin değildir. kusursuzluk, varlığın en derinde yatan gizemli niteliğinin, o kaçınılmaz, marjinal kesinsizliğin inkarıdır sadece.

insanı insan kılan yalnızca diğer insanlar üzerindeki etkisi ve diğer insanlarla kurduğu ilişkilerdir.

chuang tzu: tanrı'ya açılan kapı var olmayıştır.

insanlar yalnız yaşayamazlar; bir başına kalmak tutsaklıkların en beteridir. çevremizde insanlar bulunmasına ihtiyacımız var. karşılıklı yardımlaşabilmek, birbirimizle rekabet edebilmek, birbirimizi birer biley taşı gibi kullanıp zekamızı keskinleştirebilmek için.

dünyada hiçbir şey sebepsiz yere olmaz, olacağı yoksa hiçbir şey olmaz.

dünyada her şeyin bir sebebi olduğuna, insanın bir parçası olduğu bir bütünün var olduğuna ve onun parçası olmakla insanın da bütünlendiğine inanan biri ne olursa olsun asla tanrı rolüne soyunmaya heves etmez. yalnız kendi varlıklarını yadsımış olanların oynamaya can attığı bir oyundur tanrıcılık.

chuang tzu: rüyalarında bayram edenler yas'a uyanır.

alexander pope: insanoğlunun irdelemesi gereken, insandır.

rüyalar tutarsızdır, bencilcedir, akıldışıdır, ahlaksızdır. toplumsallaşmamış tarafımızın ürünüdür onlar.

önemli olan ulaştığın yerdir, oraya nasıl ulaştığın değil.

lafcadio hearn: ebedi kederin, doymak bilmez arzunun ebedi açlığından ibaret olduğunu; sönüp gitmiş güneşlerin, ancak ve ancak kaybolmuş hayatların ateşi söndürülemez tutkularıyla yeniden alevlenebileceğini öğrenmek zorunda kalabiliriz.

dehanın en büyük koşulu, doğru zamanda doğru yerde olmaktır.

dertlerin sökülmüş kumaşını dikip onaran, uykudur.

t.s. eliot'ın bir şiirinde, insanın gerçekliğin fazlasına tahammül edemediğini söyleyen bir kuş vardır; oysa kuş yanılıyor. insan evrenin bütün ağırlığını seksen yıl boyunca gıkını çıkarmadan taşıyabilir sırtında. asıl gerçekdışılıktır onun tahammül edemediği.

hangi aklı başında insan bu dünyada yaşar da delirmez ki?

2.09.2016

yaş ve yenilgi

murathan mungan

savaş, bizi kim olduğumuzu bilmediğimiz insanlar haline getirir.

sis havanın şiiridir.

bazen bir şeyi görmek için harcadığımız dikkat, o şeyi sahiden görmemizi engeller.

satranç oyuncularının zihnin derinliklerine çekilen kendilerine özgü gizemli bir suskunlukları vardır. hatta gündelik yaşamlarında rastgele anlardaki suskunlukları bile sıradan bir dalgınlıktan çok, gizem barındıran bu satranç sessizliğinden beslenir.

hırslarımıza hakim olmak konusunda bizi iki şey eğitir: yaş ve yenilgi. ama bunların gene de herkese değil, öğrenmeye açık insanlara yararı vardır.

her çeşit özgürlüğün sahibi için ağrılı bir baş dönmesi zamanı vardır.

geleceğimizi yapan şey, yazgımızdan, bize tanınan olanaklardan, karşımıza çıkan fırsatlardan çok, ruhumuzun şiiridir. bizde olan bir şeydir.

savaşçılarla, çapulcuları ayıran kadınların, çocukların kanıdır unutma! insanı insandan kan ayırır.

kadınlar arasındaki aşkta bir erkeğin hiçbir zaman anlayamayacağı şeyler vardır.

öteden beri, geçmişte çok kan dökülen yerlerin uygarlığın beşiği olduğu söylenir. insanın beşiğinde kan vardır. kan kaynayan topraklarda büyür geleceğin uygarlıkları. kanın gücüdür bu. her dökülen kan bir gün dönüp geri gelir.

aşkın metafiziği

schopenhauer

tutkulu aşka yücelik kazandıran ve onu şiire konu olmaya layık kılan şey, insanın kendisine ait olmayan şeyleri arayışıdır ve bu çeşit bir arayış, gördüğümüz her büyüklüğü yaratan şeydir.

"kendinde ölçü de düzen de bulunmayan şeyi akılla yönetemezsin."

her aşık, büyük doygunluğuna eriştikten ve ateşini söndürdükten sonra bir aldatılmışlık duygusuna kapılır; çünkü türün bir aldatma aracı olarak kullandığı hayal artık ortadan kalkmıştır.

sanat bakımından başarılı ve güzel olan bir şeyin, içinde bir doğru taşımaması düşünülemez.

chamfort: bir kadınla bir erkek, birbirlerine karşı şiddetli bir tutku duyuyorlarsa, onları ayıran şey ister bir koca, ister ana babaları ya da başka bir şey olsun, onlar yine de doğa gereği birbirlerinindirler ve insanların yasalarına rağmen, tanrısal yasa gereğince birbirlerine aittirler.

jesus sirach: ince vücutlu ve güzel ayaklı bir kadın, gümüş yuvaya oturtulmuş altın sütunlara benzer.

spinoza: aşk, dış bir nedenin eşliğinde ortaya çıkan bir iç ürpertisidir.

