18.06.2012

unutma bahçesi

latife tekin

bomboş unutabilsek, unutmadan yanayım ben.. ama unuttukça insanın anıları çoğalıyor.

doğru, kuşlar gibi uçulmaz, balıklar gibi uçulur, anıların derinliklerinde demişti.

ölüm, sihirli sözcüğü onun. rujunu tazeler gibi ölümden söz eder. böyle süsleniyor, ifadesine ölümün bilinmezliği sinecek.. unutmanın canlılık getiren bir rüzgar olduğunu ben söyledim ona. benimsemiş bunu; yakında unutur, kendi düşüncesi sanmaya başlar.

biriyle tanışacak olduğumda, o beni görmeden ben ona gizlice bakarım önce.

ilk bakışın gücüne inanırım ben. o zaman, karşımızdaki insanın ruhu bir kereliğine, asla unutamayacağımız biçimde, en gizli köşelerine kadar aydınlanıyor.

internet yalanın umuda dönüştüğü yerdir, umudun yalana..

beni de, insanların topluca ve hızla alıştıkları şeyler ürkütüyor, yalan değiştokuşu yapmaya yarayan ortamlar yaratmaya olan hevesleri..

unutacağımız hiçbir şey kalmayana dek her şeyi unutabilsek tanrıyla karşılaşacağız ama oraya kadar unutmayı beceremiyoruz bir türlü.. insan iniyor aşağı; ama bir noktada soluksuz kalıp yukarı sıçrıyor.

yerinde bir soruyu sormanın da uygun düşmeyeceği durumlar vardır.

ağzımdan dökülen her söz kulağımda yer edecek olsa.. işitmeye katlanamazdım bütün o sözleri. hepsi birden aynı anda ses verse..

işlerini iyi yapmadıklarını gördüğümde sinirleniyorum, yaptığı işe kendini veremeyen insanları sevemiyorum.

akıl, beklenmedik durumlarda sahibini koruma telaşıyla olmadık düşüncelere kapılır, insan mantık filan gözetemezmiş o zaman.

bir neden olmasa da, buraya yeni gelen kişilere kötü davranır hep. herkes de kapısını zorlamıyor. ilk birkaç gün konuşmaz hatta, kaçar onlardan, yemeğini evinde yer. acaba bizi istemiyor mu duygusu yaratır insanlarda. bir ürküntü nedeniyle tanışma zorluğu yaşadığını, yoksa kendini böyle her gelenden saklamayacağını düşünüp önceleri onun adına üzülmüştüm. sonra içimde bir sezgi uyandı, özellikle yapıyor bunu, bilerek, insanların hareketlerine bir ölçü gelsin diye. başka türlü burada eşit ilişkiler içinde olamayız.

avcıların çoğu doğa dostudur, sevmeyi bilmediklerini sanma, yanılmış olursun, sevgi vardır onlarda. avcının sevgisi bir hayvanı vurmasından sonra ortaya çıkar.

bıraktıkları mesleklerini, geldikleri yeri, hatta adlarını bile saklayanlar var ama cep telefonları hiç susmuyor. istemedikleri hayatlarıyla haberleşiyorlar sürekli, ya unutamaz da geri dönersek kaygısıyla sanırım. gölün çevresinde, birbirlerini görmüyorlarmışçasına, esnek adımlarla, bir elleri yitik, bir elleri düşeceklermiş gibi öne eğilmiş başlarına yapışık dolanıp durmalarına uzaktan bakıyorum. buraya kendilerini hatırlatma ayinine gelmişler gibi bir hava çarpıyor yüzüme. kaygıyı da aşan duygularla ilişkilerini koruyup bekletmeye alıyorlar. unutma isteğiyle dolanların, unutulmaya hiç de razı olmadıklarını görmek beni sarsıyor.

insan aldığını silen bir varlıktır, yalnızca verdiğinin hesabını yapmayı bilir.

korku hayvanı akıllandırır, insanı aptallaştırır.

bir gün düşünmüştüm, topluca yok olup gitsek dünya ne kaybeder, hiç..

yaz unutma mevsimi; kış, anımsama.

pelin özer: bilinçli bir unutamamışlık, şaşkın unutkanlıktan iyidir.

pelin özer: bir kitabı yazmaya ancak onu unuttuğumuz an başlarız.

boş arzu sonunda boş pişmanlıkla
el ele gidince ölüme, her şey boşlaşınca
ne dindirebilir ki unutulmamış acıyı
ve öğretebilir unutmamışa unutmayı

altın çağ sona erdiğinde insanlar üç gruba ayrılmış. bir grup güneşin doğduğu yöne gitmiş, bir grup güneşin battığı yere.. bir grup da su aşırı derinliklere inmeyi tercih etmiş..

unutmak: insan her gün gördüğü yüzler arasından bir yüzü seçip unutmak isterse, bir varlığın, içine işleyen duygusundan sıyrılmaya çalışırsa başarısızlığa uğrar, o yüzü ve o varlığı çevreleyen her şeyi, sesinin ulaştığı, titreştiği genişliği, bakışlarının derinliğini, gezip dolaştığı yerleri, gidebileceği uzaklıkları, sığdığı ve taştığı her şeyi unutması gerekir. unutmak, insan için, bütün bir zamanı unutmakla olanaklıdır. bir bakışı unutmak istediğimizde, büyük bir yitimi göze almak zorundayız. ancak böyle bir yitimin neden olacağı yıkımın altından kalkabilirse, insanın yeni bir yaşamı olabilir ve insan bu yeni yaşamına çok derin bir bilgiyle, kaybın bilgisiyle sahip olur.

anımsamak: nasıl bir şeyi onu çevreleyen her şeyle birlikte unutuyorsak anımsamak da böyledir. bir anının ışığı, başka bir anıyı aydınlatıyor ve bu aydınlık bölge, bir leke biçiminde zamanın içine yayılıp genişliyor, bir sözcük, titreşimiyle başka bir sözcüğü harekete geçiriyor. birbirine bağlı metal parçaların, bir dokunuşla tınlamaya başlaması gibi. anımsama, bir an için geri dönmek değildir, kendimizi, geçmişte elinden sıyrıldığımız ölümün kucağında bulmamız demektir; bir şey unuttuğumuzda değil bir şey anımsadığımızda ölüm aklımıza gelir; çünkü anılarımız ölümün de anıları..