şeref, görev duygusu ve sadakat, her çeşit yoldan çıkarmaya ve hatta ölüm tehlikesine karşı koyabildikten sonra, cinsel aşk karşısında yenilgiye uğramaktadır. cinsel aşk söz onusu olunca vicdan dediğimiz şeyin her zamankinden daha az etkili hale geldiğini görürüz.

"aşk yüzünden evlenen, mutsuz bir hayat sürmek zorundadır." (ispanyol atasözü)

rahat bir hayatla tutkulu bir aşkın bir arada bulunabilmesi, güzel rastlantıların en az gerçekleşenlerinden biridir.

boileau: doğrudan başka hiçbir şey güzel değildir; yalnız doğrudur sevilmeye değer.

acı

marguerite duras

açlığın yarattığı yanmayı hiçbir şey dindiremez.

çok fazlalar, ölüler gerçekten çok fazla. yedi milyon yahudi öldürüldü, hayvanların çektiği arabalarca taşınıp bu iş için hazırlanmış gaz odalarında gaz verildi onlara; bu iş için hazırlanmış fırınlarda yakıldılar. paris'te hala yahudilerden söz edilmiyor. onların yeni doğan çocukları, şahdamarına baskı uygulayarak insan öldürmekte uzmanlaşmış, yahudi çocuklarını öldürmekle görevli kadınlar örgütüne verildi. gülümseyerek, acısız, diyor onlar. düzenlenmiş, ussallaştırılmış ölümün almanya'da keşfedilen bu yeni yüzü insanı kızdırmaktan çok öncelikle şaşkına çeviriyor. şaşıp kaldık. hala nasıl alman olunabilir? başka yerlerde, başka zamanlarda buna benzer bir şeyler aranıyor. yok. kimileri şaşkın, iyileştirilemez durumda kalacaklar.

dünyanın en büyük uygar uluslarından biri, tüm zamanlarda müziğin başkenti, devletin belirlediği, kusursuz bir yöntemle 11 milyon insanı katletti. tüm dünya tanrı kulunun komşusuna verdiği ölüm dağına, yığınına bakıyor. şu ya da bu alman edebiyatçının adı geçiyor, olaylardan etkilenip içi kararmış, bunların üstüne düşünmeye başlamış. bu nazi suçu dünya ölçeğinde gerçekleşmeseydi, ortak ölçeğe yayılmasaydı, belsen toplama kampında, gecenin tekinde, komutansız, üniformasız, tanıksız, tek başına, ortak bir ruhla ve işlerin yoldan çıkmasına neden olmuş sınıf bilincinin ta kendisiyle ölen adama ihanet edilirdi.

nazi dehşeti ortak bilince değil de almanlara mal edilirse, belsen'deki adam sadece bir bölgeyle kısıtlı kalır. bu suçtan çıkarılabilecek tek yanıt onu herkesin suçuna dönüştürmektir. onu paylaşmaktır. tıpkı eşitlik, kardeşlik düşüncesi gibi. ona katlanabilmek için, düşüncesine dayanabilmek için, suçu paylaşmaktır.

umudun tümden yitimine ve onu izleyen boşluk duygusuna tanık oldum: insanlar anımsamıyor, bellek yok.

31.08.2016

uzun lafın kısası

alexandre dumas: bazı insanlarda aradığınız her şeyi bulabilirsiniz.

amin maalouf: gerçek, çok şey isteyen bir sevgilidir. hiçbir ihaneti kabul etmez, bütün inancın ona yönelik, yaşamının bütün anları ona aittir.

choderlos de laclos: insan ciltler dolusu yazar da bir çeyrek saatlik konuşmanın aydınlatıvereceği bir şeyi bir türlü anlatamaz.

epikuros: insanın ruhuyla ilgilenmesi için hiçbir zaman çok erken ya da çok geç değildir.

william s. burroughs: başarı kazanacağın bir yaşam biçimi hakkında yazılacak bir şey varsa şudur: bavulunu daima hazır tut ve yolculuğa hazır ol.

gustave flaubert: büyük yaradılışlar her şeyden önce müsrif insanlardır; kendilerini kolay harcarlar.

james baldwin: kadınlar erkekleri, erkeklerin görülmek istedikleri gibi görmezler. bütün zayıf noktaları, kanayabilecek yerleri bilirler.

wittgenstein: şu aşkın zırıltıları keselim; zira her şey insanın çenesine atılmış bir yumruk kadar açık.

klaus schröter: sanatsal üretimin anlamı ve değeri konusunda şüphe duymak entelektüel bir dürüstlüktür.

mehmet eroğlu: bir keresinde kendimi değerli hissetmiştim, yazabildiğimi sandığım gece. ama sabah beş para etmez birisi olarak uyandım.

oscar lewis: hayat bir güldürü, dünya bir tiyatro, bizler de oyuncuyuz.

sabahattin ali: şu dünyayı adamakıllı görmeden, dünyanın ne olduğunu adamakıllı anlamadan buradan gidecek olduktan sonra ne diye buraya geldik sanki? yaşadığımızın farkına varmayacak olduktan sonra ne diye yaşıyoruz?

26.08.2016

din

felicien challaye

din, şu üç ilkel eğilimin tinselleşmesi ve sosyalleşmesi ile açıklanır: korunma içgüdüsü, merak, sempati.

başkalarını yargılamaktan kaçınmalıdır. zamanın töresi, zina yapan kadının taşlanmasına izin veriyordu. isa, kadını suçlayanlara şöyle der: "içinizde hanginiz günahsızsa ilk taşı o atsın ona!"

tanrının çevresini saran melekler gibi, şeytanın yanında bulunan iblisler de ilkel animizmin kalıntılarıdır. meleklere tapınış, ilkel animizmin uzantısıdır.

bütün öteki kutsal kitaplar gibi, hristiyanlığın kutsal kitabı da insan elinden çıkmadır.

hristiyan tanrısına karşı birçok güçlü itirazların yapılmakta olduğu da kuşkusuzdur. bir tek insanın -yani adem'in- işlediği günahı bütün insanlara yükleyen; sonra bu zavallı insanlığı bağışlamak için onun hatalarını yüklenecek çilekeş bir kurbana gereksinimi olan; bu özverinin yaratacağı hoşnutluğu elde etmek için bir bakirenin -meryem'in- karnına kendi oğlu -isa- olacak olan tohumu yerleştiren bu yaratan da acayip bir tanrıdır doğrusu!

göksel bir baba'ya olan inanç, bütün gerçekleri tanrısallaştırmak gibi bir zorunluluk doğurmaktadır. insanlığa acı çektiren tüm kötülüklerin, onu küçük düşüren tüm adaletsizliklerin ardında iyi bir niyet bulmak gerekir; bu ise olacak iş değildir.

korunma içgüdüsü insanı yalnız bütün yaşamı boyunca gözetmekle kalmaz; aynı zamanda insanın ölümle yok oluş düşüncesi yüzünden acı çekmesine, bu düşünceye karşı başkaldırmasına da yol açar. insan bu yok oluş düşüncesini nahoş ve aşağılatıcı bularak reddeder. dinlerin çoğunluğu varlığın tümünün ya da bir parçasının ölümden sonra da yaşayacağını ileri sürerek bu kaygıyı yatıştırır.

buddha: her iki aşırı uçtan, yani iğrenç ve boş olan bir zevk ve sefa yaşamından da, iç karartıcı ve boş olan bir perhiz ve oruç yaşamından da sakınmak gerekir. bilgiye, gönül rahatlığına, mutluluk dolu bir hiçliğe erişmek için ikisinin ortasından geçen yoldan gitmek gerekir.

24.08.2016

bilge

antisthenes

bilge için hiçbir şey yabancı ve ulaşılmaz değildir.

dalkavukların içine düşmektense akbabaların içine düşmek daha iyi; çünkü biri ölüleri yer, öbürü ise dirileri.

devletler, iyilerle kötüler arasında bir fark gözetilmediği zaman yıkılır.

ancak erdemli insanlar soyludur; mutluluk için erdem yeterlidir, erdemin de hiçbir şeye gereksinimi yoktur. erdem bir eylem işidir, çok söze ve bilgiye gereksinim duymaz.

insan düşmanlarını dikkate almalı; çünkü kusurlarını ilk fark eden onlardır.

dürüst insana akrabadan daha büyük önem verilmelidir.

bilge kendine yeter; çünkü başkalarının olan her şey onundur. ünlü olmamak bir nimettir. bilge kişi yürürlükteki yasalara göre değil, erdemin yasasına göre yaşar. bilge, en güzel kadınlarla bir arada olup çocuk yapmak için evlenecektir. ve sevecektir de; çünkü kimi sevmek gerektiğini bir tek bilge bilir.

akıl en sağlam surdur; çünkü ne yıkılır ne de ihanete uğrar.

dünyada en büyük mutluluk, mutlu ölmektir.

22.08.2016

toplu oyunlar

gülten akın



aklın olduğu yerde zayıflık barınmaz.

görmezler içte buncasını
benim kollarımda tek zincir
hey dünya ne verdin onlara
benden eksilttiğin nedir

alaca havada açan çiçeğim
sürsün, seni buralara taşıyan yel
bir, ölüm olmasın, mutluyum
varken soluğum, gözlerim

insan dost görüldüğü sürece sevilir. dostluklarsa, uzun sürmez.

dünyada ne kadar insan varsa, o kadar da zincir var. böylesi değil de öteki. içten içe taşır hepsi. daha ağır, daha sıkıntılı. kim söz açar bundan, kim yakınır? alışılagelmiştir.

dünyada her şeyin tek anlamı vardır. o anlamı ona biz veririz.

20.08.2016

ilk çember

aleksandr soljenitsin

gerçekten akıllı kişiler ileriyi görür, kaçamak ve dolambaçlı yollardan gider, her zaman sapasağlam ve özgür yaşarlar.


bir tek büyük ihtirasın ruhu kapladığı an geriye başka şey kalmaz. içimizde iki ihtirasa yer yoktur.