değil: unutmak için gittiğiniz bir yer düşleyin. bu yer dünyaya benzemesin. toprak bile olmasın, gökyüzü, ağaçlar yok. yolculuk etmeden hep buraya gidin sonra, ışınlanır gibi. açıktasınız ama sonsuzluk hissi veren bir derinlik içinde, genişlik ortasında değil. giyiniksiniz ama elbiseniz sizin deriniz, etinize acıyla yapışmış bir deri değil bu, hafif pütürlü, esnek, mat. dışarıdan görülebilen tek şeyin kendiniz olduğu bu yerin rengine bürünmüş olun, görülmedik bir renk olsun bu da. sadece üzerine yaslanır gibi oturduğunuz bir yükseklik var, hiçbir şey yok başka. yine insan gibi biçimlisiniz. herhangi bir şeyi unutmak için insanın kafasında bir zıtlık oluşturması gerekir, düşünerek yapamazsınız bunu. düşünceler kaçmaya çalıştığınız yere ve zamana aittir, gidin. unutmak için, kendinizi olmayan bir yerde düşleyin.

15.06.2012

unutmak yok

pablo neruda


neredeydin diye sorma
derim ki "işte öyle"
topraktan söz etmeliyim kendini yok eden
ben yalnızca kuşların yitirdiği şeyleri bilirim
geride kalan denizi, kız kardeşimin ağlayışını

neden bu kadar çok bölge var
neden bir gün başka bir günle birleşir
karanlık gece birikir ağızda, neden
neden ölüler vardır

nereden geldiğimi sorarsan
kırık nesnelerle konuşmam gerekecek
acı kap kacakla
kocaman hayvanlarla çürüyüp kokuşmuş
ve çorak yüreğimle

aklıma gelenler anılar değildi
unutulmuşlukta uyuyan sarı güvercin de değil
yaşlı yüzlerdi
boğaza sarılmış parmaklardı
yapraklardan düşen damlalardı bir de
günün karanlığı geçti gitti
yaslı kanımızla beslenen
işte menekşeler, kırlangıçlar
işte bizi duygulandıran her şey
işte tatlı kartpostallar
zamanla sevimliliğin el ele dolaştığı

ama bu dişlerin ötesine geçmeyelim artık
sessizliğin kabuğuna geçmesin dişlerimiz
bilmiyorum çünkü nasıl yanıtlayacağımı
niçin bu kadar ölü var
niçin bu kadar çok deniz setleri
kırmızı güneşin yol yol çatlattığı
niçin gemi bordalarına vuran başlar

ve niçin bu kadar çoktur
öpüşleri gizleyen avuçlar
ve niçin bu kadar
unutmak istediğim
çok şey var

14.06.2012

mansfield park

jane austen

insanların karşısındakinden en çok şey bekledikleri ve kendi kendilerine karşı en az dürüst oldukları alışveriş evliliktir.

insanlar doğanın yüceliğini daha derinden duyabilseler, onun güzelliğine dalarak kendilerini unutabilseler, kötülük de üzüntü de azalırdı.

doğamızın herhangi bir yetisinin diğerlerinden daha üstün olduğunu söyleyebilirsek bence bu, bellektir. belleğimizin gücünde, zayıflıklarında, ayarsızlıklarında, zeka yetilerimizin hepsinden daha anlaşılmaz bir yan var. bellek denen şey bazen öyle tutucu, öyle işe yarar, öylesine uysaldır. bazen de o derece şaşkın ve zayıf! başka zamanlarda da öylesine dik başlı ve yola gelmez! gerçi biz insanlar her bakımdan bir mucize sayılırız ama anımsamak ve unutmak yeteneğimiz özellikle anlaşılmaz bir sır!

inan ki dünyada en büyük zevklerimden biri seni sevindirmektir. yok, hayattaki en bütün, en katıksız zevkim budur, diyebilirim. tümüyle pürüzsüz bir zevk bu.

kadın için, sevilenin el yazısı, yazdığı şey ne olursa olsun, bir mutluluk kaynağıdır. başka hiçbir insanoğlunun biçimlendirdiği harfler, edmund'un şu sıradan yazısına benzeyemezdi. bu harfler, aceleyle yazılmış oldukları halde, kusursuzdu.

akıl soranlar ancak, yanlış karar verecekleri zaman, vicdanlarının sesini susturmakta yardımcı aradıkları için sorarlar.

dr. johnson: evliliğin çok acıları olabilir ama bekarlığın da hiç tadı yok.

13.06.2012

ilke

akşit göktürk

bütünlük ile uyum, bir yazınsal metni oluşturan temel ilkelerdir.

her yazar, çizdiği dünyayı, belli bir dilin, belli törelerle yaşayan kişilerine iletmek amacındadır. bu bakımdan, ilk çırpıda seslenilen okurun kültürel yapısı ile dünya görüşü, aşağı yukarı bellidir. bu özellikle, politik söylev metinlerinde apaçık görünür. sözgelişi, dinsel duygular, alıcı kitlesinin yaşama biçimine yön veren önemli bir kültürel etkense, beklentinin ne olduğunu en kestirme yoldan bilir politikacı; bu beklentiyi karşılamayı iş edinir konuşmalarında. her türlü propaganda yazısında da açıkça görülür bu nitelik. dünyaya bakışı ilkel bir ulusçuluğun yanılsamalarıyla koşullanmış bir okur kitlesinin de beklentisi aşağı yukarı bellidir. ilkel politikacılar, neredeyse bir içgüdüyle, çıkarlarını bu beklenti üstüne kurulmuş bir iletişimde ararlar.

dizeler

melih cevdet anday



denizin uzaklardan getirdiği
yabancı, anlamsız bir şeyim

şunu anladım ki bu fani hayatta
yol daha uzunmuş vuslattan

anladım farkı neden sonra
tohumdan başka şeymiş bitki

umut bir ağaçtır, gökleri sarar

martı bir majesküldür
küçük bir çocuğun yazdığı

sevmek kuşların
bir an boş bıraktıkları ağaçtır

sen köpük tohumusun bıçağımı bıraksam
köprünün dilisin çağırsam suyu
uyanılmış uykusun bahçeyle konuşsam

eskiyen söz simya gibidir
taş, bakarsın, altın oluverir

hem yaşıyordum, hem yaşamıyordum
yeşil gibi, dikey gibi, ses gibi

ellerin bana öyle gereklidir
bilinmedik sokaklara çıkardım

ben yağmurun kum saatiyim
nice göğün düşüp öldüğü yerde
taşın ilkçağıdır yüreğim

kazdı durdu bahçemizi bunca yıl acı
umutsuzluğumuz insan kalmak içindi

gizdi soyluluk veren yaşama

ancak kendi bulduğumuzu anlayabiliriz
bu da bağımsızlık ve yalnızlık demektir

yirminci yüzyılı yaşadım
tedirginliğimizin zorbalığıdır sanrılar
ve tohumun beklenmedik gürültüsüyle
çıplak su gibi yinelenir zaman
gök yüzünde usumuzun dirliği

bu gürül gürül otların yanı başında
ağacın gölgesine değdi değecek
tam şeftalinin kokusu başlarken
öpüşmeye kıl kadar bitişik
akarsuyun burnunun dibinde
bu zulüm, bu haksızlık, bu işkence

sevdiğim çiçek adları gibi
sevdiğim sokak adları gibi
bütün sevdiklerimin adları gibi
adınız geliyor aklıma

ben yağmurun kum saatiyim
nice göğün düşüp öldüğü yerde
taşın ilkçağıdır yüreğim

yüreği tedirgin eden bilgelik

yuva

vladimir makanin

bir ayyaş, nereye yuva kuracağını bilir.

bizler her şeye ve herkese acırız. hastanedeki çocuklara. ihtiyarlara. öldüresiye dövülen hayvanlara. ben bazen, söylemesi komik ama, ayaklarımın altındaki kırılmış ot sapına acıyorum. ne tarafa baksam canım yanıyor.

en ufak bir yönelimin bile bir sivri ucu vardır.

bir entelektüel, vakti geldiğinde polisin eline rüşvet tutuşturmayı bilmeye mecburdur.

her insan günün birinde bir tanıma şekli olarak şu ya da bu değerlendirmenin anlamsızlığını kavrar. değerlendirmeler dünyası varlığını noktalamıştır. bir aydınlık gelir. bayram edilir. insan ruhu birden şarkılar söylemeye başlar.

tehdit, eylemin kendisinden daha korkutucudur.

hepimiz toprakta olacağız. tabut ya da kutularda. ölüler susar. çürüme ve küldür payımıza düşen.

mezarlarınıza tüküreceğim *

boris vian

her erkek kara derili bir kadınla yatmak ister. bu doğal bir reflekstir. kara derili bir kadınla yatmanın değişik olacağı sanılır. sahiden de değişiktir. 

hakkında ister iyi söylensin ister kötü, bir kitaptan herkes söz etti mi, o kitap bir yazınsal başarıdır.

iki ayrı dünyadanız. birlikte var olan ama karşılaşamayacak olan iki dünya. bunlar karşılaşırsa mutsuzluk ve yıkımdan başka bir şey çıkamaz ortaya. her ikisi için de.

arama tarama işinde bir aynasızdan iyisi yoktur.

insanlar çok çirkin. adım başı çirkin insanlardan oluşan topluluklarla karşılaşmadan sokakta yürüyüş yapmanın olanaksızlığının farkında mısınız? yürüyüş yapmaya bayılırım ama çirkinlikten tiksinirim. benim bir sloganım var: bütün çirkinler öldürülecek. eğlenceli, öyle değil mi?

belki de kadınlar iktidarsız erkeklerden hoşlanıyordur. bir erkek, gerçek bir erkek onları her zaman biraz korkutur. kırılmaktan korkuyorlar. iktidarsız biriyse iyi bir kız arkadaş gibi oluyor.

hep böyledir: evlisindir. kızlarla yatarsın da hiç sıkılmazsın. ama karını bir başkasıyla düşündün mü, tüm dünyayı gebertmeye kalkarsın. bu iş böyle, arada hiç benzerlik yoktur. erkeğin yaptığı, hiçbir zaman karısını aldatmak değildir.

"bütün çirkinler öldürülecek" ve "bütün ölülerin derileri aynıdır" ile birlikte.

12.06.2012

yaşadığımız sefalet

andre gorz

yalnızca bir özne anlam yaratabilir.

sermayenin ulusüstü devleti, toplumsuz iktidar olarak, iktidarsız toplumlar yaratmaya çalışıyor, devletleri krize sokuyor, politikayı gözden düşürüyor ve politikayı hareketliliğin, esnekliğin, özelleştirmenin, düzensizleştirmenin, kamusal harcamaların ve toplumsal giderlerin azaltılması ile ücretlerin düşürülmesinin, piyasa yasasının oyununu serbestçe oynayabilmesi için sözümona zorunlu addedilen her şeyin gerekliliğine boyun eğdiriyor.

yalnızca bildiğimiz şeyi anlıyoruz ve yalnızca anlayabildiğimiz şeyi biliyoruz.

hiçbir iş adanmayı hak etmez.

bir yandan zihniyetlerin dönüşümü olmaksızın toplum, politika, ekonomi, evrim gösteremez; öte yandan ise zihniyetler yalnızca toplumun tamamı bir dönüşüm geçirirse gerçekten değişebilir.

touraine ayan beyan bir reformisttir; devrimi yalnızca totaliter rejimlere götüren modern öncesi bir proje olarak görür.

özneye saygı, günümüzde iyiliğin tanımı haline gelmiştir. kötülük ise, insan üzerindeki tahakkümü ve insanın bir nesneye ya da bir nesnenin parasal karşılığına dönüştürülmesidir.

insan en değerli sermayedir.

her birimizi özne olarak yaşatan şey, artık "toplumsal bütünleşmeden başka bir şeyden söz etmeyenlerin ahlakçı söylemleri" değil, "aidiyetsizlik, kendi toplumsal rolleriyle kendisi arasına mesafe koyma kapasitesi ve karşı gelme ihtiyacıdır. özneleşme, bir öznellik karşı-kültürüne kendisi hapsetmemek ve tam tersine özneyi aktif olarak yok eden güçlere karşı mücadeleye katılmak koşuluyla, her zaman toplumsallaşma karşıtıdır."