özgürlük insanlığın sonu olmalı. insanlığa gerçeği gösterebilecek tek şey sopadır.

mantıkla hiç ilgisi bulunmayan çok derin nedenlerle insanlar ya ilk bakışta anlaşır ya da hiç anlaşamazlar.

büyük bir savaştan önce büyük bir temizlik gereklidir.

stalin ürkünç biriydi, yanında yapılacak bir hata hemen önüne geçilmez bir patlamaya yol açabilirdi. ürkünçtü; özür dilemek için söylenenlere kulak vermez, suçlamazdı bile -kaplanınkileri andıran gözleri korkunç bir parıltıyla aydınlanır, göz kapakları hafifçe kapanırdı- ve içinden, mahkumun anlayamadığı kararı verirdi: rahat rahat çıkar giderdin, akşama tutuklayıp ertesi gün kurşuna dizerlerdi.

bir kadın, ancak erkeğin büyük başarılara ulaşmasını önler.

sıcaklık bir sanatçıda iki ağzı keskin bıçak gibidir: hayal gücünü besler ama günlük çalışmasını boşa harcamasına yol açar.

gerçek aşk mezara kadar uzanır. sevmenin tek yolu budur.

insanların iyi niyetinden yoksun kaldığımız zaman, bizi sevmeye devam eden kişinin değeri iki kat artar.

bize ihanet edecek olan, yiyeceğimizi paylaştığımız kişidir.

çocuk bütün özümüzü sömüren, hayatımızı kurutan, katlandıklarımız karşısında en basit minnet belirtisi bile göstermeyen bir ilahtır.

insanlar, en basit davranışlarının bile sandıklarından ters sonuçlar vereceğini düşünemezler.

hümanist ideal

stefan zweig

geniş bir dünya görüşünü, aydın yürekliliği temel alan her hümanist idealin kaderi, yalnızca tinsel-aristokrat bir ideal olarak kalmak, ender kişilerce benimsenmek ve bunlar tarafından bir miras gibi ruhlardan ruhlara, kuşaktan kuşağa aktarılmaktır; fakat öte yandan gelecekte bütün insanlığın kader birliği yapacağına olan bu inanç hiçbir zaman, en karışık dönemlerde bile tümüyle gücünü yitirmeyecektir.

ancak insan ruhunun kendi yaşam alanından yola çıkarak bütün insanlığa bulunduğu atıflar, tekil insana kendi gücü üzerinde bir güç kazanma olanağını armağan eder. insanlar ve toplumlar, gerçek ve kutsal ölçütlerini ancak kişilerüstü ve gerçekleştirilmesi neredeyse olanaksız ideallerin evreninde bulabilirler.

özgür yaşanmışsa özgür ölünmelidir! özgür ve sıradan giysiler içinde, hiçbir işaret takmaksızın ve bu dünyanın sunacağı tüm onurlandırmalardan uzak, bütün yalnızlar gibi özgür ve bütün özgür insanlar gibi yalnız ölmek.

18.08.2016

bekleyiş

türkan ildeniz


sayısını unuttuğum günlerce bekleyişten
ben yorgunum, rıhtım taşları yorgun
art arda geçen gemiler durmuyor bu limanda
duranlardan sen çıkmıyorsun

bil ki katıksız sancılara razıyım yokluğun olmasa
bil ki bir avuç biber gözlerime serpilen
ellerimde silinmemiş ellerinin izleri
durup şiirler okuyorum yoluna

içimde sıkıntının en dayanılmaz şekli
kaçıncı kere saatleri susturuyorum
bensiz çözülüp sensiz bağlanması yok mu halatların
tükeniyorum

william s. burroughs

halil turhanlı

"junk, kötü virüsün temel formülünü doğurur: gereksinim cebiri. kötünün yüzü daima bütüncül gereksinim yüzüdür. uyuşturucu bağımlısı, bütünüyle gereksinim içinde bulunan insandır. belirli yinelenmeler dışında, gereksinim hiçbir sınır veya denetim tanımaz." (william s. burroughs)

"bağımlılığın pek çok türü var ve kanımca hepsi de aynı temel yasalara tabidir." diyor burroughs. herkes bir şeye bağımlıdır ama kimse "ben bulmaca çözme bağımlısıyım" ya da "hi-fi tutsağıyım" demeye cesaret edemez. uyuşturucu bağımlısının dünyası, gerçekte içinde yaşayanların şuna ya da buna; fakat mutlaka bir şeylere tutsak düştükleri, bağımlı oldukları çok daha geniş bir dünyayı simgeler: insan virüs'ün taşıdığı hastalığa yakalanmış insanların dünyasını. virüs'ün belirtileri "açlık, nefret, savaş, polis suçları, bürokrasi ve cinnet"tir. bu belirtilerin görüldüğü deforme olmuş dünyada, yengeç adamlar, siyah dev kırkayaklar, küf tutmuş yaşlı insanların yarı saydam bedenlerini yiyerek beslenirler. kemirilip yıkıntıya dönüştürülen söz konusu insanlar umutsuz mahkumlardır: taşlaşmış bir toplumun duvarlarını ören tuğlalar.

burroughs'un evreninde devinen her şey, tüm objeler birer junk'tır ve bunlar bedeni denetler, baskı altında tutarlar. "junk" sözcüğünü iki anlamıyla kullanır. birinci anlamıyla junk, afyon -ve başta morfin ve eroin olmak üzere- türevlerini ifade eder; fakat yanı sıra, kullanılmış, tüketilmiş ve atılmış, çöp anlamlarına da gelir. uygar toplumumuz durmaksızın kullanılıp atılan, tüketilen objeler imal eden tüketim kültürüyle çevrelenmiştir. en çok çoğaltılan obje iğnedir (needle); bedene boşalır ve junkie mükemmel bir tüketicidir. insan bedeni de kullanılıp tüketilecek ve sonra bir yana atılacak bir yığındır.