11.06.2012

varoluş biçimleri

jostein gaarder

kierkegaard'a göre varoluşun üç biçimi olabilir: estetik aşama, etik aşama ve dini aşama. "aşama" sözcüğünü kullanmakla, ilk iki aşamada bulunan bir insanın ani bir sıçramayla daha yüksek bir aşamaya geçmesinin mümkün olduğunu da belirtmek istiyor. ama kierkegaard'a göre birçok insan, ömrünü sadece bir aşamada kalarak tamamlar.

estetik aşamada bulunan biri hep günü gününe yaşar ve haz peşinde koşar. bir şeyin iyi olması güzel, hoş ya da keyif verici olması demektir. böyle bir insanın tümüyle duyular dünyasında yaşadığını söyleyebiliriz. estetik eğilimli insan hazlarının ve ruh hallerinin elinde bir oyuncak gibidir. sıkıcı gelen her şey kötüdür onun için. tipik bir romantiğin yer aldığı aşamadır bu; çünkü sadece duyusal hazları kapsamaz. gerçeklikle -ya da örneğin sanatla veya felsefeyle- oyun benzeri ciddi olmayan bir ilişki içinde bulunan biri de estetik aşamada yaşamaktadır. hatta hüzün ve acı karşısında bile estetik bir tutum içinde olabilir insan ya da bunları "izlemekle" yetinebilir. o zaman da gösterişçilik egemen olur hayata. ibsen, peer gynt'te bunun tipik bir örneğini çizmiştir.

estetik aşamada yaşayan biri kolayca kaygı ve boşluk duygularına kapılıverir. ama bu duyguları yaşıyorsa, o zaman umut da var demektir. kierkegaard için kaygı neredeyse olumlu bir şeydir. kişinin bir "varoluşsal durumda" bulunduğunu gösterir. bu kişi daha yüksek bir aşamaya sıçrama yapıp yapmayacağına kendi karar verebilecektir. bu ya gerçekleşir ya da gerçekleşmez. insan gerçekten sıçramadıysa, "neredeyse sıçramış" olmak bir işe yaramaz. ya olur ya da olmaz. senin yerine başka biri de yapamaz bu sıçramayı. kendin karar vermeli, kendin sıçramalısın.

kierkegaard'ın böyle bir karardan söz edişi biraz da gerçek sezginin insanın içinden geldiğini söyleyen sokrates'i hatırlatıyor. estetik aşamadan etik ya da dini bir yaşam tarzına geçişi sağlayan karar da insanın içinden gelmeli. ibsen de peer gnyt'te aynen bunu anlatır. böyle iç daralması ve ümitsizlikten kaynaklanan varoluşsal seçme eyleminin ustaca bir anlatımını da rus yazar dostoyevski'nin raskolnikov'u anlattığı bir romanında buluyoruz: "suç ve ceza".

kierkegaard'a göre işi ciddiye alan biri başka bir yaşam tarzına geçecek ve belki etik aşamada yaşamaya başlayacaktır. bu aşamada ciddi bir tutum söz konusudur. ahlaki ölçütlere dayanılarak karar verilir. "görev ahlakı" kuramıyla ahlak yasasına göre yaşamaya çalışmamızı isteyen kant gibi kierkegaard da öncelikle insanın karakter yapısı üzerinde durur. asıl önemli olan, insanın neyi doğru neyi yanlış saydığı değil, doğru ya da yanlış bir şey karşısında tavır alma kararlılığıdır. oysa estetik aşamada bulunan biri sadece neyin eğlenceli, neyin can sıkıcı olduğuyla ilgilidir.

görev tutkunu bir insan da sonunda bu görev bilincinden ve düzenli yaşamdan bıkabilir. böyle bir aşırılık ve yorgun düşme duygusunu yaşamış olanlar hayli fazladır. bunlardan bazıları estetik aşamaya geri de dönebilir üstelik. ama diğerleri yeni bir sıçramayla daha yüksek bir aşamaya geçer; yani dini aşamaya. asıl büyük sıçramayı gerçekleştirerek, inanç sularının "70.000 kulaç derinine" dalarlar. inancı estetik hazlara ve aklın buyruklarına tercih ederler. kierkegaard'ın ifadesiyle, "yaşayan tanrı'nın ellerine düşmek korkunçtur." belki; ama insan artık kendi yaşamıyla barışabilecektir.

kierkegaard için dini aşama hristiyanlık anlamına geliyordu. buna rağmen, felsefesinden etkilenenler arasında hristiyan olmayan birçok düşünür de vardı. 20. yüzyılda kierkegaard'dan esinlenmiş olan "varoluşçuluk felsefesi" ortaya çıktı.

sürü

cemil meriç

en basit bir meselede, çok defa bir ismin pırıltısına kendimizi terk ederiz.

bütün türk tarihi, bir çobanın etrafındaki sürünün hikâyesidir. türkiye asırlardır her türlü düşünce hürriyetinden mahrum bırakılmıştır, sınıflar billurlaşmamıştır, bir proleter yığınıdır. hayatından memnun olan insan veya sınıf, düşünmez. her düşünce bir kopuştur. düşünce bir bedduadır, rahatsız eder, yaralar. düşünce fert planında bir felakettir.

bir otoriteye bağlanmak, düşünemeyeceğini kabul etmek demektir. bütün kalabalıklar bir çoban peşindedir, güdülmek ister. kalabalık hürriyetten korkar, hürriyet sorumluluk demektir. onun için demokrasi rejimlerin en zorudur.

türk insanının büyük ıstırabı yobaz olmasıdır. yobaz yolun başında teslim olan, sorumluluklarını bir kiliseye tevdi eden insandır. gördüğü ilk pırıltıyı güneş sanır.

düşünce şüpheyle başlar, marksizm her şeyden ve herkesten şüpheyi öğrettiği için büyüktür.

10.06.2012

madam arthur bey ve hayatındaki her şey

mine söğüt

kaderle başa çıkmanın tek yolu, ona kafa tutmaktır.

savaş çıkar çıkmaz insanlar tanrının olmadığını unutup o sözde farklı özde aynı tanrıların saflarında yer aldılar ve birbirlerini öldürdüler. tanrı adına. olmayan tanrı adına. o kadar kitap vardı tanrının olmadığını anlatan. tanrı inancının ne olduğunu anlatan. onca kitap vardı. ve hepsi insan aklıyla yazılmıştı. akılla yazılmıştı. ama onlar gittiler, yazılmışlığı bile şüpheli bir kitabın ve diğer bir kitabın ve diğer bir kitabın rehberliğinde birbirlerini öldürdüler.

kimsesizlik sanıldığı gibi güçten düşürücü bir zafiyet değildir. aksine insana güç verir.

falcılar gelecek inşa ederler. istekleri ve sezgileriyle büyü yapar, olacakları olur kılarlar. olmazları da olur kılarlar. falcının isteğiyle sezgisi bir olur, dünyayı döndürür. yıldızları söndürür. falcı fala bakmayagörsün, falcı hayal kurmayagörsün, her muhtemel, tek tek gerçeğe dönüşür.

sadece insanların değil, tanrıların da kaderi vardır.

içlerinde gizli anlamlar barındıran ve sesle birleşip kılıktan kılığa girebilen, yazıya sıkıştırıldıklarında hep ama hep yetersiz kalarak onu da acizleştiren kelimeleri sevmediği gibi fotoğrafları da sevmiyor.

neden anı sabitlemek ister insan? neyi hapsetme arzusudur bu? zamanı mı? o geniş, o sonsuz, o başlangıçsız, o tanrısal zamanı mı? hiç anlayamadığı, anlayamadığı için de ölesiye korktuğu zamanı? neden? bugününe, anına, yaşadığı hayata sahip çıkmayı beceremezken, geçmişin elini kolunu bağlayarak, olmuş bitmiş geçmiş gitmiş bir anı durdurmanın anlamı ne?

kaçakların gözden ırak, kimsenin bilmediği uzak yerlerde, yepyeni kimliklerle kendilerine bambaşka bir yaşam kurdukları doğrudur. bazen de kaçaklar hiçbir yere gitmezler. oldukları noktada donar kalır ve üzerlerine yapışan zamanın kabuklaşmış kirinin altında saklanırlar. unutuşa gizlenirler. bir örümcek gibi. sinsice beklerler. birinin hata yapmasını. ağa takılmasını.

sır hayattan büyüktür.

hayat tanrının hayalidir aslında. ve tanrı da insanın ta kendisi.

hayatın devam etmesi için karmaşa gereklidir. cennet ancak bir ütopya olabilir. ama kaos gerçeğin ta kendisidir. dünyada cennet hayali kurmak ahmaklıktır. gerçek insan cehennemde hayatta kalmanın yollarını kollayabilendir.

bazı insanlar taviz vermeyi yenilgi sayarlar. haklıdırlar da. karşınızdaki eğer ilişkide egemen olma iddiası taşıyorsa, ya ilk anda kendinizi ona teslim etmeniz gerekir ya da yine ilk anda aynı şiddetle karşısında diklenmeniz.

hiçbir hayat sıradan değildir. en sıradanında bile görkemli bir hikaye, tedirgin bir giz.

her gerçek her zihinde yeni bir gerçekliğe bürünür. kimse kimsenin hikayesini anlatamaz. herkes herkesin hikayesini yeniden yazar.

sokaklarda yaşayan ve hiçbir şeyle bağı olmayan çocukların bile özgürlükleri kafestedir. çalıdan çırpıdan ve kırılgan olsa da, kafes kafestir. delilik bile kafestedir. hiçbir şey kendi sınırlarını aşamaz. bir şeyin diğer şeylerden başka bir şey olması için sınırları olması gerekir. işte o sınırlar ne kadar uçsuz bucaksız olsalar da neticede sınırdırlar. kafestirler. sınırsız olan tek şey tanrıdır. o da yoktur. yani kafese sığmayan tek şey, hiçtir.

insan kim olduğunu düşünmeye başladığı anda başkalaşır. kendi gibi olanlarla olmayanlar arasında savaşlar çıkarır. ait olduğu ya da olmadığı kimliklerden silahlar yapar. dağları uçurur, ormanları yakar. dünya bir gün aniden dönmeyi durdurursa, müsebbibi bu soru olacaktır. ya da bu soruya verilen bir cevap. münasebetsiz bir cevap.

bir yazar gibi düşünmek, olmamış ve muhtemelen asla olmayacak hayaller kurmaktır. tanrının kitabını yırtıp atmaktır. gerçeğe başkaldırmak, kaderle alay etmektir.

karmaşa bile nihayetinde tekrarlardan oluşur.

hileli bir kim kimdir oyunu gibi hayat.

hayatın kaçmayı, devamlı kaçmayı öğrettiği insanlar en huzurlu rüyalarını metruk vagonlarda görürler.

yalnızlık insanı olgunlaştırır. eğer etrafınızdaki herkes bencilse ve etrafınızdaki herkes sizin için kendi hayatını feda ettiğini söyleye söyleye, her şeyi sizin için değil kendi için yaptığını inkar ederse ve siz de dinlediği, okuduğu müthiş masallarla vicdanı mühürlenmiş bir çocuksanız, kimseye kızamazsınız. herkesi anlarsınız. anlamak affetmektir. siz anlayıp affedersiniz, onlar anlamadıkları için hep kinlenir. affınız bile kinlendirir birilerini. düşmanı çok bir derviş olursunuz. dervişliğiniz diken olur düşmanı kanatır durur. kanı gördükçe üzülürsünüz. siz üzüldükçe dikeniniz sivrileşir. yapayalnız kalırsınız. anlayışlı ve üzgün ve yalnız, yapayalnız. simsiyah bir yalnızlıkta boğulur gider hüznünüz.

hayatın ve öğretmenlerin size ne öğretmeye çalıştıkları değil, sizin onların bu çabasından ne öğrendiğiniz önemlidir.

hiçbir kilit arkasındakini saklayamaz. hiçbir temkin hayatı gerçekten ama gerçekten emniyetli kılamaz.

hiçbir şeyi sonsuza kadar saklayamazsınız. saklamak ancak bir süre gerçeği hapsedebilir.