burroughs'un temel izleği "denetim sistemleri" ve bunlara karşı direniştir. junk ve virüs sembollerini söz konusu izleği derinleştirmek için birer anahtar olarak kullanır. insanoğlu ile kişilik parazitleri arasında dur durak bilmeyen bir mücadele vardır. virüs güçleri insanlara utku aşılarlar ya da onları eroin için çırpınan kurbanlar haline getirirler. tenyalar, bin bir çeşit kurtçuk, insanın içini eşi görülmemiş bir oburlukla yiyip bitirir, hayalet gibi içini bomboş bırakırlar. burroughs'a göre, bütün siyasal sistemler asalak ve insanlık dışıdır.

toplumsal ve kişisel ilişkiler ise, sadistlik kertesinde ezici, sömürücü ve beyin yıkayıcıdır. denetim şiddet içerir, gerçekte insanlararası ilişkilerin kökeninde şiddet vardır. çünkü son kertede ben, öteki'ne, öteki'nin ruhuna ve bedenine sahip ve egemen olmayı hedefler. iki insan arasındaki ilişki sado-mazo bir öz taşır.

şunu iletmeye çalışır burroughs: "bütün denetim sistemlerini ve gerçeklik stüdyosu'nu sarsın." bu sömürüde "gevşek makine"lere imgeler gönderen kitle iletişim araçlarını özel bir düşman olarak gösterir. burroughs'a göre polis, uyuşturucular ve hatta dil de birer denetim aracıdırlar. "konuşmak yalan söylemektir" diyen burroughs, okuruna karşı dürüst olabilmek, "konuşmamak" için "cut up" tekniğine yönelir.

yazar da sözcüklerin kölesidir ve kendisini tuzağa düşüren kodlar ve sözcükler karşısında 3 seçeneğe sahiptir:

a. sözcük ve kodları kıskıvrak yakalayarak olağan işleyişlerine son vermek
b. onlara sert öldürücü darbeler indirmek
c. kod ve sözcüklerin kendisine ulaşamayacakları bir yerde konumlanmak

diğer bir deyişle, dilin ötesine geçerek sessizliğin alanına girmek. sözcükler, yaşamın ve duyguların baş düşmanıdır.

burroughs'un anarşist özü, bürokrasiyi eleştirirken netlik kazanır. bürolar, tıpkı uyuşturucu virüsü gibi kanser yapısıdır. toplumun dokularını sarmaşık gibi sararlar. suç işleme ya da suça azmettirme alışkanlığından vazgeçmeksizin yaşayamayan morfin polisi gibi, büro da devlet olmaksızın varlığını sürdüremez.

burroughs, dünyanın gidişinden duyduğu umutsuzluğu dile getiren bir "yeni zaman peygamberi"; fakat bir ahlakçı değil. olsa olsa bir nihilist. sansürün tarihçesinde bir dipnotu.  kendisiyle yapılan bir söyleşide, "çağdaş buluşların oluşturduğu yeni çağa ve çevreye uygun düşen bir mitoloji" yarattığını söylüyordu. bu "cool" yazar, bireyin kişiliğini sonuna dek sömüren çağımızın tüm baskılarını dramatize ederek bir mitoloji yarattı.

16.08.2016

din

schopenhauer: dinler ateş böceği gibidir. parlamak için karanlığa gereksinim duyarlar.

john adams: eğer din olmasaydı, hayal edilebilecek en güzel dünyada yaşıyor olurduk.

napolyon: dini olmayan bir devletle nasıl hükmedebilirsiniz? bir adam açlıktan ölürken, yanındaki başka biri fazla yemekten hastalanıyorsa, "bu tanrı'nın hikmetidir" diyen bir otorite olmadığı sürece, bu eşitsizliği kabullenemeyecektir. din, fakirlerin zenginleri öldürmesine engel olan şeydir.

henri frederic amiel: bir inancın kullanışlı olması, onun gerçekliğinin kanıtı değildir.

martin amis: ideoloji, kökenleri yeterince gerçekliğe dayanmayan bir inanç sistemi; din ise gerçeklikle hiçbir bağlantısı bulunmayan bir inanç sistemidir. dini inançlar mantıktan ve saygınlıktan yoksundur ve dünya çapında yol açtığı olaylar tüyler ürperticidir.

iain banks: insanlar, yanıltıcı olsa da, kesinliğe ulaşmak için yanıp tutuşurlar.

dan barker: içinde konuşan hayvanlar, büyücüler, cadılar, iblisler, yılana dönüşen sopalar, gökyüzünden düşen yemekler, suda yürüyen insanlar ve her çeşit büyülü, saçma ve ilkel hikayenin yer aldığı bir kitaba inanıyor, bir de yardıma ihtiyacı olanın bizler olduğumuzu mu söylüyorsunuz?

ingmar bergman: umarım asla dindar olacak kadar yaşlanmam.

buddhadasa: bu dünya bile gerçek değil. ahiret nasıl gerçek olabilir?

liste

boris vian


belediye iyi para veriyordu colin'e; ama artık çok geçti. bu işinde her gün çeşitli evlere gitmesi gerekiyordu. sabahtan eline bir liste veriyorlardı ve o da kapı kapı dolaşıp evdekilere, bir gün önceden başlarına gelecek felaketleri haber veriyordu.

her gün fakir, zengin bir sürü mahalleyi dolaşıyordu. bir sürü merdiven tırmanıyordu. her yerde kötü karşılanıyordu. kafasına ağır ve yaralayıcı cisimler, sert ve tatsız sözler fırlatıyorlar ve kapı dışarı ediyorlardı. buna karşılık para kazanıyor ve işverenlerini memnun ediyordu. uzun zaman kalabilecekti yeni işinde. yapabildiği tek şey buydu, kovulmak.

yorgunluk pençesine almıştı onu, dizlerini yapıştırıyor, suratını derin derin oyuyordu. gözleri artık insanların çirkinliğinden başka şey görmez olmuştu. durmadan dinlenmeden gelecek felaketleri haber veriyordu. durmadan dinlenmeden insanlar kovuyorlardı onu, yumruklarıyla, çığlıklarıyla, gözyaşlarıyla, sövgüleriyle.

iki basamağı çıktı, koridora yürüdü ve kapıyı çalıp hemen geri çekildi. içerdekiler kara şapkasını görünce tanıyorlar ve kötü davranıyorlardı. ama yakınmaya hakkı yoktu; çünkü böyle olması için ona para veriyorlardı. kapı açıldı. haberi verdi ve kaçtı. ağır bir odun havada uçtu ve sırtına vurdu.

listenin üstünde bundan sonra ziyaret edilecek kişinin adını aradı ve bunun kendi adı olduğunu gördü. fırlattı attı şapkasını bunu okuyunca ve sokakta yürümeye başladı. yüreği sanki kurşun dolmuş gibi ağırdı ve artık biliyordu yarın ölmüş olacağını chloé'nin.

yalnız bir avcıdır yürek

carson mccullers

öfke, yoksulluğun en değerli çiçeğidir.

bazı insanlarda, bütün kişisel şeyler, içinde mayalanıp zehirlemeden önce onlardan vazgeçme yeteneği vardır.

bir insan elde ettiği şey için dövüşmeli.

bir insanın yapabileceği en kötü şey, tek başına kalmaya çalışmaktır.

kuşlardan birini yakalar ve ayağına kırmızı bir ip bağlayıp bırakırsan sürünün geriye kalanı gagalaya gagalaya parçalar onu.

bilenler vardır, bilmeyenler vardır. ve on bin bilmeyene karşılık bir tane bilen vardır. bu mucize her zaman vardı; ne var ki milyonlar o kadar şey biliyor da bunu bilmiyor. tıpkı herkesin dünyanın dümdüz olduğuna inandığı on beşinci yüzyılda olduğu gibi, yalnızca kristof kolomb ve daha birkaç kişi biliyordu gerçeği.

bir mal parçasının ya da bir dükkandan satın aldığımız herhangi bir eşyanın değeri nedir? değer yalnızca bir şeye bağlıdır; bu da, bu eşyayı yapmak ya da yetiştirmek için harcanan emektir.

15.08.2016

alçaklığın evrensel tarihi

jorge luis borges

kimi zaman iyi okurların iyi yazarlardan bile ender bulunduğundan kuşkulanıyorum.

okuma, yazmadan sonra gelen bir etkinliktir. daha alçak gönüllü, daha az sıkıntı veren, daha entelektüel bir uğraştır.

1517'de, antiller'deki altın madenlerinin cehennemsi derinliklerinde eriyip giden yerlilere çok acıyan ispanyol misyoner bartolome de las casas, ispanya kralı v. carlos'a zenci ithal etmeyi önermişti. antiller'deki altın madenlerinin cehennemsi derinliklerinde zenciler eriyip gitsin diye. bizler, her iki amerika, bu ani, tuhaf, insancıl değişikliğe borçluyuz pek çok şeyi.

kainatın yaratılışını, hayaletimsi bir tanrı'ya atfeder hakim. bu ilahi varlığın başlangıcı olmadığı gibi, adı ya da yüzü de yoktur. değişmeyen bir tanrıdır ve görüntüsünün dokuz gölgesi lütfedip yaratılışı başlatmış; ilk cenneti peydahlayıp yönetmiştir. bu ilk yaratılış halkasından, kendi melekleri, güçleri ve tahtları olan bir ikincisi doğmuş ve bunlar, ilkinin simetrik aksi olan bir alt cennet oluşturmuşlardır. bu ikinci topluluk bir üçüncüsüne, üçüncüsü ise bir alttakine yansımış ve bu 999 kere tekrarlanmıştır.

en alt cennetin tanrısıdır bizi yöneten, gölgelerin gölgesinin gölgesidir ve tanrılık derecesi sıfıra yaklaşır, içinde yaşadığımız dünya, bir hata, beceriksizce, gülünç bir taklittir. taklidi çoğaltıp doğruladıkları için aynalar ve babalık iğrenilecek şeylerdir. en yüce erdem iğrenmektir. peygamberin bizi seçmekte özgür bıraktığı iki yoldan ulaşılır bu erdeme: dünyevi zevkleri reddetmek ya da bunların peşinden koşmak, bedeni bütünüyle reddetmek ya da üstüne düşmek.

tek bir bedenle çile çekersiniz bu yaşamda; ölüm ve cezada ise sayısız bedenle çekeceksiniz çileyi.

karanlığın sonu yoktur burada, taş çeşmeler ve havuzlar vardır. bu cennetteki mutluluk, ayrılığın, kendini inkarın ve uyumakta olduklarını bilenlerin mutluluğudur.

öldüğünü ve konuşamayacağını anladığım an ondan nefret etmekten vazgeçtim.