9.06.2012

22 aralık 1976

cemil meriç

sıradan olmayan kadın, monstre'dur (canavar). bedbaht olur ve bedbaht eder.

her insanda birkaç insan vardır. hadiselere, sosyal çevreye, karşındakine göre birisi şekillenir, ötekiler müsvedde kalır; solar ve kurur. birisi için melaikedir, birisi için şeytandır aynı insan. karşımızdaki şekillendirir bizi.

balzac, dostoyevski, tolstoy 3 sevdiğim romancı.

zekâ intibaktır, çizdiği yolda ilerlemektir.

bir medeniyet çöküyor. bu çöküşle beraber herkes toz halinde. kendimiz çökmüşüz. özendiğimiz medeniyet de çöküyor.

guenon mühim adam.

hiçbir zaman bütün hakikati bilemeyiz. bilsek de söyleyemeyiz. mit, ideoloji, ütopya... 3 hücreli bir mahpesdeyiz.

william blake'in "dit la verite, que le lâche t'evite" (hakikati söyle, bırak alçak senden uzaklaşsın) lâfına uymaya başladım. çünkü zaten yalnızım. sagesse'de (bilgelik) derecem çok aşağı. düşüncede yükseğim.

düşüncenin gemlerini biraz bırakınca cinnete ve hikmete beraber gidiyor insan.

8.06.2012

rüyalar ve uyanışlar defteri

latife tekin

insanın öteki canlılardan üstün olduğu düşüncesinden sıyrılanlar dili yenileyebilir ancak.

gün ortasında, bir an yüzümüzde soluklanıp bilinçdışına savrulan düşünceler rüyalara aittir; aynı günün gecesinde göreceğimiz rüyaların haberini getirirler bize. aklımıza düşer düşmez unutayazdıklarımız."

sahicilik, yanmış ormanlardan arta kalan kül yamaçların kederiyle soluklanmaktır diyelim; yapayalnız ve bir başına soluklanıp iç geçirmek; ama kilometreler boyunca arabalardan fırlatılmış pet şişelerin, meşrubat kutularının pisliğine bulaşır kederin, naylon torbaların yarattığı iç bulantısında boğulur; o ince soluğun ağaçların ruhuna ulaşabilse, kederin sahici olacaktır, olamaz. hiçbir duygunun doğruca yerine ulaşabildiği bir ülke değil artık burası.

bir duvar dibi bile büyülüdür çocukken.

insanın büyürken masumiyetini kaybetme hikayesi bence onun büyük hikayelerinden biridir; hala yazıyorsam, o ışık gözlerimden çekilmeden önce her şeyin nasıl da başka türlü göründüğünü unutamadığım içindir, çekilip gittikten sonra her şeyle arama giren uzaklığa katlanamadığım içindir; şimdi ancak, çocukluğumda yaşadığım o sonsuz çarpıntılı mutluluğun anısını diri tutmaya çabalayabilirim, o ışık geri gelmeyecek biliyorum bunu; yitirdim, söndü.

"erkek yaşlanır rezil olur; kadın yaşlanır yiğit olurmuş."

gövdeleri boydan boya yosun tutmuş meşelerin yeşilimsi aydınlığında süt mavisi görünen, aslında eflatun, acı çiğdemlerin parıldadığı kahverengi, sarı yapraklarla kaplı yamaçların kıyısında susup soluklanır sevgililer; kalplerinde saklı kalır, ruha dolan o uçuş; söylemezler sırrını kelebeklerin, rüzgarın bir halidir aşk, denize kök salmış kaya ağaçların, bulut yeşili çamların uğultusu. domuz dikenlerinin geçilmez bir ağ oluşturarak sarıp sarmaladığı kayın ağaçlarının, kar beyaz mantarların yer aldığı yarı karanlık derinliklere uzanırlar sessizce.

"bir insana yapılacak en büyük iyilik, onu bir başına vahşi doğanın ortasına bırakmaktır."

duvarın arkasında

ingeborg bachmann


kar olup dallardan sarkarak
uzanıyorum vadinin ilkbaharına
bir damla olup rüzgarın önünde
soğuk bir kaynak gibi
çiçeklere yağıyorum
çürüyorlar çevremde
bir bataklığı kuşatırcasına
ben, hep ölümü düşünmek gibiyim

uçarcasına geçiyorum bütün cennetlerin
emin diye bilinen mekanlarından
bana göre değil çünkü sakin yürümek
sütunları devirip duvar altlarını oyuyorum
denizin uzak hışırtılarıyla uyarıyorum başkalarını
çünkü bana göre değil geceleri uyumak
ta ağzına dalıyorum çağlayanların
ve dağlardan çığları yuvarlıyorum

ben, günü bölen çan sesleri gibi
barışın ve mutluluğun yakasına yapışan
ve olgun tarladaki orakları andıran
o büyük dünya korkusunun çocuğuyum
ben, hep ölümü düşünmek gibiyim

7.06.2012

yaz gecesi

sabahattin kudret aksal


ne vakte kadar sen
böyle avarelik şiirleri yazacaksın
gamsız kasvetsiz dolaşacaksın
senin hep bu yaz geceleri
kendini istediğin gibi bırakabilirsin

eski sevdalarına
ah o saçlarına
eşarp alan sevgili

bunca zaman kimi beklemiş penceresinde
sırtında hep o eski basma entari
gülerekten
kapısının önünden her geçene

ama hepsinden güzel değil mi
bu en sonuncusu
sarı çiçekler açar yaz mevsimi
bahçesinde

türkiye'de totalitarizm

yakup coşar

toplumsal muhalefetin tümüyle susturulmuş ve denetim altına alınmış olması, totaliter rejimlerin asli bir özelliğidir. totaliter rejimlerde farklı eğilimlerin, azınlık haklarının sözü edilemez. hedeflenen, yüce bir davanın peşinde kaynaşmış bir kitledir. çeşitlilik, çoğulculuk yasa dışıdır.

türkiye'nin siyasal sistemi, demokratik bir hukuk devletinde aranması gereken özelliklerden birçoğuna sahip değildir: tanımlanan anlamda bir ifade ve örgütlenme özgürlüğü yoktur, mahkemelerin bağımsızlığı söz konusu değildir, kişinin bedeni ve psikolojik bütünlüğünün dokunulmazlığı ilkesi günlük olarak ihlal edilmekte, farklılık ilkesi -azınlıkların tanınması ve haklarının güvenceye alınması- kabul edilmemektedir.

türkiye cumhuriyeti devleti kendine güvenen, gelişmeye açık bir yapıda değildir. 

"türkiye cumhuriyeti devleti, bu ülkedeki en huzursuz ve güvensiz mercidir. kendisine huzur ve güven sağlama ihtiyacındadır; ancak bu yolda şimdiye kadar yaptığı her şey toplumun huzurunu bozmak ve güvenini sarsmaktan başka bir işe yaramamıştır. devlet zaten toplumundan sürekli kuşkulanan, içten içe korkan, sopasını hep hazır bulunduran bir devletti. artık hep sopasıyla geziyor. bu herhalde mevcut yapıların tükenişi/çürümesi temelinde bir çaresizliğin ve dolayısıyla paradoksal biçimde iktidarsızlığın göstergesidir." (murat paker)

bu güvensizliğinden dolayı türkiye devleti hırçındır. duvara yazı yazan 15 yaşındaki çocuğu bile "devlete karşı suç işleyenler" kategorisine koyabilmekte ve atılan her adımı kendisine yönelik bir tehdit olarak algılayabilmektedir.

ancak bütün bu totaliter tezahürlere rağmen türkiye cumhuriyeti kendisini anayasal bir devlet olarak sunmakta, hükümet yasa ve anayasa dışı birçok eyleme rağmen, meşruiyetini bu anayasallığa, seçimlere dayandırmaktadır.

öte yandan totaliter sistemlerin asli özelliklerinden biri olan halkın üzerinde mutlak egemenlik, her şeye rağmen sağlanamamıştır. resmi ideoloji ile özdeşleşmeyi reddeden, çağrı yapılabilecek, başvurulabilecek geniş bir kesim bulunmakta ve bu kesim kendisini farklı biçimlerde ifade etmektedir. resmi ideolojinin organı gibi yayın yapan gazetelerin bazı köşelerinde bile bu ideolojiye açık biçimde karşı olan yazılar yayımlanabilmesini, gazetelerin satış kaygılarından çok, farklı duyarlılıklara sahip gözardı edilemeyecek bir kamuoyunun varlığının ifadesi olarak değerlendirmek gerekir.

sonuç olarak, içinde totalitarizmin ögelerini barındırsa da türkiye'deki sistemin, açık askeri diktatörlük dönemleri bir yana bırakılırsa, sivil itaatsizliği tümüyle olanaksız kılacak ölçüde totaliter olmadığını -belki de olamadığını demek daha doğru- söylemek gerekmektedir.

6.06.2012

doğu, batı

salman rushdie

tavizsiz zamanlarda yaşıyoruz.

iyi nasihat yakutlardan bile ender bulunur.

kader bir hediye yolladığında beraberinde güzel talihi de gönderir.

en yaşlı ahmaklar en genç kızların büyüsüne kapılırmış.

insanlarımız lanetlenmiş. yoksuluz, cahiliz ve öğrenmeyi sonuna kadar reddediyoruz.

çekiçlerin adaleti karşısında herkes eşittir; kaldırım sanatçısıyla michelangelo, köle kızla kraliçe.

mali desteği ve velinimeti yitirmek, karşılıksız aşk kadar acı veriyor.

asıl trajedi insanın ölümü değildir, nasıl yaşadığıdır.

4.06.2012

yitik bir aşkın gölgesinde

mehmed uzun

dünyada hiçbir fikir eseri yoktur ki zulme karşı başkaldırmamış olsun.

her zaman böyledir; karanlık, çaresiz ve dar günlerde dostlar azalır. hep böyledir; yenilgi beraberinde yeni yenilgiler getirir. hep böyledir; acı günlerde, ihanetin, düşmanlığın, riyakarlığın, fetbazlığın, sahtekarlığın keyfine diyecek yoktur. kurt dumanlı havayı sever; ihanet de dar ve acı günleri.

unutma, herkes yuvasında mutludur.

"yeni bir şehir bulamazsın, yeni denizler yok, arkandan gelir bu şehir. hep onun sokaklarında gezecek, hep aynı yerleri dolaşacaksın. ve hep dönüp dolaşıp kendini bu şehirde bulacaksın. gemi yok senin için, yol yok. sen ki kendini tükettin bu şehirde, tükettin demektir her yerde de." (kavafis)

değişmeler ve tarih hiçbir zaman acısız, sancısız ve özlemsiz olmaz.

vicdan, sıcak, yumuşak bir sözcü. altın değerinde, ağır bir sözcük. herkesin, kayıtsız şartsız herkesin saygı duyduğu, üzerinde hemfikir olduğu bir sözcük. ancak nerede o? tank, top, para ve petrol sesinin her yeri istila ettiği bir dünyada, aynı dünyanın yaşanan musibetleri seyre çıktığı bir dönemde, vicdanın sesi nerede? ikiyüzlülüğün, sahtekarlığın değer addedildiği kardeşilik, dayanışma ve insanlığın ıssız, harap mezarlıklarda yasa oturduğu bir dünyada, bu sihirli sözcük ne anlama geliyor?

"düşüncenin yaratılmasında, birbirinin ikizi iki cevher vardır
biri iyilik, biri kötülük; hem düşüncede, hem konuşmada
bilge kişi iyiliği seçer işte, düşüncede ve konuşmada" (zerdüşt)

aşkın gölgesi. yürek ferahlığının, mutluluğun yurdu. sırrını iki kişinin bildiği maceraların ocağı. yürek ve vücut dilinin ülkesi. düşmanlıklarla dolu dünyaya karşı en güvenli sığınak.

ilerleme, yeniliklerin keşfi ve yaratma olmazsa tarih de olmaz.

her çeşit olay; küçük büyük, önemli önemsiz, yaşam zincirinin bir halkası olmalı. yaşanan günler de. zaman tüm sonuçlarına rağmen yaşam zincirinin halkalarını koparmamalı. bunu başaramayan insan için günlerin, zamanın ve olayların bir anlamı kalmaz. yani yaşam anlamını yitirir.

asıl felaket umutsuzluktur. umudu elden bırakmamalı.

her şeye rağmen; ölüme, sürgünlüğe, uzaklığa, özleme rağmen yaşamak güzel şey.