14.08.2016

dalgalar

virginia woolf

bütün dokunulabilir yaşantı biçimleri başarısızlığa uğrattı beni. uzanıp katı bir şeye dokunamazsam, ölümsüz koridorlarda sonsuza dek savrulacağım. öyleyse neye dokunabilirim? hangi kiremite, hangi taşa ki devsi girdaptan kendimi bedenime geri çekebileyim, güven içinde?

içim eğitilmemiş benim; korkuyorum, nefret ediyorum, seviyorum, sizi kıskanıyorum ve küçümsüyorum; ama hiçbir zaman mutlulukla katılamıyorum size. ağaçların, posta kutularının gölgelerine sığınmaya karşı çıkarak istasyondan gelirken önceden sezdim, paltolarınızdan, şemsiyelerinizden, uzaktan bile, sizin nasıl da birlikte akan anların yinelenmesinden yapılmış bir özün içine gömülü durduğunuzu, bir şeye bağlı olduğunuzu; çocuklar, yetki, ün, sevgi ve toplulukla nasıl da bir tavır aldığınızı, benim hiçbir şeyimin olmadığı yerde. yüzüm yok benim.

şimdiki zamanı içeren bir dünyada niçin ayrımlar yapmalı? böylelikle biz onu değiştirmediğimiz sürece hiçbir şey adlandırılmamalı. bırak, böylece var olsun, bu ırmak kıyısı, bu güzellik ve bir an için hazlara boğulan ben. güneş sıcak. ırmağı görüyorum. sonbahar güneşiyle benek benek, yanmış ağaçları görüyorum. kayıklar akıp gidiyor kırmızının içinden, yeşilin içinden. uzaklarda bir çan çalıyor; ama ölüm çanı değil. yaşam için çalan çanlar da vardır. bir yaprak düşüyor, hazdan. ah! yaşamaya aşığım!

esinti onları savurdukça bulutlar küme küme beyazlıklarını yitiriyor. bu mavi hep böyle kalabilseydi; bu açıklık hep böyle durabilseydi; bu an hep böyle kalabilseydi..

onların yanlarına oturacakları arkadaşları var. köşelerde anlatacakları özel şeyleri var. ama ben yalnız adlara ve yüzlere veririm kendimi; yıkımlara karşı muska gibi biriktiririm onları. salonun karşısında bilinmeyen bir yüz seçerim, o adını bilmediğim karşımda oturdukça güç bela içebilirim çayımı. tıkanırım. tutkumun şiddetinden bir o yana bir bu yana sallanırım. çalıların arkasından beni gözleyen bu adsız, bu kusursuz insanları düşlerim. onlar beni beğensinler diye yükseklere sıçrarım.geceleyin yatakta onları şaşkına çeviririm. bana ağlasınlar diye sık sık oklarla delik deşik olup ölürüm.eğer son tahlilde scarborough'da olduklarını söylerlerse ya da ben bavullarındaki etiketlerden anlarsam bunu, bütün kasaba altına dönüşür, bütün kaldırım süslerle donanır. işte bu yüzden nefret ediyorum bana gerçek yüzümü gösteren aynalardan. yalnızken çoğu zaman hiçliğe yuvarlanıyorum. ayağımı uzatmalıyım gizlice, düşüp gitmeyeyim diye dünyanın kıyısından hiçliğe. sert bir kapıya vurmalıyım elimi, kendimi yeniden bedenime çekebilmek için.

bizi bıraktıkları zaman bir gizemlilik vardır insanlarda. bizi bıraktıkları zaman havuza kadar eşlik edebilirim onlara, görkemli kılabilirim onları. aylar geçtikçe her şey katılığını yitiriyor; benim bedenim bile ışığı geçiriyor şimdi; omurgam mum alevinin yanındaymış gibi yumuşak. düşler görüyorum, düşler görüyorum.

yansımalara karşı çok az eğilimim olduğu bir gerçek. her şeyde somut olanı istiyorum. yalnızca bu yoldan yeryüzünü yakalıyorum. yine de iyi bir tümcenin bağımsız bir varlığı varmış gibi geliyor bana. ama sanırım en iyileri, yalnızken kurulanlardır.

dostlarımızın kendi gereksinimlerini karşılamak için bizi ele aldıkları gibi yalınkat değiliz. yine de sevgi yalındır.

şenlik alevleri yükseliyor. koca koca yeşil dallar fırlatarak, ellerindeki dalları sallayarak şenlik alayı geçiyor. boynuzlarından mavi bir duman çıkıyor; meşale ışığındaki derileri kırmızı, sarıyla benek benek. menekşeler atıyorlar. çelenklerle defne yapraklarıyla dolduruyorlar her yanını sevgilinin, orada, dik sırtlı tepelerin indiği çim halkası üzerinde. alay geçiyor. ve o geçerken biz yıkılışın bilincindeyiz. çürümeyi önceden duyuyoruz. gölge yana yatıyor. biz, soğuk bir ceset külü kabına eğilmek için bir araya sürülmüş kötülük hazırlayıcıları, eflatun alevin nasıl aşağılara sarktığını gösteriyoruz.

geçmiş, yaz günleri, oturduğumuz odalar, akıp gidiyor kızıl gözlerle dolu yanmış kağıtlar gibi. ne diye karşılaşıp yeniden başlamalı? ne diye konuşmalı, yemek yemeli, öbür insanlarla başka karışımlar oluşturmalı? bu andan sonra ben yalnızım. hiç kimse bilmeyecek beni şimdi.

ben, yine ben, yine ben. açık seçik, katı, hiçbir kuşkuya yer bırakmayacak biçimde duruyor işte orada, benim adım. açık seçiğim, kuşkuya yer bırakmıyorum ben de. ama koskoca bir deneyim kalıtı dertop olmuş içimde. binlerce yıl yaşadım. çok yaşlı bir meşe ağacının içinde yolunu kemiren kurtçuk gibiyim. artık, şimdi yoğunum, bu güzel sabahta bütünlendim.

şapkamı başıma geçirerek bir yeryüzüne attım adımımı, şapkalarını başlarına geçirmiş çok sayıda adamla dolu bir yeryüzüne ve itişip kakıştık, trenlerde, yeraltı trenlerinde yüz yüze geldikçe, yarışmacıların, yoldaşların duygudaşlığıyla birbirimize göz kırptık, binlerce tuzak ve kaçışla bağlanmıştık birbirimize, aynı sonuca varmak için, yaşamımızı kazanmak için.

hoştur yaşamak. iyidir yaşamak. yaşamın yalın ilerleyişi doyurucudur. sağlığı yerinde sıradan adamı al ele. yemek yemekten, uyumaktan hoşlanır. temiz havayı koklamaktan, strand'dan aşağı canlı adımlarla yürümekten hoşlanır. ya da kırlarda, bir bahçe kapısında öten bir horoz vardır; tarlanın çevresinde dörtnala koşturan bir tay vardır. hep bir şeylerden sonra bir şeyler yapılmalıdır. pazartesiyi salı izler; salıyı çarşamba. her biri o aynı gönenç dalgacığını yayar; aynı ritim eğrisini yineler; taptaze kumu bir ürpertiyle örter ya da onsuz ağır ağır geri çekilir. böylece, varlık halkalar geliştirir, kimlik güçlenir. havaya fırlatılıvermiş, her dönemden yaşamın yabanıl, zorlu esintileriyle oraya buraya savrulmuş bir tohum serpintisi gibi coşkun ve sinsi olan şey, şimdi bir yönteme bağlı, düzenli ve bir amaçla savruluyor.

hep bir şeylerden sonra bir şeyler yapılmalıdır. pazartesiyi salı izler, salıyı çarşamba. her biri aynı dalgacığı yayar. varlık, halkalar geliştirir; ağaç gibi. ağaç gibi yapraklar dökülür.

yaşam kusurlu, bitmemiş bir söz dizisi.

yazık! hindistan'da güneş başlığıyla at sürüp küçük bir eve dönemedim. senin yaptığın gibi, geminin güvertesinde hortumla birbirlerine su fışkırtan yarı çıplak oğlan çocukları gibi, ortalıkta yuvarlanamam. bu ateşi istiyorum ben, bu sandalyeyi istiyorum. gün boyu bu şeylerin peşinde koştuktan sonra, onun üzünçlerinden sonra, inlemelerinden, beklemelerinden, kuşkularından sonra yanına oturacağım birisini istiyorum. tartışmalardan, uzaklaşmalardan sonra özel yaşamımı istiyorum, seninle yalnız olmak, bu yaygarayı düzene sokmak. çünkü, alışkılarım konusunda kedi denli düzenliyim. yeryüzünün pisliğine, bozulmuşluğuna karşı çıkmalıyız; dönen, girdaplar oluşturan, kusulmuş, ezen kalabalığına. kişi, kağıt keseceğini bile romanın sayfaları arasında tam bir düzenle kaydırmalı, mektup paketlerini yeşil ipekle düzgünce bağlamalı, faraşla külleri toplamalı. bozulmuşluğun korkusunu sindirmek için elinden geleni yapmalı. romalıların dayanıklılığını ve erdemlerini yazanları okuyalım, kumlar içinde yetkinlik arayalım. evet; ama soylu romalıların erdemini, dayanıklılığını senin gri gözlerinin ışığı altına kaydırmayı seviyorum, dans eden çimenlerin, yaz esintilerinin, oynayan oğlanların kahkahaları, bağrışmaları altında, gemi güvertelerinde hortumla birbirlerini ıslatan çıplak kamarotların. bu nedenle yan tutmaz bir arayıcı değilim. her zaman renkler lekeliyor sayfayı, bulutlar geçiyor üzerinden. ve şiir, düşünüyorum da, yalnızca senin konuşan sesin. alkibiades de ajax, hektor, percival de sensin. ata binmeyi sevdiler, umursamazca tehlikeye attılar yaşamlarını onlar; kitaplara çok düşkün de değillerdi öyle. ama sen, ne ajax'sın ne percival. senin kendine özgü tavırlarınla burunlarını kırıştırmadılar, alınlarını kaşımadılar. sen sensin. birçok şeyin yokluğuna karşın beni avutan da bu işte -çirkinim, güçsüzüm- yeryüzünün aktöre çöküşüne karşın, gençliğin uçuşuna. percival'in ölümüne, sayısız acılara, kinlere, kıskançlıklara karşın.

ama bir gün kahvaltıdan sonra gelmezsen, bir gün seni bir aynada, belki de bir başkasının ardından bakarken görürsem, telefon senin boş odanda çınlar çınlarsa, ondan sonra ben, anlatılmaz acılardan sonra ben -çünkü insan yüreğinin çılgınlığına sınır yoktur- bir başkasını arayacağım, bir başka sen bulacağım. bu arada, gel, zaman saatinin tiktaklarını bir vuruşta susturalım. yaklaş.