3.06.2012

gündüzün gece yarısı

melih cevdet anday

gökyüzü korkunçtur pazar çanını çınlattığında, sevisel işlem imleri döndürür onu doruklardan doruklara, uçurumu yoksul bulmamalısın, bir çift dile getiriştir yalnızlığı arabanın, istediğin kadar düş kur ve yaz gibi yorulmadan toprağı kokla, o güzel karamsar bakışlarını suyun, daha boşluğunu sis doldurmadan bir an, çok küçük bir an dön, seyret bıraktığın yeri, bir yaratıkmış gibi bak ona, bahtlı ya da bahtsız, kemerlerin altından görünen güneşli deniz nasıl susmasını biliyorsa, ona benzeyerek düşün, süreklilik seni yatıştıracaktır belki, bir keçi yonutuna dönüşecektir zaman, çünkü göz ucu ile gördük uzaklarda kalan dünyayı ve onun rastgele mevsimlerini ve ezgilerle geçmişe doğru uçan kuşları.

kuşlar üçüncü zamanda ortaya çıktı
aşk tebeşir çağında
ben onu bunu bilmem
ayın elinde hatmi vardı

zamanlar yanlış yaratıldı, gölgeleri yeniden dikiyorum kurmak için yeniden ağaçları; rüzgar nereye gideceğini bilmeden ikindi üzümlerinin oltasında bocalıyor; bu yüzden kelebekler konacak yaprak bulamıyor, ölüm kayaların ellerine sarılıyor, kırağı vurmuş mantar gökyüzünü küçültüyor ve tanrı'nın uykusuna zehrini akıtıyor, sessizliği duymamak için gözlerini kapayan arı tüm gördüklerine inanmak istiyor, unutuyor iğnesini kullanmayı, içtenliğin yabanlığına şaşıyor ve başını gizlere vuruyor. ey anlam, karabasan değilsen bizi hatırlama, bilinmezin ışığında uzaklaş bilge karla örtülü kış göklerine! kurtaracak bir şey bulmak istiyorum, yolun başında olduğumu söyleyen güneş beni dilsiz bırakıyor ve her soru betimlenebilir olana dönüşüyor, tersyüz edilmiş bir giysi gibi yeniden ortaya çıkıyor, dünyayı ilk giyenleri düşündürüyor ve yinelemenin suç ortağı korkusuz pişmanlık kancalanmamış pencere kanadı gibi ölümsüzlüğün camına vuruyor. uzaklardan başka güvenilecek bir borç yok. nedensel bağlantıya inanç kör inançtır.

2.06.2012

leyla'nın evi

zülfü livaneli

bu dünyadaki her trajedi, küçük ve masum bir adımla başlar.

insanlar yaşlanıyordu, bunun ayrıcalığı yoktu ama yaşlanan insanların bir kısmı olgunlaşmış olarak, bir kısmı ise olgunlaşmadan ölüyordu. bunun püf noktası ise bir insanın "nasıl görünüyorum?" sorusundan "nasıl görüyorum?" aşamasına geçmesiydi.

üç türlü imparatorluk çözülüşü vardır. bunlardan ilki, roma imparatorluğu gibi zaman içinde yavaş yavaş yok olur gider. ikincisi, ingiliz imparatorluğu. bu örnekte planlı bir tasfiye söz konusudur; hangi ülkeye ne zaman ve nasıl bir statü verileceği planlanmıştır. üçüncüsü, osmanlı imparatorluğu. bir gece imparatorlukta yatar, ertesi gün cumhuriyet'te uyanırsın.

dostoyevski: haliç ve istanbul bizim olacaktır. istanbul'un yunanlıların mirası olduğunu kabul etmek asla mümkün değildir. dünyanın en önemli yeri olan istanbul, sadece yunanlılara bırakılamaz; ayrıca onlara büyük gelir. istanbul'un bizim olması gerektiğinin nedeni ne ünlü bir limana ve körfeze sahip bulunması, ne "yeryüzünün merkezi" olması ne de kapandığı evinde artık boyu tavana değen, denizlerin, okyanusların özgür havasını içine çekmek için enginlere açılmak isteyen rusya gibi bir deve gerekli olduğu bakış açısındadır.

ernest renan: bir millet ancak geçmişi çarpıtılarak oluşturulabilir.

"iki çenesinin arasındaki organ ile bacaklarının arasındaki organa sahip çıkabilen insan bulsam cennete götüreceğim." (hz. muhammed)

kuş dilini bilen süleyman peygamber'e bir gün bazı kuşlar gelip "serçe senin aleyhinde atıp tuttu! neler söyledi neler!" demişler. süleyman peygamber, "bu sözleri söylerken yanında dişisi var mıydı?" diye sormuş. "evet, vardı!" cevabını vermişler. bunun üzerine, "bırakın o zaman" demiş, "aldırmayın. normaldir bu."

1.06.2012

din

yasmin alibhai-brown: ingiltere'deki başarı oranı en düşük topluluk müslümanlardır. onlarla bunun nedenleri hakkında konuşacak olursanız size gösterecekleri tek neden, toplumun islam korkusu olacaktır. hayır. ebeveynlerinin 14 yaşındaki zeki kızlarını okuldan alarak eğitimsiz erkeklerle evlendirmelerine neden olan şey, başkalarının islam korkusu değildir.

gore vidal: tektanrıcılık, kültürümüzün merkezinde yer alan, kelimelerle anlatılamaz büyüklükte bir kötülüktür. tektanrıcılığı insan ırkının başına gelmiş en büyük felaket olarak tanımlıyorum. eski ahit olarak da bilinen, barbarlıkla dolu bronz çağdan kalma bir metinden, insanlık düşmanı üç din ortaya çıkmıştır: musevilik, hristiyanlık ve islam.

teslime nesrin: islam ve müslüman köktendinciler arasında bir farklılık göremiyorum. dinin bir kök olduğuna ve bu kökten, tıpkı bir zehirli bitki gibi, köktendinciliğin ortaya çıktığına inanıyorum. belki de liberal müslümanlar ahlaki açıdan dürüst olabilirler; fakat islam'ı dürüstçe takip etmiyorlar. köktendinciler öyle yapıyor.

nicholas von hoffman: islam'ın da hristiyanlığın da sekse düşkünlüğü vardır. bu dinlerin takipçileri, seksin düşüncesinden bile nefret etmelerine rağmen ona doyamazlar. kendilerinden kaynaklanan bu çelişkileri onları çıldırtır ve bu yüzden pis resimlerimizi ve şeytani internet sitelerimizi ortadan kaldırmaya çalışırken, biz inançsızları da çılgına çevirirler. ve inandıkları şeyler, bildiğimiz kabile büyücülerinin bile gözümüze louis pasteur ya da jonas salk gibi görünmelerini sağlar.